29 Aralık 2016 Perşembe

Seray Şahiner: Gelin Başı

Yakın zamandaki yazılarımdan birinde Nihal Yalçın'ın oynadığı Antabus adlı oyunu izlediğimden bahsetmiştim. Oyunu izleyene kadar Seray Şahiner ismine vakıf değildim, oyundan sonra kendisi ile tanışmak amacıyla "Gelin Başı" adlı öykü kitabını alıp okudum. "Gelin Başı" ilk baskısı 2007 yılında yapılmış, toplamda on öyküden oluşan ve Hulki Aktunç'un önsözü ile Can Yayınları tarafından basılmış bir ilk kitap. 

Antabus'taki Leyla karakterinden ve Seray Şahiner üzerine okuduğum birkaç yazıdan yola çıkarak, kendisinin kadın kahramanları merkeze alan bir kurgusunun olduğuna aşikardım. Bu, "Gelin Başı" ile daha da netleşti. Şahiner'in öykülerini oldukça sevdim, kadın kahramanlar üzerinden vermiş olduğu mesaj, İstanbul'un unutulan yoksul semtlerindeki kadınlardan, bir apartman dairesine sıkışıp kalmış kadınlara kadar çizdiği çok yönlü, bir o kadar da eğlenceli tasvirler epey hoşuma gitti. Trajikomik bir dili var desem yanılmış olmam sanırım, birbirinden farklı bir sürü kadın tablosuna bakmak üzere bir sanat galerisine girmişim gibi hissettim öykülerini okurken. 

Sıraya Antabus adlı romanını koyuyorum. Oyunun üzerinden çok fazla geçmeden okumak güzel olacak benim için. İstanbul'da yaşayanlar için oyun hala devam etmekte, çok başarılı bir ekip. Kaçırmamanızı tavsiye ederim, üzerine bir de Seray Şahiner öykülerini okursanız tadından yenmez diye düşünüyorum. 

26 Aralık 2016 Pazartesi

Sevim Burak: Yanık Saraylar

"Yanık Saraylar" adlı öyküsünden;

"Siz, Baron Bahar, hayatın dehşetini hiç düşünmüyorsunuz:
Her şeyiniz var
Otomobiliniz
Yatınız
7 Cüceli eviniz
Bonolarınız
Çocuklarınız
Bense, ölümden korkmayacak kadar yalnızım."

***

"Büyük Kuş" adlı öyküsünden;

"Bilinmez ki
Ona kavuşacak mı?
Aradığını bulacak mı?
Belki birbirlerinden uzakta
Biri
Yatağın kenarında upuzun
Gözleri kapalı
Yatıyordur
Öbürkününse
Kanatları yavaş yavaş toprağın üstüne inmeye başlamıştır.
Haberleri yoktur
İkisinin de...
Kaygan yapışkan bir tümseğin -ağzı açık. bir mezarın kenarında oturmuş ölüyorlardır.

25 Aralık 2016 Pazar

Vüs'at O. Bener: Kapan

"Tek engel, insanın yine kendi öz benliği, egosu. Yoksa geride kalanların çekeceği geçici acıya bel bağlamak tam bir kaçış senaryosu.
Peki anlatmayı deneyeyim. Çıkmazdan çıkmaza sürüklenmekten başka çıkış yolu görünmüyor. Kişi oyalanmak için oyalandığının ayrımında ise, oyunu mutlaka yarıda bırakır. Ben her zaman ayrımında olduğuma göre bedeni sürüklemekten başka hiçbir işe yaramıyor düşüncelerim."

***

"Çay, sıcak, ağız yakan! Hepsi bu. Bir bardak. Kimsesizler mezarlığına gömdüm imgelerimi. İpileyen sarımsı ışık pırpırlandı, sönmek üzere, sönünce kurtulacağım kendimden -acınası avuntu!-, ödeşeceğiz, kristal yüreklerine sırt çevirdiklerimle."

"Kapan", Vüs'at O. Bener'in toplamda 21 kısa öyküsünü içinde barındıran, ilk baskısı İletişim Yayınları tarafından 2001 yılında yapılmış olan kitabı. Bu kısa öykülerde Bener'in öz yaşamına dair izlerden, düşüncelerinden ve dönenip duran ruh halinden kesitler görmek mümkün, öyle sözler var ki içinde, içimizden, altını çizip düşünsel evrenlerimizin baş köşesine oturtmamak mümkün değil. "Yanılgı mı?" adlı öyküsünü bilhassa çok beğendim, tekrar tekrar okudum. 

"İnsan tragedyasının özü bilinmezlik oysa. Hangi ölçüte vurursan vur doğru ya da yanlış seçeneklerini kestiremezsin.
Çıkmaz sokaklarda dolan dur."

24 Aralık 2016 Cumartesi

Rosetta














Rosetta.
Öfkeli, annesine ve yaşadığı hayata, yaşayamadığı tüm şeylerin toplamına. 
Annesi bağımlı, bir karavan hayatı, yerleşik düzeni yok.
İşe giriyor, işten çıkarılıyor, döngüsü kara yazısı gibi, dönüp duruyor.
Bir iş, sabit olmanın verdiği ferahlık, yılmıyor, balık avlıyor.
Waffle yiyor, su içiyor gibi oluyor, bira da içiyor, annesi içmemeli.
Un çuvalına sarılıp işini bırakmak istemediği sahne çok dramatik, can alıcı.
Yerde Rosetta.
Un çuvalına sarılmış, işten çıkarmayın beni diyor, yeni girmiştim diyor.
Sonra değişiyor gibi oluyor, arkadaş ediniyor, bir oğlan tanıyor.
İhanet ediyor, işi olsun diye, işi olmak zorunda.
Haşlanmış yumurta yiyor, kaynatıyor, yatağına yatıp yiyor.
Görüp, duyup, bildiğimiz ama umursamadığımız hayatlardan bir kesit Rosetta.
Belki de o, tam da, biz görüp, duyup bildiğimiz ama umursamadığımız için kesit kesitiz.
Kesik kesiğiz. 

Küçük Kara Balık

"Güzel ay, ben senin ışığını çok seviyorum. Hep benim üzerime ışıyasın istiyorum."
"Balıkçığım, doğrusunu istersen benim kendime ait bir ışığım yok. Beni güneş aydınlatır, ben de onu yeryüzüne yansıtırım. Sahi sen hiç duydun mu? İnsanlar uçup gelip benim üzerime konmak istiyorlarmış."
"Bu imkansız."
"Bu zor bir iştir ama insanlar istedikleri şeyi..."

***

"Şimdi ölüm çok kolay uğrayabilir bana! Ama ben yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmemeliyim. Elbette, bir gün ölümle karşılaşırsam -ki karşılaşacağım- önemli değil, önemli olan şu ki benim yaşamım veya ölümüm başkalarının yaşamını nasıl etkileyecek."

Hayallerinin peşinden koşan küçük bir kara balık. Dereleri ırmaklara devşirmiş, ırmakları denizlere devşirmiş, güzergahında pek çok tür ile tanışmış, hepsi ile hasbıhal etmiş, var etmiş kendini sularda, korkmamış, az ya da çok yaşamak diye düşünmüş, ne önemi var diye düşünmüş, sonunu merak etmiş yolun, suyun. Kendi olmuş küçük kara balık, kendine dönmüş küçük kara balık? Hiçbirimiz küçük kara balık kadar cesaretli, kendi gibi, nazik ve duyarlı değiliz değil mi? Ne büyük tokat, ne büyük ders!

22 Aralık 2016 Perşembe

Wilhelm Genazino: Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk



"Yıllarca daha iyi bir hayata hazırladım kendimi, dedim ama beklentim hiç gerçekleşmedi. Çok uzun bir süre duygusal ve melankolik bir ruh haliyle sızlanıp durdum ama sonunda şunu anladım: İnsandan beklenen, mutsuzluğuyla ihtiyatlı bir ilişki kurması."



Bu aralar yerli öykücüleri okuyorum, yoğun bir öykü edebiyatı içerisine girdim. Kitapçılarda gezinirken dikkatimi "Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk" çekti. Araya serpiştirmekte bir sakınca görmedim, Alman edebiyatından güzel bir roman okumak iyi gelecektir diye düşündüm, yanılmamışım. 

Orta yaşlı bir adam, orta yaşlı bir kadını seviyor. Yüreğinin ve aklının kesiştiği noktalarda bir çıkmaza giriyor, çıkmazdan sonrası ise bir psikiyatri kliniği, çıkmak istemediği yer. Bir ilişki, rayında giderken rayından çıkıveriyor, yollar ayrılıyor mu muğlak, lakin içerisinde kocaman bir dünyadan küçük ayrıntılara devşirilen anlar gizli. Çocukluk anıları, çocukluğu ile yetişkinlik arasında kurulan, psikanalize dayanan anlamlı çıkarımlar. 
Genazino sade lakin çarpıcı bir dille anlatıyor bir ilişkinin gündelik boyutlarını, araya serpiştirdiği net çıkarımlar öylesine güzel ki, zannediyorum aklıma geldikçe açıp altını çizdiğim yerlerin üzerinden tekrar tekrar geçeceğim. 

"Bir kez sevmiş olan ve hala seven biri, kendini aşka elverişli bir hale getirmenin ne kadar zor olduğunu, ne kadar uzun sürdüğünü bilir. İnsan acı çekerken anlar, aşk için emek vermeye bir daha kolay kolay kalkışmayacağını. Çekilen acı bir tür aşk tembelliği yaratır. Acı çeken kişi, bu kadar ağır bir işi boşu boşuna yaptığından korkar."

Kitap boyunca şunu sorguladım, "Mutlu olmak zorunda mıyız? Ve mutluluk; içerisinde yaşadığımız bu karmaşık, yeni yargısal dünyanın bir dayatması mı?" Sürekli mutlu olmak zorunda olduğumuzu düşünmüyorum, mutluluk abesle iştigal hayatlarımızı sürekli bir umuda bağlayan, düzenin idealist bir kurmacası. Kişisel gelişim kitaplarını da bu yüzden sürekli eleştiririm, doğru bulmam. Bize dayatılan aynı ile özdeş, kalıp bir mutluluk algısı var. Oysa ki ille de her daim mutlu olmak zorunda değiliz. Şöyle diyor nihayetinde Genazino: 

"Artık daha incelikli bir hayatım olsun istiyorum ve zannedersem çoğu insan da bunu istiyor ama daha incelikli bir hayatı nerede arayacaklarını bilmiyorlar."

21 Aralık 2016 Çarşamba

Pelin Buzluk: En Eski Yüz

Pelin Buzluk öykücülüğüne "Deli Bal" ile başlamışken, İletişim Yayınlarından yeni çıkan kitabı "En Eski Yüz"ü de alıp okudum. Deli Bal'dan biraz daha farklı geldi bana yeni kitabındaki hikayeler, sanki kurgu daha bir yerli yerinde, kelimelerin daha bir bağrı açık gibiydi. Bilhassa "Uçurum" ve "Tozlu Cennet" adlı öykülerini çok beğendim. "Uçurum"dan minik bir bölüm paylaşmak istiyorum: 

"Şöyle ılık bir uykuya batsam... Babam yeniden uzanıp alacak gözleri sürmeli bir hazretin koynundan sazını. O söyledikçe, annem erinçle yaslanacak kırlentlere, her akşam ilk kez gören gözlerle seyredecek sevgilisini. Babamın gün boyu sıcak suda buruşmuş elleri tellerde açılıp dinlenecek. Kapı arkasında çiviye astığı ceketi bulgur pilavından sonra koklanacak çayın yanında. Duvardaki pasta resmine bakılarak. Kreması daha kirlenmesin diye, arıların Allah yazdıkları peteğin fotoğrafı çerçevesinden çıkarılıp yerine bu pasta resmi konacak. Alnımıza o koca taş çarpıncaya dek.
'Baban ölmüş,' dediler, Alnımın içinde, burnumun kökünde bir çatlama."

19 Aralık 2016 Pazartesi

Kosmos

Reha Erdem'in Kosmos adlı filminden; 

"Herkesin başına her şey aynı anda geliyor. İyi ile kötünün, cömert ile cömert olmayanın başına gelen şey aynı, iyi adam nasılsa suç işleyen de öyle. Yemin eden ve yeminden korkan aynı birbiri gibi. Hayatta her şeyde bela şu ki, herkesin başına gelen şey aynı. Hem de insanoğlunun yüreği kötülük ile dolu. Ve ömürleri devamınca yüreklerinde kötülük var. Ve sonra ölülere katılıyorlar. Çünkü bütün yaşayanlarla beraber olan için ümit var, çünkü sağ köpek ölü aslandan iyi, çünkü yaşayanlar biliyorlar ki ölecekler. Fakat ölüler bir şey bilmez. Ve artık onlar için bir önemi yok. Çünkü onların anılması unutulmuş."


Pelin Buzluk: Deli Bal

Sine Ergün'den sonra Pelin Buzluk'un "Deli Bal" isimli öykü kitabını okudum. Ayfer Tunç bir röportajında, son dönem öykücüleri arasında Pelin Buzluk'u beğendiğini ifade etmişti. Kendisi ile tanışmam bu röportaja dayanır. 

"Deli Bal" aynı zamanda 2010 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü sahibi, kitap önce Varlık sonra Can Yayınları tarafından basılmış. Öykülerini yer yer doğaüstü konular ile süslediği bir yazım tarzı var Buzluk'un. Öykülerin isimleri de özenle seçilmiş, etkileyici bir anlatıma sahip. "2.9 Saniye" adlı öyküsünden beğendiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum: 

"Yalnızım. Kimseye de ihtiyaç duyduğum yok hani. Tüm bu kalabalık yapışkan, hesaplı samimiyetleriyle beni boğuyor. Kendilerini, sırf akrabam olduklarından bana dayatan insanlardan kurtulalı çok oluyor. Benim ihtiyaç duyduklarım, dostlarım, gittiler. Şimdi onları hatırlamak, dudağıma acı, alaylı, dayanılmaz ve arkasından gelecek ağlamanın önünü alamayan bir gülümseyiş konduruyor. Bana 'yalnız değilmişim' hissini vermeye çabalayanlar, 'Yalnız kalabilir misin biraz?' diye nezaketen bile sormadan gidiverdiler." 

18 Aralık 2016 Pazar

İşte Leonardo da Vinci

Hafta sonu kitapçı ziyaretim sırasında rastladım "İşte Leonardo da Vinci" adlı esere. "Hep Kitap" tarafından hazırlanıp basılmış, kapağı ve basımı oldukça kaliteli ve güzel. Özellikle hafta sonumu değerlendirmek adına iyi olacağını düşünüp aldım. 

Leonardo ile ilk tanışmam lise yıllarımda oldu, sanat tarihi dersinde işlediğimizi anımsıyorum. Ardından popüler kitaplardan biri olan "Da Vinci Şifresi" adlı romanı okudum. Yine popüler yabancı dizilerden bir tanesi olan "da Vinci's Demons" adlı yapımı izledim birkaç yıl önce. Sonrası ise Leonardo ile aramıza giren bir boşluktu. 

Hep Kitap, Leonardo'nun dışında, "işte" başlığı ile; Dali, Gaugin, Warhol ve Van Gogh ile ilgili de aynı minvalde kitaplar hazırlamış. Sanırım bir kültür sanat serisi çıkarılmış, çok da iyi edilmiş. 

Kitap Leonardo hakkında merak ettiğiniz her şeyi, derli toplu ve çeşitli illüstrasyonlar eşliğinde okuyabileceğiniz bir kolaylıkta ve netlikte. Eserde; Leonardo'nun yaşamı, İtalyan şehir devletleri arasındaki yolculuğu, kariyeri, dönemin ileri gelenleri ile olan ilişkileri, önemli eserleri, eskizleri, taslakları ve özel hayatına dair bir çok ayrıntı bulacaksınız. 

Leonardo hakkındaki bilgilerimi, minik bir hafta sonuna sığdırıp tazelediğim için mutlu hissediyorum. "Hep Kitap" güzel ve esaslı bir iş çıkarmış, kendilerine de bilhassa teşekkür ediyorum. Hazır bu yazıyı noktalarken, Panic!At the Disco'dan "The Ballad of Mona Lisa"yı dinlememek olmaz, o zaman bu güzel şarkı ile yazımı noktalamış olayım, iyi hafta sonları dilerim. 

17 Aralık 2016 Cumartesi

Sine Ergün: Baştankara

Bir süredir öykü yazıyorum, sanırım bir yıl oldu. Yerli öykü yazarlarını mümkün mertebe okumaya, onların yazın dünyalarını, biçemlerini, kurgularını tanımaya çalışıyorum. Aslında onlardan etkilenmeye çalışıyorum, çalışmıyorum da, okuyunca, kendiliğinden etkilenmiş oluyorum. 

Ayfer Tunç bir röportajında, yazmak için önce okumak gerektiğini söyler, bol bol okumak, iyi edebiyat okumak, ve ekler, etkilenin der, etkilenmeden yazamazsınız. 

Bu hafta sonu yolum Sine Ergün ile kesişti, son öykü kitabı olan Baştankara'yı okudum. "Uzun Yol" adlı hikayesinden sevdiğim, etkilendiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum: 

"Uyandıklarında kadın konuşkan adam suskundu. Bütün sevdiğim kitapları başkasına verdim, dedi kadın, Sevdiğim hiçbir şeyi başkasına vermedim, dedi adam. 
Kadın, Buradan sonra patika yok olacak, dedi, nereye gideceğimizi seçmek zorunda kalacağız. Sen başka yöne, ben başka yöne gitmek isteyecek. Nereye gittiğimizin önemi olmayacak, önemli olan ayrılmamamız. Patika kaybolacak, dedi adam, ben başka yöne sen başka yöne gitmek isteyecek. Yollarımız ayrılırsa ayrılacak. Önemli olan nereye gittiğimiz."

13 Aralık 2016 Salı

Bütün Giysilerimden Kurtuldum!

Birkaç yazıdır bahsediyorum, annemle birlikte "hayatı sadeleştirme projesi" adı altında bir projeye imza attık. Daha doğal, daha sağlıklı, üzerimizdeki maddi ve manevi yükü azaltacak bir yol arıyorduk ve bir yerlerden başladık. Öncelikle kozmetik ürünlerimizin hepsini attık, ardından evimizdeki tüm süs eşyalarını imha ettik. Hiçbir şey kalmadı gerçekten, giysilerimiz için de benzer bir yol izlememiz gerekiyordu. Bir günümü tamamen bu işe ayırdım, gerçekten dolabımda hiç giyilmemiş ya da bir iki kere giyilip bir kenara bırakılmış ne kadar çok kıyafet varmış! 

Hepsini tek tek ayırdım, yıkadım, ütüledim ve tasnif ettim. Yardıma muhtaç olan ailelere ulaşması için kolları sıvadım, üstelik bununla da yetinmedim, çalıştığım okuldaki tüm öğrencilerime, öğretmen arkadaşlarıma duyurdum, desteklerini istedim. Giderek büyüyen bir kampanyaya dönüştü bu durum. Kolilerimizi özenle düzenlemeye başladık, yakında ihtiyaç sahipleri için yola çıkacak.

Şu an giysi dolabımda bu kış bana yetecek bir kaş parça eşyanın dışında hiçbir şey kalmadı. Elzem olmayan şeyleri de kesinlikle satın almayacağım bundan sonra. Giyim gereksiz, aldatıcı bir vitrin, elbette çok zor insanın kıyafetlerinden vazgeçmesi lakin imkansız değil. Çok büyük bir arınma ve muhteşem bir ferahlık. Bunun huzurunu tarif etmem mümkün değil, belki çok büyük işler yapamıyoruz ama bir yerlerden tutunmak bile var edebiliyor bizi, var ettiğine inanıyorum. Daha nicelerine umarım. 

11 Aralık 2016 Pazar

Heba

"Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir, diye cevap verdi Resul de; bunda şaşılacak bir şey yok." 

***

"Bir insanın kendisine zulmedene gülümsemeye mecbur bırakılmasından daha beter bir zulüm olamazdı yeryüzünde."

Hasan Ali Toptaş

Antabus












Leyla Taşçı, kadın. İstanbul'un kenar mahallelerinden birinde unutulmuş, hor görülmüş, daha doğrusu yalnızca ailesi değil, kadın olduğu için tümden ülke, tümden dünya unutmuş Leyla'yı. Sonra Leyla hayatı bir masala dönüşsün istemiş, Ömer'e aşık olmuş, Ömer alacağını alıp Leyla'yı ortada bırakmış, hiç de öyle televizyonlarda gördüğü gibi değilmiş aşk, bildiği her şeyi televizyondan öğrenmiş ortacı Leyla, sonra abi dediği bir adamın tecavüzüne uğramış, lal olmuş, lal olmak zorunda kalmış, kimseye bir şeyler diyememiş, bir tek o parktaki, o heykel adama anlatmış, onu öpmüş hatta, onunla uzun uzun öpüşmüş, sonra Leyla'yı evlendirmişler, zorla, kim alacak seni demişler, dul bir adama vermişler, adam alkolik, her allahın günü dövmüş Leyla'yı, Leyla direnmiş, bu kötü adamdan çocuğu olmasın diye her yolu denemiş, bari anası yanında olsun istemiş, o da kadındır demiş, anası babasının yanından ayrılmamış, Leyla'yı gerçek anlamda kimse sevmemiş, bir tek o parktaki heykel sevmiş, Leyla kimi zamanlar kadından bir heykele dönmüş, dönmüş kendi etrafında, bir yol aramış, bulur gibi olmuş bulamamış, üçüncü çocuğuna da hamile iken dünya yükü ağır gelmiş Leyla'ya ya da dünyanın yükünden daha ağırmış Leyla, çocukları, üzülmesin istemiş, hep onları düşünmüş, hani o televizyondaki mükemmel anneler var ya, sürekli doğuran, doğurdukları ile gurur duyan, çocuklarının psikolojisini düşünen, pozitif anneler, bir tek kendi evlatlarına duyarlı anneler, Leyla'yı duymayan, Leyla gibi kadınları duymayan anneler, kadınlar, erkekler, aileler, bekarlar, alt komşular, üst komşular, kenar mahalleliler, yüksek zümreler... Leyla kocasını öldürmüş, çocuklarını öldürmüş, kendini öldürmüş. Leyla dünya yükünden kurtulmuş ya da dünyanın yükünden daha ağırmış Leyla. 

Nihal Yalçın'a ve ekibine sevgilerle. Bizi muhteşem bir oyunun (gerçekliğin) içinde dört döndürdünüz. Var olsun sanatınız. 

8 Aralık 2016 Perşembe

Bütün Kozmetik Malzemelerimi ve Sosyal Medya Hesaplarımı Çöpe Attım!

Bir erkek olarak az sayıda kozmetik malzeme kullandığımı söylesem yalan söylemiş olurdum. Peki bugüne kadar neler kullanıyordum?

-Nemlendirici krem
-Yüz yıkama jeli
-Şampuan
-Duş jeli
-Saç köpüğü
-Sıvı keratin/Saç yağı
-Saç spreyi
-Saç şekillendirici krem
-Wax
-Dudak balmı
-Koltuk altı deodorantı
-Parfüm

25 yaşındayım ve saydığım tüm bu kozmetik malzemeleri lise yıllarımdan beri kullanıyorum. Vejetaryen beslenen, yediklerime içtiklerime dikkat eden bir insanım. Vejetaryen beslenmeyi yaşam tarzı haline getirmişken, daha doğal ne yapabilirim, hayatımda neleri değiştirebilirim diye düşünürken bu saydığım malzemelerin hepsini çöpe atmaya karar verdim. Ergenlik dönemimde bile yüzümde sivilce çıkmazdı, yıllarca işe yaraması gereken tüm bu kozmetik malzemelerin cildimi daha kötü yaptığını fark ettim. Bir tüketim hırsı, daha iyi görünebilme aşkı ile kullanıyoruz lakin tamamen kapital bir tuzak; yüzümde ufak tefek sivilceler çıkmaya başladı. Peki şimdi ne kullanıyorum? Bitkisel, tamamen doğal bir şampuan kullanıyorum. O bittikten sonra zeytinyağlı defne sabununa geçmeyi planlıyorum. Evet bunun haricinde kullandığım tek bir kozmetik malzeme kalmadı. Kendimi çok hafif ve çok iyi hissediyorum. Tüm bunlarla birlikte evimdeki gereksiz süs eşyalarını da attım. Evim şu an öyle ferah oldu ki anlatmam, üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi. 

Sosyal medya hesaplarıma gelirsek onları da elden geçirdim. Yalnızca facebook ve instagram kullanıyorum. Facebook'u uzun süredir yalnızca haber okumak ve işimle ilgili önemli paylaşımları takip etmek amacı ile kullanıyordum zaten. Paylaşım yapmıyorum. İnstagram'da ise hemen hemen tüm fotoğraflarımı sildim. İnstagram anlayışım zaten suratımı ve hayatımı paylaşmak konsepti ile oluşmuş bir hesap değildi. Doğa fotoğrafları çekiyorum, gezdiğim gördüğüm yerlerden güzel enstantaneler paylaşıyorum. Suratımı paylaştığım hiçbir fotoğrafım kalmadı, ne büyük bir mutluluk! 

Daha önce bunun üzerine uzun uzun yazmıştım. Artık hayatlarımızı sosyal medya üzerinden yaşıyoruz. Mutluymuş gibi görünüp, insanlara lüks ve mükemmel olduğunu düşündüğümüz hayatlarımızı gösterip, kendimizi bir şekilde tatmin etmeye çalışıyoruz. Sürekli birilerine bir ispat çabası içerisindeyiz. Böyle bir hayat algısından da mutlu ve samimi olduğumuz gerçeğini çıkaramayız elbette. 

Şimdilerde pek mutluyum efendim, vücuduma ve ruhuma zarar veren pek çok şeyden arındım, sadeleştim ve ferahladım. Hem duygusal anlamda hem de maddi anlamda sadeleşmek insana müthiş bir dinginlik veriyor. Deneyin derim, kendiniz için kıyısından köşesinden olsa dahi minik değişiklikler yapın, eminim çok daha huzurlu olacaksınız. 

6 Aralık 2016 Salı

Hasan Ali Toptaş: Heba

"Hasılıkelam, çerden çöpten de olsa insan bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup, ya da boşlukları bile tutup işte böyle bir babaya dönüştürüyor benim gibi. Hiç kuşkusuz insan başka yollarla da var edebilir kendini, diyelim uzun bir öpüşmenin derinliklerinde kaybolarak, bir bakışın ateşinde yanarak, bir kitabın ruhundan doğarak, bir dokunuşla sarsılarak ya da şu an hatırlayamadığım daha akıllıca yahut daha aptalca birtakım şeyler yaparak da var edebilir. Çarçabuk doyan küçük karınlı ruha sahipse, bir köşeye oturup sadece çekirdek çitleyerek de var edebilir söz gelimi. Mayasına karışan vahşi gölgelerin arasında yaşıyorsa, birtakım şeyleri kırıp dökerek de var edebilir. Hatta bütün bunların ötesinde, bazı şeyleri yapmamakla da var edebilir ama babayla var olmak bu saydıklarımla kıyaslanamayacak kadar farklı bir şey bence. Farklı olmasının yanı sıra, çok eski bir şey aynı zamanda; belki kuşlar, belki bulutlar, belki taşlar kadar eski bir şey."

30 Kasım 2016 Çarşamba

Fantastik Okumak Üzerine

Küçükken ne doğru dürüst çizgi film izlediğimi hatırlıyorum ne de televizyondaki çocuk programlarını. Genelde radyo dinlenirdi evimizde, radyo ile büyümem büyük şans. En sevdiğim kitap serisi ise Ayşegül idi. Annem her gece, Ayşegül'ün maceralarını okurdu yatağımda. Böyle renkli, canlı, lepiska saçları vardı hatırladığım kadarı ile Ayşegül'ün. Ben büyünce tüm Ayşegül kitaplarımı bir okula bağışladık, çok iyi ettik. 

Çok okuyan bir çocuktum, ergendim, gençtim şimdi genç bir adamım. Çok ağır şeyler okuduğumu hatırlıyorum, memleketteki evimizdeki geniş kitaplığımı her düzenlemeye kalkışımda kendime şaşırıyorum. Kimini yarım yamalak anladığım ama bir satırını bile atlamadan okuduğum kült kitaplar, Rus klasikleri, Alman edebiyatı... Lakin fantastik benim için hep soru işareti olarak kaldı(?) Kendime bunun için bir sebep arıyorum lakin bulamıyorum. 

İlginçtir ki yaşım büyüdükçe fantastiğe olan ilgim arttı. Defalarca, evirip çevirip Harry Potter okumalar, Yüzüklerin Efendisi ile farklı dünyalara dalmalar, Eragon serisi ile ejderhaların dünyasını keşfetmeler, Saphira'nın sırtında türlü hayallere koşmalar, Nail Gaiman'ın dünyasına adım atmalar derken fantastik yolculuğumun az buz olmadığını keşfettim. Büyücülük okulları, minik büyücüler, iksirler, gotik bir atmosfer, karanlık güçler, iyilik ve kötülük savaşları; bunların hepsi beni acayip heyecanlandırır oldu. Belki de büyüdükçe dünyanın gerçekliğinden, dünyanın ağrısından kaçıp kendimize daha masum ve doğa üstü bir şeyler arıyoruz, yeni bir dünya yaratmak istiyoruz, içinde yalnızca biz ve hayal dünyamızın şekillendirdiği karakterler olan.  

Hala pek çok okuyorum, çiziyorum, yazıyorum. Edebiyatı baştan sona büyülü bir dünya olarak görüyorum. Şu aralar yine fantastik bir maceraya yelken açma zamanımın geldiğini düşünüyorum. Nedense hep canımın yandığı, üzgün olduğum zamanlarda fantastik okuyorum. Yepyeni bir seri beni kendime getirecektir eminim ki. 

29 Kasım 2016 Salı

Sevmek

Sevmek işi çok zor iş. Az konuşan bir insanım, tüm dünyam içimde, içimde oluyor ne oluyorsa. Dışarıdan çok belli olmuyor, zaman zaman yüzüm düşüyor onu da herkes fark etmiyor. 

Tamam diyorum, adım atmaya başladığım anda bir şeyler beni geriye itiyor. Hissedemiyorum, bir yerde, içimde istiyorum ama tümden koyvermek kendimi elimden gelmiyor çoğu zaman. Zaman mı gerekir, yoksa zaman bizi öğütüp mahvetmekten başka bir işe yaramaz mı emin olamıyorum. Hem bir deva gibi hem de acı verici zaman. Tıpkı hayattaki tüm zıt duygular gibi, her şey birbiri ile iç içe geçmiş durumda. Duygularımız safını belli edemiyor, bir türlü karar veremiyoruz. Veremiyorum. 

Sevmek işi çok zor iş. Beceremiyorum, üzülüyorum, olmuyor, oluyor derken sonunda bir başıma dönüyorum yine dünyama. 'Belki' kalıyor geriye, belki olur diyorum bir gün. Hiçbir şey gibi o da bilinemiyor, ona da ulaşılamıyor. 

28 Kasım 2016 Pazartesi

Yeşil Peri Gecesi II

"Bizde itiraf yoktur.
Bizde itiraf eden huzur bulmaz. 
Bizde itiraf demek, suçumuzun her bir ayrıntısının hücrelerimize yapışması demektir. 
Biz itiraf edersek unutamayız.
Biz oysa unutmak isteriz, olmamış gibi yapmak.
Biz mecbur kalırsak tövbe ederiz hemen ardından unutmak için, suçumuzu da öyle fazla sayıp dökmeden üstelik (Allah biliyor nasıl olsa, ayrıntılarla onu meşgul etmeye ne lüzum var?)
Bizim tarihimiz unutarak gömdüğümüz günahlarımızın tarihidir. Kurcalayıp durmayın. Eski defterleri açmanın ne faydası var canım?
Biz dolaylı insanlarız, bizde yalanlar ve gerçekler arabesk motifler gibi iç içe geçe.
Bizim milli ikilimiz Suç ve Ceza değildir.
Bizim milli ikilimiz Suç ve Nisyan'dır."

Yeşil Peri Gecesi

"Artık kırılmam Ali, korkma. Yıllar geçti, büyüdüm, yaşlandım. Arkamda ne hor görülmeler, ne arayışlar, çabalar, zavallılıklar bıraktım. Tek bir arkadaşa bağrımı açtım. Onun da kucağımda ölümünü izledim, öyle çaresizdim ki, kendine iyimser bir anne aradığı gözünün bebeğinden okunan, bu arayışa tutulduğumu çok sonra anladığım bir adamı oyaladım yıllarca. Onun hem annesi hem karısı oldum. Onu kucakladım, başını göğsüme yasladım, avuttum. Sanki bende çok varmış gibi ona umut verdim. Ona bir ninni söylemediğim kaldı. Onu bir yeniden doğurmadığım kaldı. (Bösodobeni! Hatırladın mı? Ezberden okurdun bana bunu.)

Şimdi anlat bana, beni neden terk ettiğini."

Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar?












Dün iş çıkışı doğruca sinemaya koştum. Biliyorsunuz ki biz Harry Potter sevenleri heyecanlandıran gelişmeler oldu son dönemde. Önce, Yapı Kredi Yayınlarından serinin devam kitabı olarak nitelendirebileceğimiz "Lanetli Çocuk" adlı oyun/kitap yayınladı. Onunla ilgili ayrıntılı bir yazı yazmıştım. Bu sefer aradan çok fazla vakit geçmeden "Fantastik Canavarlar" vizyona girdi. 

Filmi fazlasıyla beğendiğimi itiraf etmeliyim. Eddie Redmayne çok beğendiğim bir oyuncu. "Danimarkalı Kız" adlı filmdeki performansı da takdire şayandı, Fantastik Canavlar'da da enfes bir oyunculuk sergilemiş.

Film boyunca, Londra'dan New York'a elinde bir valiz ile gelen genç büyücü Scamander'ın maceralarına tanık oluyoruz. Bu sırada bir sürü fantastik canavar ile tanışıyoruz ve aslında onlardan korkmamamız gerektiğini, onlara nasıl yaklaşmamız gerektiğini öğreniyoruz. 

Bir başlangıç filmi olarak bu büyü dünyasına şahit olmak beni gerçekten çok mutlu etti. Sanırım tek sorun optik gözlüklerimin üzerine üç boyutlu gözlükleri takarak izlemek zorunda olmamdı. Şu üç boyutlu film olayına hiç alışamadım. 

Harry Potter sevenler zaten filmi kaçırmayacaktır, koşa koşa gidin ve izleyin, iki saatlik süre boyunca hiç ama hiç bir şey düşünmeden, fantastik canavları seyretmenin keyfine varın derim. 

19 Kasım 2016 Cumartesi

İstanbul'da Yaşamak Üzerine

Bazen dışarıdaki hayata adapte olmakta zorlanıyorum. İstanbul, zamanı feci derecede hızlı tüketen bir şehir. Yorgun, yoğun ve ruhsuz. Yaşadığım yer İstanbul olsa da, nispeten şehrin gürültüsünden uzak. İnsan kalabalığı da yok. Buna rağmen bu şehirde yaşamanın vermiş olduğu yorgunluğu genç yaşıma rağmen iliklerime kadar hissediyorum.

Bir kere sizi sürekli bir tüketim isteğiyle dolduruyor. Kendinize ne kadar ket vurmaya çabalasanız da, ihtiyacınız olmayan bir sürü şeyi tüketmeye başladığınızı görüyorsunuz. Çünkü nüfusun büyük çoğunluğu bu vakıaya kapılmış durumda, tepkiniz hal böyle olunca yersiz ve virane kalıyor. Aşırı tüketim ile birlikte üreten insan sayısı ise oldukça az. Kendime sürekli soruyorum, sen neler üretiyorsun? Öğrenci yetiştiriyorum, bilgimi onlarla paylaşıyorum, öğretiyorum, okuyorum, sanatın peşinde koşuyorum, porselen desenleme sanatı ile uğraşıyorum, özgün eserler çıkarıyorum, öykü yazıyorum, bir internet sitesi için yazılar yazıyorum, yıllardır bu blogu yazıyorum... Bunların hiçbiri yeterli değil ne yazık ki. İnsanoğlu kesinlikle üretmek için programlanmış. Günümüzde ise ürettiğimizden çok tüketiyoruz, sanırım mutsuzluğumuzun altında yatan en büyük sebep bu. Üretememek, bolca tüketip tükenmek. 

Bunun dışında maddi anlamda da İstanbul'da yaşamak çok zor. Ev sahibi olmak çoğu insan için bir hayal, kiralar artık zengin fakir muhiti ayırmaksızın her yerde çok pahalı, kışın ısınmak zor, bir sitede oturuyor iseniz aidat ücretleri çok fazla, ulaşım pahalı. 

Doğa dergilerinde gördüğümüz, filanca kişi her şeyini bırakıp dağa taşındı, ormanda tek göz ev yaptı, doğduğu köye yerleşti gibi haberlerin baş kahramanlarına gıpta ediyorum. İmkanlarım daha geniş olsaydı hiç düşünmez, bu yaşımda küçük bir köy evi alıp, içinde bir sürü kedi besler, edebiyata dalar, öyküler yazardım. Lakin bunun için kararlıyım, birkaç sene daha çalışıp iyi bir birikimin ardından tüm işimi gücümü bırakıp minik bir köy evine yerleşeceğim. Yoksa bu şehir gerçekten bitip tüketecek beni.  

17 Kasım 2016 Perşembe

Şule Gürbüz: Zamanın Farkında

"Bir yandan sevinmek gerekir ki insan dışarıdan bakınca görülmüyor. İçindeki sürekli kramp, yüze bir nevroz ifadesi verse de ne olduğu anlaşılmıyor. Kaldı ki o nevrotik ifadeyi bile neyse ki anlayan pek az. "İnsanlar bir şey görmüyor, anlamıyor," diye şikayet edene şaşarım, kim görülmek anlaşılmak ister ki, gördüğünü kucaklayabilecek kim var ki, bir de görülmekten söz edilebiliyor. Böyle bir hayalet gibi, hiç olmadığın şekillerde algılanıp geçip gitmek, içinde gizli, sonsuz bir ağrı ile yaşamak. .. başka çaresi var mı? Güneşin parlaması ya da hafif bir rüzgar acı verir, merdivenler ve gülüşen gençler, bir müzik sesi, bir ilaç şişesi, bir yiyecek kokusu, durmadan bu kalabalığa katılanlar ve ayrılanlar, katılanın çiğ şaşkınlığı ile ayrılanın bitmemiş şaşkınlığı, olgunluk denilenin de incindiğini, kırıklık duyduğunu, haksızlığa uğradığını belli etmemek, insanın erişeceği olgunluğun saklanabilmek olduğu yerde, kim görülmek ister ki, ben mi?"

15 Kasım 2016 Salı

Acının İlacı

"kaderime, kederime razıyım ederime
 gönlünü duy, söyle dileğini
 bahçemiz olsun, dilimizi yutsun
 bilen çözer elbet bir gün düğümleri

 ne kralın tacı
 ne kısa günün kazancı
 garibin harcı
 acının ilacı..."

 Adamlar

Sanırım albümle ilgili bir şeyler karalamadan devam edemeyeceğim hayatıma, bu nasıl müziktir yahu? Uzun zamandır böyle sağlam bir albüm dinlememiştim. Her sözden mi duygu fışkırır içerimize içerimize, hep çalın hep söyleyim abiler, adamlar. Başımda kurbağalar gönlümde binbeşyüz metrelik duygular. 

Adamlar: Rüyalarda Buruşmuşuz


Yazı üzerine yazı oldu lakin bunu da şuraya not etmeden gitmeye içim el vermedi. Adamların yeni albümü "Rüyalarda Buruşmuşuz" çıktı efendim.

Şarkıların hepsi Adamlardan bizlere bir füze edası ile fırlatılmış durumda. Albümden en sevdiğim şarkı muhabbetine hiç girmeyecektim ama "Ah Benim Hayatım" adlı şarkıları bir başka dokundu kalbime, günlerdir yamacımda, saçlarımda, kulaklarımda, dilimin üzerinde dilim dilim. 

"nasıl güzel üzülüyorum bazen gece bir vitrine bakar gibi,
 nasıl güzel üzülüyorum bazen süs çiçeği koklar gibi..."

Dinleyiniz, dinlettiriniz. Saygılarımla. 

Nahid Sırrı Örik: Kozmopolitler

"Kozmopolitler", yeni okumaya başladığım Nahid Sırrı külliyatının eserlerinden bir tanesi. Kıskanmak'tan sonra tercihim kendisinin bu romanından yana oldu. Aşağı yukarı "Kıskanmak" ile benzer nüanslara sahip olan, zaman olarak hemen Cumhuriyet sonrasını işleyen kısa bir roman. 

Romanda söz konusu olan önemli şahsiyetler bir hayli fazla. Enise Hanım, kendisini aldatan eşini Avrupa'da bırakarak, annesi Madam Blanş ve kızı Suzan ile birlikte İstanbul'a gelerek, Osmanbey'de bir apartmana yerleşmiştir. Dönemin cemiyet hayatına hızlı bir giriş yapmış, geçmişi pek aydınlık olmayan lakin epey varlıklı bir kadın olan Prenses Müzeyyen ve oğlu Prens Cevat ile bu cemiyet ortamında tanışmıştır. 

Hikayenin seyrine, sonunda nasıl bir vaziyet ile nihayet bulacağına önceden kanaat getirmek mümkün oldu benim için. Nahid Sırrı, tıpkı Kıskanmak adlı eserinde olduğu gibi güzellik ve çirkinlik kavramlarını aleni ve keskin bir biçimde ele almış. Bunun dışında yine oğlunun gönül maceralarına göz yuman hatta onu teşvik eden bir anne olarak burada karşımıza Prenses Müzeyyen çıkmaktadır. Kıskanmak adlı romanında ise bu karakter Nüzhet'in annesidir. 

Henüz iki romanını okuyarak vakıf olduğum üzere Nahid Sırrı, eserlerinde benzer kavramları işleyen, esasen dışarıdan bakıldığında sıradan gibi görünen lakin sıradan ve bilindik hikayeleri kendine has üslubu ile işleyebilen bir yazar. Onun yazım tekniğini çok şık ve duru buluyorum. Kozmopolitler de epey etkiledi beni, hatta romanı baştan sona bir kahve molası eşliğinde anneme dahi anlattım. O da epey şaşırdı. 

Nahid Sırrı'dan devam edecektim lakin çok sevdiğim bir dostumun doğum günüm için hediye ettiği Şule Gürbüz'ün "Zamanın Farkında" isimli eserine başladım. Bu eser bitince Nahid Sırrı'nın "Eski Zaman Kadınları Arasında" ya da "Abdülhamid Düşerken" adlı eserlerinden birini okumaya başlayacağım. Umarım külliyatı kısa sürede bitirir, kendisi üzerine yapılan akademik çalışmaları okumaya geçebilirim. 

12 Kasım 2016 Cumartesi

Yalçın Tosun: Kendini Tutan Su


ama kalsınlar sonra
sokağın ayazına birlikte karışalım

ilk kez sarhoş olsunlar
biri aşktan söylerken
en delişmen olanı eflatun oğlanların
sigaramı yaksın

şu karşı kaldırımda çıplak ayak koşalım

Yalçın Tosun

11 Kasım 2016 Cuma

J.K. Rowling: Harry Potter ve Lanetli Çocuk


Tüm dünyada Harry Potter severler tarafından büyük bir heyecan ile beklenen "Harry Potter ve Lanetli Çocuk" isimli devam kitabı 3 Kasım itibari ile ülkemizde raflardaki yerini aldı. Kitabı 3 Kasım tarihinde çevremde bulamadığım için internet üzerinden sipariş verdim bu yüzden birkaç gün kadar kargonun elime ulaşmasını bekledim. Elbette ki bu süreyi de Harry Potter hakkındaki bilgilerimi tazeleyerek, film müziklerini dinleyerek geçirdim. 

Öncelikle şundan bahsetmek istiyorum; bana yıllar sonra gelen bu tarz devam kitapları çok doğru gelmiyor. Ardı ardına okuduğumuz ve tüm dünyanın belki de en çok sevdiği seri olan Harry Potter hikayesini uzun yıllar önce bitirdik. Zorlu Hogwart savaşları ile heyecanımız doruğa çıktı ve yine iyilik kazandı, pek çok iyi yürekli ve önemli kahramanının ölmesine rağmen, serinin sonunda Harry Potter ve arkadaşlarının savaşı kazanması içimizde tatlı bir umut bıraktı.

Elbette kitabı alıp büyük bir heyecanla okudum, tıpkı yıllar öncesinde bir çocukken olduğu gibi gece gözüme uyku girmedi, köşeme çekilip kitabın tadını çıkardım. Sahne metni okumak okur olarak alışık olduğumuz bir durum değil, bu yüzden okuması beni biraz zorladı.

Gelelim Harry Potter ve sonrasına. Öncelikle, hikayenin Albus etrafında döndüğünü söylemem gerekir. Albus ve Scorpius, içerisinde Voldemort'u ve meşhur kehanetini barındıran bir maceraya atılırlar. Maceralarının özünde ise yıllar önce Üç Büyücü Turnuvasında ölen Cedric'i kurtarma hayali vardır. Bu iki yakın arkadaş, ellerine geçirdikleri zaman döndürücü ile bir sürü macera yaşayacaklardır. Malfoy'un oğlu ile Harry'in oğlunun en yakın arkadaş olmaları da pek güzel değil mi?

Eserin en heyecan verici olan taraflarından biri de bence Harry Potter ve arkadaşlarının orta yaşlı hallerine tanık olmaktı. Aralarındaki diyaloglar, bir arada oluşları ve özellikle Malfoy ile olan yakın ilişkileri beni epey duygulandırdı. 

Hikayenin başında Harry ve oğlu Albus arasındaki çatışma beni fazlasıyla kederlendirdi fakat hikayenin sonuna doğru toparlandılar. Harry'nin ilk oğlu James hakkında ise neredeyse hiç bilgi verilmemiş olması beni biraz şaşırttı. 

Kitabı hemen rafımdaki serinin sonuna ekledim. Baktıkça mutlu oluyorum, içimi bir sevinç kaplıyor. 25 yaşına geldim ama hala Harry Potter benim için en yakın dost, sırdaş. 

Çeviriler yine Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu'ya ait. Zaten başka birilerinin çevirdiğini düşünemiyorum. Onlara da ayrıca teşekkür ederim ve tüm Harry Potter severlere keyifli okumalar dilerim. 

6 Kasım 2016 Pazar

Nahid Sırrı Örik: Kıskanmak

"Kıskanmak... Seniha'nın yüreğinde ilk beliren, kendisini ilk duyuran ve hemen her gün daha fazla gelişip büyüyen his bu olmuştu. Halit'le aralarında sekiz yaş vardı ve onu kıskanmadığı zamanı hiç bilmiyordu. Hayatının en eski, en bulanık ve silik hatıraları arasında bile bu kıskançlık her şeye hükmeden bir yer tutuyordu..."

***

"Adeta ağır bir hastalıktan kurtulmuşların nekahet devrinde kendi nefislerine aşık oldukları gibi bir haleti ruhiye içinde yalnız kendini düşünüyor, kendini seviyordu." 


Nahid Sırrı'nın "Kıskanmak" isimli romanı, hatırlarsınız ki Zeki Demirkubuz tarafından filme çekilmişti. Filmi izlemeden önce ne yazık ki Nahid Sırrı'yı tanımıyor idim. Artık vaktinin geldiğini düşünerek yoğun tempomun içerisinde Nahid Sırrı külliyatını okumaya karar verdim. Seçtiğim ilk eseri ise külliyatının en meşhur romanı "Kıskanmak" oldu pek tabii.

Kitaba başlamadan evvel, Enis Batur'un kaleme almış olduğu "Tutkunun Negatif Çehresi Üzerine Kanlı Bir Divertimento" isimli yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Batur, romanı çok geniş bir perspektiften ele alıyor, hatta yer yer Freud'un psikanalizinden yola çıkarak roman kahramanları hakkında küçük analizler de yapıyor. Hakikaten çok kıymetli bir yazı olmuş. 

Romanın içeriğini uzun uzun anlatmayacağım. Seniha karakteri beni fazlası ile etkiledi hatta biraz mübalağa ederek ve arabesk bir söyleme dalarak ifade etmeliyim ki parçaladı, ezdi geçti. Yıllardır içinde büyüttüğü kıskançlık, yok sayılma, çirkinlik, önemsenmeme ve adeta kendisini dış dünyaya kapama durumu, Seniha'nın haleti ruhiyesi üzerinde nasıl zuhur etmiş, roman boyunca hayretler içinde kaldım. Tüm bu negatif duyguları bünyesinde aynı anda barındırabilen Seniha'nın Mükerrem ve Halit karşısında benimsemiş olduğu tutum fevkalade çarpıcı. Ki belirtmeliyim, film de bende roman kadar güçlü bir etki bırakmıştı. 

Nahid Sırrı Örik edebiyatımızın keşfedilmemiş kalemlerinden biri. Eşcinselliği, eserlerindeki güzellik ve çirkinlik kavramlarını bu kadar net, keskin ve sonsuz bir biçimde ele alışı, hem Osmanlı Devletini hem de Cumhuriyet'i görmüş, her iki sistemin içinde yaşamış bir biri olarak hayata ve ülkeye bakış açısı, bence onu edebiyatımız nazarında çok mühim kılıyor. 

Külliyatından ikinci seçimim ise "Kozmopolitler" adlı kitabı oldu. Geç de olsa kendisi ile tanıştığım için pek mutlu ve şanslı sayıyorum kendimi. 

Kendisinin eserleri Oğlak Yayınları tarafından basılıyor. Aynı zamanda filmde Seniha karakterini canlandıran Nergiz Öztürk, Antalya Altın Portakal Film Festivalinde en iyi kadın oyuncu ödülünün sahibi olmuştu. Filmi izlemeden önce eseri okumuş olsaydım, kesinlikle Nergiz Öztürk'ün canlandırdığı gibi bir Seniha tasavvur ederdim zihnimde. Sözün özü, dev bir eser ve başarılı bir film. 

31 Ekim 2016 Pazartesi

Christopher Isherwood: Prater'in Menekşesi

"Ama eğer bu benimse, gerçekten içimdeyse... O zaman... İşte o zaman... Ve bu anda, ama çok silik, çok uzak, bulutların arasındaki dağlarda zar zor seçilen bir keçi yolu gibi, bir şey daha görüyorum: Güvene giden bir yol. Korkunun, yalnızlığın olmadığı, J.'ye, K.'ye, L.'ye, M.'ye ihtiyaç duymadığım bir yere gidiyor. Bir saniyeliğine görüyorum. Hatta bir anlığına çok net görünüyor. Sonra bulutlar kapanıyor, zirvenin acımasız soğuğu yüzünden donmuş buzulun soluğunu yanağımda hissediyorum. "Yok," diyorum kendi kendime, "bunu asla yapamam. Tanıdığım korkuyu, bildiğim yalnızlığı tercih ederim... Diğer yolu seçmek, kendimi kaybetmek demek. Artık bir kişi olmayacağım demek. Artık Isherwood olmayacağım. Yok hayır. Bu, bombalardan bile korkunç. Sevgilim olmamasından bile korkunç, bununla asla yüzleşemem."

Christopher Isherwood, en sevdiğim yazar. Sevdiğim pek çok yazar olmasına rağmen, en sevdiğim yazar olarak direkt aklıma onun isminin gelmesinin bazı sebepleri var. Genelde insanlar sohbetleriniz sırasında en sevdiğiniz yazarın ismini sormazlar, lakin bir gün biri soracak diye kendi içimde hep onun ismini cevap olarak tekrarlıyorum. Okuyan birinin, en sevdiği yazar olarak tek bir ismi belirlemesi durumunu da çok doğru bulmuyorum fakat kalbim yine renkli kokulu rayihalar arasından onun ismini sesleniyor. 

Kendisi ile tanışmam epey zaman oluyor. Lise yıllarımda gittiğim büyük şehirlerin birinden "Hoşçakal Berlin" isimli kitabını alıp okumamışım. Yıllar sonra üniversite dönemimde rafından çıkarıp okuduğumda çok etkilendim. Ardından "Tek Başına Bir Adam Geldi", defalarca okuduğum nadir kitaplardan biri olarak yazın dünyamda yer etti. "Mr. Norris Aktarma Yapıyor" adlı eserini de geçen yıl çok sevdiğim aynı zamanda edebiyat öğretmeni olan bir dostum ile birlikte okuyup analiz ettik. Geçtiğimiz Cuma kitapçıda yeni kitabını görünce çok sevindim, hemen aldım ve okudum. 

Isherwood'un çok ritmik olmayan lakin beni etkilemeyi başaran bir dili var. Sade değil ağır bir dil ama etkileyici. Bunun dışında romanlarında, gerçek hayatının büyük bir kısmını resmediyor oluşu benim hoşuma giden durumlardan biri. Sahici, yalanı olmayan, eşcinselliğini dahi apaçık bir biçimde ortaya dökmek yerine, okuyucunun bir eşcinsel olduğunu anlamasına olanak verecek manalı aralıklar bırakabilen bir yazar. Bu tutumu da onu naif ve şahsiyetli kılıyor bence. Kendisi hakkında daha fazla kelam etmek isterim lakin şimdilik tadında kalsın. Ben de yaşadığım sevinci ve yayınlanmış olan son romanını okuyup, içimde güzelleyeyim. Ayrıca, Isherwood romanlarını basan Yapı Kredi Yayınlarına da teşekkürü bir borç bilirim. Mutlu ettiniz efendim. 

İlhami Algör: Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

İlhami Algör, son dönemdeki eserleri ile okurlar tarafından tanınır, daha çok okunur hale geldi. Uzun süredir listemde olan bir isimdi, İletişim Yayınlarından çıkan kitabını hafta sonu tatilimde alıp okudum. İtalyan Yokuşu, Tophane, avaramu ve Müzeyyen desem kitabı bu dört kelime ile muazzam bir şekilde özetlemiş olurum sanırım. Hoşuma giden şu kısmı paylaşmak istiyorum, Sadri Alışık'ın isminin geçtiği her yerde büyük bir heyecan duymamak ne mümkün:

"Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenini bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine..."

Başkasına ihanet etmemek adına kendine ihanet eden, hayatla enfes bir mücadelenin içerisine girip sürekli kaybeden, şahsına ve akabinde tüm dünyaya okkalı küfürler yağdıran, kalbi sütliman oluncaya dek kır atlar üstünde koşturan ve Sadri Alışık ağladıkça ağlayan güzel insanlara gelsin diyorum bu kitap. 

29 Ekim 2016 Cumartesi

Emrah Serbes: Müptezeller

"İlk öpüştüğüm kızı özlüyorum bazen. Ama sorun o değil ki. Geçmişle arama bir duvar örüldü sanki. 'Özlesem ne olacak,' diyorum. Yine de insan özlemek istiyor. Derinden izlemek istiyor geçmişi ama nefret de ediyor o günlerden. Sorun şimdi, sorun şu an. İnsanın şimdisi boktan olunca geçmişi ne yapsın. Geçmişe özlem duymak için hali vakti yerinde olmalı insanın ya da en azından bir zamanlar hali vakti yerinde olmuş olmalı. Benim hiçbir zaman halim vaktim yerinde olmadı ki. Hayatta hiçbir bok olmamışken kendi canıma da kıyamam. Bunun da manası yok. Ya yazar olacağım ya katil. Bu Ankara'da başka yol yok benim için. Var mı, söyle Karabüklü?"

Emrah Serbes'in yeni kitabı Müptezeller çıktıktan bir gün sonra alıp okudum.Antalya, İstanbul ve Ankara eksininde geçen bir hikaye, bir adam, yaşamış, görmüş, üzerine yürümüş, sinmiş, yorulmuş ve devam etmiş. Devam ettiği yerlerden kopup incinmiş, kaybolmuş, ortaya çıkıvermiş bir adam. Müptezel bir adam.

Emrah Serbes külliyatından okuduğum üçüncü kitap bu. Erken Kaybedenler ve Deliduman'ı da okumuştum. Okuyorum Emrah Serbes'i, ama aramızda çözemediğimiz bir husumet var gibi. Bir buz parçası var sanki. İyi yazıyor, böyle kalbinizin ortasına bıçak saplıyor, tornadan çıkmış, feleğin çemberine takılıp kalmış hayat hikayaleri canınızı acıtıyor. Ürperiyorum, kızıyorum biraz da. Canı yanmış birileri var ya, bu kadar da sahi üstelik, içimizden birileri. Belki bu hikayeler ile barışamıyorum. Acının bu kadar aleni olarak işlenmesini bünyem kaldıramıyor. Aynı hisler içinde okuduğum ve bir türlü barışamadığım bir isim daha var, Hakan Günday. Hemen hemen aynı şeyleri onun yazını için de hissediyorum. Bir gün barışır mıyız Emrah Serbes ile bilmiyorum lakin okumaya devam ediyorum. 

22 Ekim 2016 Cumartesi

Amir: On dirait

Amir'i ilk kez bu yılki Eurovision şarkı yarışmasında tanıdım. "Ja'i cherche" isimli şarkısını çok sevmiş ve favorim olarak desteklemiştim. Kayıt ve klip dışında sahne performansı da gerçekten çok iyiydi. Eurovision 2016 ile ilgili yazdığım yazılarda, Ja'i cherche'in Eurovision üstü bir şarkı olduğunu söylemiştim. Hakikaten öyleydi, şarkısının güç veren farklı bir ezgisi, büyüsü vardı. 













Bugün rastladığım üzere kendisi bir süre önce yeni bir şarkı ve klip ile yoluna devam eder halde. Yarışmayı altıncı olarak tamamlasa da, bence çok büyük bir başarı yakaladı Amir. "On drait" isimli şarkısının ezgileri çok güzel, klip yüz güldüren cinsten. Sonbahar vakti insanın içine umut aşılıyor adeta. Defalarca dinledim bugün. Amir'i takip etmeye devam edeceğim, yolun açık olsun güler yüzlü adam. 

21 Ekim 2016 Cuma

Sema Kaygusuz: Barbarın Kahkahası

Melih ve İsmail için Eda'nın ağzından dökülen sözler silsilesi: 

"Hiç de abartı değil! Aşkı kemirerek de yan yana gelir insanlar. Onların ikisi de birbirinin kemirgeni olmuş bence. Gerçekten arkadaş olsalardı çoktan bitmişti ilişkileri. Arzuyu kabullenip aşkı yaşasalardı altı aya varmaz ayrılırlardı. İkisini de beceremedikleri için sonunda yabancı topraklara esir düşmüşler. Birbirlerini suçlamaktan başka dil kuramıyorlar."

Eda, Ufuk, Turgay, Nihan, Simin, Serpil, Ozan, Ferhan, Selçuk, Alikar... Motel sakinleri, gizemli bir çis mevzusu, çişten mütevellit motel sakinlerinin hissiyaslarını ve hassasiyetlerini dışa vurum güçleri, iç dökmeleri, karakterler arası geçişler, Alikar'ın dünyayı, dini, imanı, kendini - aslında hepsi gerçeğin keşfi- keşfi, benliğinin özgürlüğü, ağlamaklı iç sesi... 

Sema Kaygusuz'dan güzel bir roman, üzerine en çok düşündüğüm, dönüp dönüp tekrar okuduğum kısım Selçuk ve Alikar arasındaki konuşmalar oldu. Manalı, oldukça derin, sonunda karşımıza çıkan, suratımıza çarpan hüzün, Alikar'ın hüznü... Selçuk'un dünyalık sözleri ile biten bir garip hüzün... Gerçekliği keşfedip sonra bundan pişman olmak gibi bir duygu. Bir de İsmail ve Melih arasındaki ilişkinin belirsizliği, aralarında geçen diyaloglar insanı okurken diri tutan cinsten. Etkiledi. 

"Biz rüyalıyız Selçuk. Doğuştan rüyalı. O yüzden hiçbir zaman tam olarak insan olamayacağız. Rüyalarımızı hep eksik hatırlayacağız, hep yarım kalacağız."

18 Ekim 2016 Salı

Hasan Ali Toptaş: Kuşlar Yasına Gider

Bir baba ve oğul güzellemesi "Kuşlar Yasına Gider". Taşra, beyaz atlar, ecel atları, hayal ve gerçeklik ekseni, zaman mefhumunun gizemi, zamanın şaibeli duruşu ve dert dinlemezliği... Hasan Ali Toptaş'ı ifade edebileceğim tüm kelimeler bunlar değil elbet lakin aklıma ilk gelenler. Duruşu güzel, kalemi güzel bir ademoğlu. 

"Demek seni gözünün içine baka baka aldattı ha, dedi bana dönerek yeniden; bir şey söyleyeyim mi, sana da zaten aldatılmak yakışırdı oğlum. 

Bu sözleri duyunca duygulandım birden, ne diyeceğimi bilemeden, usulca yutkundum. İçimden kalkıp babama sarılmak geçti aslında ama yapamadım bunu, baktım sadece. O da bana baktı gözlerini hiç kırpmadan O an, birbirimize bakışlarımızla sarıldık sanki."


Bu çok vurucu bir o kadar da naif bir cümle değil mi? Aldatılmak kavramına bakış açısı, gazellere karışmış bir babanın oğlunun kalbine dokunması, tek bir sözle üstelik! Aldanmak! Güzel olan yalnızca aldanmak. Masumiyeti, insaniyeti korumak. 

Çok farklı bir yazar Hasan Ali Toptaş. Sade cümlelerinin, sözlerinin içinde kuyulara saklanmış manalar yatıyor. Kalemi ve kelamı son bulmasın. 

16 Ekim 2016 Pazar

Yalçın Tosun: Bir Nedene Sunuldum

Yalçın Tosun en sevdiğim öykücülerden biri. Külliyatını an itibarile ile, "Bir Nedene Sunuldum" adlı son öykü kitabı ile bitirmiş bulunmaktayım. Öykülerinin başlıklarından tutun da, işlemiş olduğu cesur duygulara, yarattığı renkli ve her kesimden karakterlere kadar benim için özel bir kalem kendisi. "Bir Nedene Sunuldum" adlı öykü kitabından sevdiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum: 

"Yataktan doğruldu, usulca kalktı, Mithat'ın arkasında durarak çenesini omzuna koydu. Adamın aynadan yansıyan yüzüne baktı. Mithat da, Cihan'ın bakışlarına dikmişti gözlerini. Döndü, onun çocuksu ama hasarsız bir erkeklik vaadi taşıyan yüzünü avuçlarının içine aldı. Genç adam kaşlarını çatmış, bir şey söylemek istermişçesine ağzını aralamıştı ki, ani bir öpüş geldi, sözcükleri o büyülü kuyuya bir süre için hapsetti.

Bir şeyleri örtme telaşının gölgesinde yaralanmış o uzun öpücüğün ağulu çengelinden kurtulur kurtulmaz 'Gidecek misin hemen?' dedi Cihan. 

Der demez, sesindeki engelleyemediği kırıklığa canı sıkıldı. 

"Bir geceyi olsun burada, benimle geçiremez misin?" 

15 Ekim 2016 Cumartesi

25 Yıl Sonra Gelen Doğum Günü Hediyesi

Birkaç yazıdır yazdığım üzere 25 yaşıma girdim. Bu sene 25 yaşım epey ilginç geçti. Genelde doğum günlerimde hep çalışırdım ve kutlamalardan falan da hoşlanmazdım. Bu yıl öyle olmadı, sanki bir şeyler değişmiş, birilerinin kalbine daha çok düşmüşüm gibi. 

Perşembe günü, mesaimin bitmesine yakın müdür yardımcım ve öğretmen arkadaşlarım ellerinde bir pasta ile sürpriz yaptılar. Çok mutlu oldum gerçekten. Ardından bir öğretmen arkadaşımdan pek güzel, minik bir hediye aldım. Mesai bitiminde eve döndüm, annem de kocaman bir pasta almış. Mumları yaktık, üfledik. Çok keyifliydi. 

Dün ise çok sevdiğim iki yakın arkadaşımdan güzel bir sürpriz geldi. Kadıköy'e tiyatroya gitmiştim. Onlar da buluşmuşlardı. Ben tiyatroya gideceğim için yanlarına gidemedim. Ama onlar beni Haldun Taner Sahnesinin önünde yakaladılar, ellerinde beyaz bir çiçek. Sarıldık, dünyanın en büyük mutluluklarından biriydi. Çok güzel bir gelişme daha oldu lakin o özel, bana kalsın. 

En şaşırtıcı olan ise bu doğum günü babamdan hediye geldi bana. Evdeydim, okula gelen kargoların maillerini gördüm. İsmime kargo gelmiş olunca öğretmen arkadaşımı aradım. Gönderenin ismini söyleyince çok şaşırdım. Bugün okula gelip kargomu açtım. İçinde hiç görmediğim bebeklik fotoğraflarım, annemin fotoğrafları... Bir albüm. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyorum. 25 yıldır görmediğim babamın, 25 yıldır göndermiş olduğu ilk doğum günü hediyesi. Sanırım bunu sindirebilmem zaman alacak. Duygularımı ifade etmek konusunda tıkanıyorum. Sadece yazıp anlatmak istedim. Hissettiklerime dair hiçbir söyleyemiyorum. Sadece fotoğraflara bakmakla yetiniyorum...

13 Ekim 2016 Perşembe

Yalçın Tosun: Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler


“Geçen gün spor salonunda olanlar var ya, ben… Mecburdum, anla işte.”

“Ufak bir kırılma anı. Sanki uzun süredir bunları söylemeyi tasarlıyordu da, bir anda söyleyip rahatlamıştı. Ne hissettiğini, bunu söylemenin onun için ne ifade ettiğini çözmeye çalıştım. Hem neyi anlayacaktım ki… Aslına bakarsanız o da öteki oğlanlar gibi bağırıp eğlenmişti karşımda, donum elden ele gezerken. “Bakın arkadaşlar, ibne donu böyle bir şey oluyormuş demek ki!” deyip gülenlerin içinde değil miydi sanki. Bunların hiçbiri umurumda değil diyorum içimden, hiç biri. “Mecburdum,” diyor bana, hem de yüzü yere eğik. “Anla işte” diyor. Bir günahın bahanesiymiş gibi gelmiyor, inanıyorum. Sonsuz bir kabullenişle adamak istiyorum kendimi. Acıma ya da üzüntü bile olsa, onda bir şeyler yarattım diye seviniyorum.”