31 Ekim 2016 Pazartesi

Christopher Isherwood: Prater'in Menekşesi

"Ama eğer bu benimse, gerçekten içimdeyse... O zaman... İşte o zaman... Ve bu anda, ama çok silik, çok uzak, bulutların arasındaki dağlarda zar zor seçilen bir keçi yolu gibi, bir şey daha görüyorum: Güvene giden bir yol. Korkunun, yalnızlığın olmadığı, J.'ye, K.'ye, L.'ye, M.'ye ihtiyaç duymadığım bir yere gidiyor. Bir saniyeliğine görüyorum. Hatta bir anlığına çok net görünüyor. Sonra bulutlar kapanıyor, zirvenin acımasız soğuğu yüzünden donmuş buzulun soluğunu yanağımda hissediyorum. "Yok," diyorum kendi kendime, "bunu asla yapamam. Tanıdığım korkuyu, bildiğim yalnızlığı tercih ederim... Diğer yolu seçmek, kendimi kaybetmek demek. Artık bir kişi olmayacağım demek. Artık Isherwood olmayacağım. Yok hayır. Bu, bombalardan bile korkunç. Sevgilim olmamasından bile korkunç, bununla asla yüzleşemem."

Christopher Isherwood, en sevdiğim yazar. Sevdiğim pek çok yazar olmasına rağmen, en sevdiğim yazar olarak direkt aklıma onun isminin gelmesinin bazı sebepleri var. Genelde insanlar sohbetleriniz sırasında en sevdiğiniz yazarın ismini sormazlar, lakin bir gün biri soracak diye kendi içimde hep onun ismini cevap olarak tekrarlıyorum. Okuyan birinin, en sevdiği yazar olarak tek bir ismi belirlemesi durumunu da çok doğru bulmuyorum fakat kalbim yine renkli kokulu rayihalar arasından onun ismini sesleniyor. 

Kendisi ile tanışmam epey zaman oluyor. Lise yıllarımda gittiğim büyük şehirlerin birinden "Hoşçakal Berlin" isimli kitabını alıp okumamışım. Yıllar sonra üniversite dönemimde rafından çıkarıp okuduğumda çok etkilendim. Ardından "Tek Başına Bir Adam Geldi", defalarca okuduğum nadir kitaplardan biri olarak yazın dünyamda yer etti. "Mr. Norris Aktarma Yapıyor" adlı eserini de geçen yıl çok sevdiğim aynı zamanda edebiyat öğretmeni olan bir dostum ile birlikte okuyup analiz ettik. Geçtiğimiz Cuma kitapçıda yeni kitabını görünce çok sevindim, hemen aldım ve okudum. 

Isherwood'un çok ritmik olmayan lakin beni etkilemeyi başaran bir dili var. Sade değil ağır bir dil ama etkileyici. Bunun dışında romanlarında, gerçek hayatının büyük bir kısmını resmediyor oluşu benim hoşuma giden durumlardan biri. Sahici, yalanı olmayan, eşcinselliğini dahi apaçık bir biçimde ortaya dökmek yerine, okuyucunun bir eşcinsel olduğunu anlamasına olanak verecek manalı aralıklar bırakabilen bir yazar. Bu tutumu da onu naif ve şahsiyetli kılıyor bence. Kendisi hakkında daha fazla kelam etmek isterim lakin şimdilik tadında kalsın. Ben de yaşadığım sevinci ve yayınlanmış olan son romanını okuyup, içimde güzelleyeyim. Ayrıca, Isherwood romanlarını basan Yapı Kredi Yayınlarına da teşekkürü bir borç bilirim. Mutlu ettiniz efendim. 

İlhami Algör: Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

İlhami Algör, son dönemdeki eserleri ile okurlar tarafından tanınır, daha çok okunur hale geldi. Uzun süredir listemde olan bir isimdi, İletişim Yayınlarından çıkan kitabını hafta sonu tatilimde alıp okudum. İtalyan Yokuşu, Tophane, avaramu ve Müzeyyen desem kitabı bu dört kelime ile muazzam bir şekilde özetlemiş olurum sanırım. Hoşuma giden şu kısmı paylaşmak istiyorum, Sadri Alışık'ın isminin geçtiği her yerde büyük bir heyecan duymamak ne mümkün:

"Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Nedenini bilmez ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine..."

Başkasına ihanet etmemek adına kendine ihanet eden, hayatla enfes bir mücadelenin içerisine girip sürekli kaybeden, şahsına ve akabinde tüm dünyaya okkalı küfürler yağdıran, kalbi sütliman oluncaya dek kır atlar üstünde koşturan ve Sadri Alışık ağladıkça ağlayan güzel insanlara gelsin diyorum bu kitap. 

29 Ekim 2016 Cumartesi

Emrah Serbes: Müptezeller

"İlk öpüştüğüm kızı özlüyorum bazen. Ama sorun o değil ki. Geçmişle arama bir duvar örüldü sanki. 'Özlesem ne olacak,' diyorum. Yine de insan özlemek istiyor. Derinden izlemek istiyor geçmişi ama nefret de ediyor o günlerden. Sorun şimdi, sorun şu an. İnsanın şimdisi boktan olunca geçmişi ne yapsın. Geçmişe özlem duymak için hali vakti yerinde olmalı insanın ya da en azından bir zamanlar hali vakti yerinde olmuş olmalı. Benim hiçbir zaman halim vaktim yerinde olmadı ki. Hayatta hiçbir bok olmamışken kendi canıma da kıyamam. Bunun da manası yok. Ya yazar olacağım ya katil. Bu Ankara'da başka yol yok benim için. Var mı, söyle Karabüklü?"

Emrah Serbes'in yeni kitabı Müptezeller çıktıktan bir gün sonra alıp okudum.Antalya, İstanbul ve Ankara eksininde geçen bir hikaye, bir adam, yaşamış, görmüş, üzerine yürümüş, sinmiş, yorulmuş ve devam etmiş. Devam ettiği yerlerden kopup incinmiş, kaybolmuş, ortaya çıkıvermiş bir adam. Müptezel bir adam.

Emrah Serbes külliyatından okuduğum üçüncü kitap bu. Erken Kaybedenler ve Deliduman'ı da okumuştum. Okuyorum Emrah Serbes'i, ama aramızda çözemediğimiz bir husumet var gibi. Bir buz parçası var sanki. İyi yazıyor, böyle kalbinizin ortasına bıçak saplıyor, tornadan çıkmış, feleğin çemberine takılıp kalmış hayat hikayaleri canınızı acıtıyor. Ürperiyorum, kızıyorum biraz da. Canı yanmış birileri var ya, bu kadar da sahi üstelik, içimizden birileri. Belki bu hikayeler ile barışamıyorum. Acının bu kadar aleni olarak işlenmesini bünyem kaldıramıyor. Aynı hisler içinde okuduğum ve bir türlü barışamadığım bir isim daha var, Hakan Günday. Hemen hemen aynı şeyleri onun yazını için de hissediyorum. Bir gün barışır mıyız Emrah Serbes ile bilmiyorum lakin okumaya devam ediyorum. 

22 Ekim 2016 Cumartesi

Amir: On dirait

Amir'i ilk kez bu yılki Eurovision şarkı yarışmasında tanıdım. "Ja'i cherche" isimli şarkısını çok sevmiş ve favorim olarak desteklemiştim. Kayıt ve klip dışında sahne performansı da gerçekten çok iyiydi. Eurovision 2016 ile ilgili yazdığım yazılarda, Ja'i cherche'in Eurovision üstü bir şarkı olduğunu söylemiştim. Hakikaten öyleydi, şarkısının güç veren farklı bir ezgisi, büyüsü vardı. 













Bugün rastladığım üzere kendisi bir süre önce yeni bir şarkı ve klip ile yoluna devam eder halde. Yarışmayı altıncı olarak tamamlasa da, bence çok büyük bir başarı yakaladı Amir. "On drait" isimli şarkısının ezgileri çok güzel, klip yüz güldüren cinsten. Sonbahar vakti insanın içine umut aşılıyor adeta. Defalarca dinledim bugün. Amir'i takip etmeye devam edeceğim, yolun açık olsun güler yüzlü adam. 

21 Ekim 2016 Cuma

Sema Kaygusuz: Barbarın Kahkahası

Melih ve İsmail için Eda'nın ağzından dökülen sözler silsilesi: 

"Hiç de abartı değil! Aşkı kemirerek de yan yana gelir insanlar. Onların ikisi de birbirinin kemirgeni olmuş bence. Gerçekten arkadaş olsalardı çoktan bitmişti ilişkileri. Arzuyu kabullenip aşkı yaşasalardı altı aya varmaz ayrılırlardı. İkisini de beceremedikleri için sonunda yabancı topraklara esir düşmüşler. Birbirlerini suçlamaktan başka dil kuramıyorlar."

Eda, Ufuk, Turgay, Nihan, Simin, Serpil, Ozan, Ferhan, Selçuk, Alikar... Motel sakinleri, gizemli bir çis mevzusu, çişten mütevellit motel sakinlerinin hissiyaslarını ve hassasiyetlerini dışa vurum güçleri, iç dökmeleri, karakterler arası geçişler, Alikar'ın dünyayı, dini, imanı, kendini - aslında hepsi gerçeğin keşfi- keşfi, benliğinin özgürlüğü, ağlamaklı iç sesi... 

Sema Kaygusuz'dan güzel bir roman, üzerine en çok düşündüğüm, dönüp dönüp tekrar okuduğum kısım Selçuk ve Alikar arasındaki konuşmalar oldu. Manalı, oldukça derin, sonunda karşımıza çıkan, suratımıza çarpan hüzün, Alikar'ın hüznü... Selçuk'un dünyalık sözleri ile biten bir garip hüzün... Gerçekliği keşfedip sonra bundan pişman olmak gibi bir duygu. Bir de İsmail ve Melih arasındaki ilişkinin belirsizliği, aralarında geçen diyaloglar insanı okurken diri tutan cinsten. Etkiledi. 

"Biz rüyalıyız Selçuk. Doğuştan rüyalı. O yüzden hiçbir zaman tam olarak insan olamayacağız. Rüyalarımızı hep eksik hatırlayacağız, hep yarım kalacağız."

18 Ekim 2016 Salı

Hasan Ali Toptaş: Kuşlar Yasına Gider

Bir baba ve oğul güzellemesi "Kuşlar Yasına Gider". Taşra, beyaz atlar, ecel atları, hayal ve gerçeklik ekseni, zaman mefhumunun gizemi, zamanın şaibeli duruşu ve dert dinlemezliği... Hasan Ali Toptaş'ı ifade edebileceğim tüm kelimeler bunlar değil elbet lakin aklıma ilk gelenler. Duruşu güzel, kalemi güzel bir ademoğlu. 

"Demek seni gözünün içine baka baka aldattı ha, dedi bana dönerek yeniden; bir şey söyleyeyim mi, sana da zaten aldatılmak yakışırdı oğlum. 

Bu sözleri duyunca duygulandım birden, ne diyeceğimi bilemeden, usulca yutkundum. İçimden kalkıp babama sarılmak geçti aslında ama yapamadım bunu, baktım sadece. O da bana baktı gözlerini hiç kırpmadan O an, birbirimize bakışlarımızla sarıldık sanki."


Bu çok vurucu bir o kadar da naif bir cümle değil mi? Aldatılmak kavramına bakış açısı, gazellere karışmış bir babanın oğlunun kalbine dokunması, tek bir sözle üstelik! Aldanmak! Güzel olan yalnızca aldanmak. Masumiyeti, insaniyeti korumak. 

Çok farklı bir yazar Hasan Ali Toptaş. Sade cümlelerinin, sözlerinin içinde kuyulara saklanmış manalar yatıyor. Kalemi ve kelamı son bulmasın. 

16 Ekim 2016 Pazar

Yalçın Tosun: Bir Nedene Sunuldum

Yalçın Tosun en sevdiğim öykücülerden biri. Külliyatını an itibarile ile, "Bir Nedene Sunuldum" adlı son öykü kitabı ile bitirmiş bulunmaktayım. Öykülerinin başlıklarından tutun da, işlemiş olduğu cesur duygulara, yarattığı renkli ve her kesimden karakterlere kadar benim için özel bir kalem kendisi. "Bir Nedene Sunuldum" adlı öykü kitabından sevdiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum: 

"Yataktan doğruldu, usulca kalktı, Mithat'ın arkasında durarak çenesini omzuna koydu. Adamın aynadan yansıyan yüzüne baktı. Mithat da, Cihan'ın bakışlarına dikmişti gözlerini. Döndü, onun çocuksu ama hasarsız bir erkeklik vaadi taşıyan yüzünü avuçlarının içine aldı. Genç adam kaşlarını çatmış, bir şey söylemek istermişçesine ağzını aralamıştı ki, ani bir öpüş geldi, sözcükleri o büyülü kuyuya bir süre için hapsetti.

Bir şeyleri örtme telaşının gölgesinde yaralanmış o uzun öpücüğün ağulu çengelinden kurtulur kurtulmaz 'Gidecek misin hemen?' dedi Cihan. 

Der demez, sesindeki engelleyemediği kırıklığa canı sıkıldı. 

"Bir geceyi olsun burada, benimle geçiremez misin?" 

15 Ekim 2016 Cumartesi

25 Yıl Sonra Gelen Doğum Günü Hediyesi

Birkaç yazıdır yazdığım üzere 25 yaşıma girdim. Bu sene 25 yaşım epey ilginç geçti. Genelde doğum günlerimde hep çalışırdım ve kutlamalardan falan da hoşlanmazdım. Bu yıl öyle olmadı, sanki bir şeyler değişmiş, birilerinin kalbine daha çok düşmüşüm gibi. 

Perşembe günü, mesaimin bitmesine yakın müdür yardımcım ve öğretmen arkadaşlarım ellerinde bir pasta ile sürpriz yaptılar. Çok mutlu oldum gerçekten. Ardından bir öğretmen arkadaşımdan pek güzel, minik bir hediye aldım. Mesai bitiminde eve döndüm, annem de kocaman bir pasta almış. Mumları yaktık, üfledik. Çok keyifliydi. 

Dün ise çok sevdiğim iki yakın arkadaşımdan güzel bir sürpriz geldi. Kadıköy'e tiyatroya gitmiştim. Onlar da buluşmuşlardı. Ben tiyatroya gideceğim için yanlarına gidemedim. Ama onlar beni Haldun Taner Sahnesinin önünde yakaladılar, ellerinde beyaz bir çiçek. Sarıldık, dünyanın en büyük mutluluklarından biriydi. Çok güzel bir gelişme daha oldu lakin o özel, bana kalsın. 

En şaşırtıcı olan ise bu doğum günü babamdan hediye geldi bana. Evdeydim, okula gelen kargoların maillerini gördüm. İsmime kargo gelmiş olunca öğretmen arkadaşımı aradım. Gönderenin ismini söyleyince çok şaşırdım. Bugün okula gelip kargomu açtım. İçinde hiç görmediğim bebeklik fotoğraflarım, annemin fotoğrafları... Bir albüm. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyorum. 25 yıldır görmediğim babamın, 25 yıldır göndermiş olduğu ilk doğum günü hediyesi. Sanırım bunu sindirebilmem zaman alacak. Duygularımı ifade etmek konusunda tıkanıyorum. Sadece yazıp anlatmak istedim. Hissettiklerime dair hiçbir söyleyemiyorum. Sadece fotoğraflara bakmakla yetiniyorum...

13 Ekim 2016 Perşembe

Yalçın Tosun: Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler


“Geçen gün spor salonunda olanlar var ya, ben… Mecburdum, anla işte.”

“Ufak bir kırılma anı. Sanki uzun süredir bunları söylemeyi tasarlıyordu da, bir anda söyleyip rahatlamıştı. Ne hissettiğini, bunu söylemenin onun için ne ifade ettiğini çözmeye çalıştım. Hem neyi anlayacaktım ki… Aslına bakarsanız o da öteki oğlanlar gibi bağırıp eğlenmişti karşımda, donum elden ele gezerken. “Bakın arkadaşlar, ibne donu böyle bir şey oluyormuş demek ki!” deyip gülenlerin içinde değil miydi sanki. Bunların hiçbiri umurumda değil diyorum içimden, hiç biri. “Mecburdum,” diyor bana, hem de yüzü yere eğik. “Anla işte” diyor. Bir günahın bahanesiymiş gibi gelmiyor, inanıyorum. Sonsuz bir kabullenişle adamak istiyorum kendimi. Acıma ya da üzüntü bile olsa, onda bir şeyler yarattım diye seviniyorum.”

12 Ekim 2016 Çarşamba

13 Ekim: Garip Bir Çocuk Doğmuş, Evrende Kaybolmuş, Bir Varmış Bir Yokmuş

Merhaba sevgili 25. yaşım. Kocaman olduk değil mi? Bir rüyadan uyanmışım da bir daha uyuyamamışım gibi, daha dün gibi, şeker kavanozunun içindeki renkli şekerler ile mutlu olan, annesinin işten dönüşünü, avucunda getirdiği çikolatayı özlemle bekleyen bir çocuk gibi. Tek istediğim bu temiz hisleri kaybetmemek. Masumiyetime sahip çık. Bana ve bu güzel duygularıma sahip çık lütfen. Gerisi çok kötü, çok ürkütücü, çok korkutucu çünkü. Hoş geldin sevgili 25. Uzun olsun yolumuz ya da kısa ve güzel. Gönülden.

9 Ekim 2016 Pazar

Ahmet Hamdi Tanpınar: Yaz Yağmuru


"Yüzü hiç tanımadığı, görmediği cinsten bir saadet içindeydi. Sanki birden tek bir çiçek oluvermişti. Ve bu saadet bazı akşam saatlerinde görülen aydınlıklara benziyordu. Eşyayı başka şekilde içimize sindiren yaşadığımız anı bir uçurtma, bir türkü gibi havalandıran bir şeydi bu. Sevinç denen şeyin asıl manası bu olmalıydı: Maddesini böyle eriten, yok eden hiç olmazsa kendi aydınlığında onu inkar eden bir hal."

Bir yüze dair yapılabilecek saadet tanımlarının en güzeli kuşkusuz Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Yaz Yağmuru adlı hikayesinde geçen bu sözler. Maddenin kayboluşu, kişinin kendi aydınlığını keşfi ve aydınlığı ile suretini bir araya getiren değerli bir vaziyet. Bir çiçek oluvermek, tek bir çiçek oluvermek. Öylesine kıymetli, muazzam bir durum. İyi ki Ahmet Hamdi'yi okuyoruz, savruluyoruz, kendimize geliyoruz.


7 Ekim 2016 Cuma

Sevgili 25/ Kırlangıçlar Gibi

Sevgili 25. Geleceksin elbet az kaldı, biliyorum. Bir telaş içerisindeyim. Kendimce. Hüzünlüce. Bir yanım ise umut ışıldıyor. Biraz korkuyorum, yirmilerin ortası, biraz da seviniyorum, yolun ortası gibi, huzur gibi, ortada olma hissi, gideceğin yöne karar vermeden hemen önceki an, sahnenin ortası, şarkının ortası, bitmemiş bir şarkı. 

Ağaçların yapraklarını dökmeye başladığı mevsimdeyiz, kırlangıçlar neredeler bilmem. Saadet Hanım haftaya sahneye çıkacak, perdeler açılacak. Benimse ömrüm perdeler açacak, oturduğum yerden onu izleyeceğim pencere kenarından. 

Senden önceki yıllarda mutluydum, kırıldığım yerlerim vardı, dağıldığım yerlerim. Aşık oldum, aşk acısı çektim, bir daha sevemedim, denedim, olmadı. Yaşananlar değerliydi, haksızlık edemedim, oturdum ağladım, sonra tatile çıktım, annemi yanaklarından öptüm, pazara çıktık birlikte, limonlar, mandalinalar ve turplar aldık. Fincanlarca kahveler içtik, seğirttim giderek içime. Renkli yumaklardan atkılar ördü annem, takındım, örtündüm tek tek. 

Bir sürü kitap okudum, edebiyat ile çok yakın arkadaş olduk. Tarihi yer yer sevdim yer yer ondan nefret ettim. Ama edebiyat hep yanımda oldu. Şiirle aramı düzeltmeye başladım, roman ile dost olsunlar diye. Öykülerle barıştım, yığıldılar evimin içine. Hasbıhal kuvvetlendi. 

Çok içime kapandım, var oluşumla sürekli bir mücadeleye, kanlı bir savaşıma girdim. Hani içimde biraz umut kırıntısı olmasa, neyse... Yaşayıp yaşamamak hiç önemli değil. Bir rüyada gibiydim, uyandım. Uyudum, rüyalar gördüm, kırlangıçlar gibi. 

Yetmiyor şimdilerde yaptıklarım, daha güzel şeyler var mı hayatta? Okumaktan ve yazmaktan başka, insanın kendi içi gibisi yok. Yalnızlık, sessizlik ve iğreti durmayan duygularla bütünleşmek. Kütük tatlısı yapmaz oldum, sebzelerle besleniyorum. Bir kedim yok hala, vitamin takviyesi almaya başladım, sabahları erken uyanıyorum, gündüz uyumuyorum. 

Sevgili 25, gönlümün biraz daha rahata ihtiyacı var, gör onu, es geçme lütfen. Can Kazaz da diyor ya: 

"Durmayalım, kırlangıçlar gibi..."

Durma sevgili 25, uzun olsun yolumuz. Ya da kısa ve güzel. Gönülden. 

5 Ekim 2016 Çarşamba

Ahmet Hamdi Tanpınar: Erzurumlu Tahsin

Ahmet Hamdi Tanpınar ile ilk kez bu yaz tanıştım. Eserlerinin isimlerine ve en önemlisi şahsına yakından tanık olmak ile birlikte, kendisini okuyabilecek zihni ve psikolojik düzeye ulaşabilmek adına beklemem gerektiğini düşünürdüm. Bazı kitapların ve bazı yazarların okunmak için zamanlarının olduğunu düşünüyorum. Örneğin Hasan Ali Toptaş'ı, kış vakti bir bozkır zamanında, ancak ocakta yeni demlenmiş bir çayın arkadaşlık edebileceği, evin en küçük penceresinin perdesinin aralandığı zamanlarda okuyorum. 

Ahmet Hamdi Tanpınar yolculuğum ise nispeten serin bir yaz akşamında, İstanbul'un tenha bir semtine bağlı sakin bir dairenin balkonunda başladı. Huzur, Mahur Beste ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü peşi sıra geldi. 

Kendimi zihnen daha dinç hissettiğim şu günlerde fırsatı kaçırmayıp Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hikayelerini okumaya başladım. Erzurumlu Tahsin adlı öyküsü beni oldukça etkiledi. Erzurumlu Tahsin'in dünya görüşü, var oluş mücadelesine karşı vermiş olduğu üstünlük, dinginlik ve bilgelik beni şaşkına çevirdi adeta. Hatta, Mehmet Eroğlu'nun İletişim Yayınlarından çıkan "Belleğin Kış Uykusu" adlı romanındaki "Palyaço" isimli karakteri ile Erzurumlu Tahsin karakteri arasında dünya görüşleri açısından organik bir bağ keşfettim. 

Hikayeden, sevdiğim bazı bölümler paylaşmak istiyorum: 

"Sana tekrar söylüyorum. Her şey, hepsi ölümdür. Her şey ondan gelir ve oraya döner... Biz, bütün bu gördüğün şeyler -eliyle etrafı gösterirken, ayağıyla otları eziyordu- her şey, hepimiz, büyük ve muazzam bir kadavranın üzerinde gezinen kurtlarız... Anlıyor musun? Kadavra kurtları..."

***

"Vehim, dedi... Hayat, ölümün şerefine yazılmış kasideden başka bir şey değildir. Güneş bir mezarlıktır ve toprak... ve biz.."

***

"Muvaffak mı, dedi, nerede, ne vakit? Nasıl?.. Hangi muvaffakiyet... Sırtında bir bit gibi yaşadığın devin müsamahasından bir an dışarı çıkabildin mi? Hayat mütemadiyen ölümün zaferini teganni ediyor. Sen küçücük başını sallayıp geçmeğe çalışıyorsun!.."

3 Ekim 2016 Pazartesi

Colette: Cicim

Cicim, Fransız yazar Colette'in önemli eserlerinden bir tanesi. Cicim, Edmee ve Lea arasındaki aşk üçgeni, Cicim'in duygusal gelgitleri, Lea'nın histerileri ve Edmee'nin sorgusuz sualsiz Cicim'i bekliyor oluşu... Bir potada eriyen oldukça nizamsız bu duygular silsilesinin yanında, roman boyunca dönemin Fransız yaşamına tanık oluyor ve duygusal ilişkiler etrafında bocalayan, dikiş tutturmaya çalışan bir sürü karakter ile karşılaşıyoruz. Genç erkekler ve yaşlı kadınlar arasında süregelen, ne tam anlamı ile aşk ne tam anlamı ile jigolo ne de tam anlamı ile metres olarak tarif edemeyeceğimiz münasebetler bütünü karşısında soluksuz bırakan bir hikayenin içinde renkleniyoruz eser boyunca. Yazıldığı döneme göre oldukça cesur, çarpıcı bir roman. 

1873 doğumlu Colette'in epey sıra dışı bir hayatı var. Can Yayınları'nın Cicim'in ön sözünde bahsettiği kadarı ile; kendisi para sıkıntısı çekmesi sebebi ile yazar olmaya doğru bir atmış, kabare artistliği ve dansözlük gibi farklı meslek gruplarında işler icra etmiştir. 

Cicim'deki Lea adlı karakterin kendisinden izler taşıdığını söyleyenler var. Bunun dışında; aynı dönemde yaşadığı Coco Chanel ile yakın ilişkilerinin olduğu ve Marcel Prousut'u etkileyen yazarlardan biri olduğu bilinmekte. Epey hareketli bir yaşamı olan Colette'in hakkında, doğruluğundan emin olamadığım pek çok enformasyon var sosyal medyada. Açıkcası ben Colette gibi insanları seviyorum, toplum normlarına değil de özgür iradesine ve ruhuna önem veren, istediği gibi yaşayan daha doğrusu kendi yaşamının peşinden koşan insanlara özgü o delilik ve bilgelik arasındaki ince çizgide gidip gelmeler; benim için gerçekten çok değerli. Colette ile ilgili daha fazla bilgi edinebilmek için sosyal medya üzerinden bir araştırma yapabilirsiniz. Daha da önemlisi bir kaç eserini alıp zevkle okuyabilirsiniz. Kendisi ile tanıştığım için pek mesudum.

1 Ekim 2016 Cumartesi

Patrick Süskind: Koku

"Onu en çok rahatlatan şey, insanlardan uzaklaşmak olmuştu. Paris'te, dünyanın başka herhangi bir şehrinde olduğundan çok daha fazla insan bir araya sıkışmış yaşıyordu. Altı yedi yüz bin insan yaşıyordu Paris'te. Caddeler kıvıl kıvıl insan, evler bodrumlardan çatı katlarına kadar tıklım tıklım insan doluydu. Hemen hemen hiçbir köşe, bir tek taş bir karışçık toprak yoktu Paris'te insan kokusu sinmemiş olsun." 

Yüzüklerin Efendisi serisinin ikinci kitabı olan "İki Kule"yi bitirdikten sonra, son kitaba geçmeden beni farklı bir dünyaya götürecek bir kitap molası vermek istedim. Kitapçıda "Koku" çıktı karşıma. 

18. yüzyıl Fransasında yaşayan, muğlak mizacı ile kokulara olan duyarlılığını tek bir vücutta birleştirmiş ruhu bir yarım, henüz boyanmamış bir tablo gibi sokaklara dökülen Jean-Baptiste Grenouille. Koku adamı, çehresi rayihalarla sarılı. Güzel, manalı ve sürükleyici bir roman idi. Esip geçti. Jean-Baptiste karakterini Camus'un Yabancı adlı romanındaki Meursault karakterine benzettim yer yer. Hissiz, bir ölçüde dünyaya anlam verme çabası içinde olmayan veyahut dünyaya verdiği anlamın derinliği içinde anlamsızlığı keşfedip donup kalan karakterler. Çözümü ince bir çizgide gidip gelmekte. 

Ben Whishaw'ın Jean-Baptiste karakterine can verdiği filmi de yakın zamanda izlemek gerek, kenara küçük bir not olsun.