28 Ekim 2017 Cumartesi

Marcel Proust, İstanbul ve Ağır Hava

Havaların durulması ve boz bulanık bir hal alması ile birlikte ferahladım. Sıcağı hiç sevmiyorum. Tam benim okuma, gezme ve fotoğraf çekme mevsimlerim. 

Son zamanlarda bol bol okuyorum. Nihayet büyük bir istek ile Marcel Proust'un "Kayıp Zamanın İzinde" serisine başlayabildim. Pek bahtiyarım. Kitaplar ile ilgili başka bir vakit uzun uzun yazarım muhakkak. 

Bunun dışında sık sık İstanbul'un en sevdiğim yerleri olan adalar ve tarihi yarımadada geziyorum. Hem o muhitte çok sevdiğim kitapçılar var. Hem de fotoğraf çekip, kahve içip güzel günler geçiriyorum. 

Bu aralar Kitap Yayınevine aşina olmuş durumdayım. Çok güzel, nitelikli eserler basıyorlar. Bir bir gidip alıyorum. Proust okumalarımın nefes aralıklarında tarihe geçiyorum, bu da bana keyif veriyor. 

Şimdilik biraz durgun, biraz da uçan kuş misali devam ediyor hayat. 

14 Ekim 2017 Cumartesi

Pera Palas'ta Gece Yarısı: Modern İstanbul'un Doğuşu


pera palas'ta gece yarısı ile ilgili görsel sonucu
Her bir sayfasını hayranlıkla çevirdiğim, beni uykumdan eden bir kitap okuyorum şu sıralar: Pera Palas'ta Gece Yarısı. Yazarı Charles King, Georgetown Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde profesör. Bir modern İstanbul hikayesi. Çok sesli, çok kültürlü ve çok uluslu bir toplumun ritmik ayak sesleri. 

Kitap Yayınevi'ni çok seviyorum. Kaliteli ve önemli kitaplar basıyorlar. Tarih, insan, coğrafya ve toplum üzerine muazzam eserleri var. 

Kitaba dönecek olursak tam anlamıyla büyüleyici. Bir şehir tarihi, yanına ilaveten kültürü ekleyelim bir de onun üzerine bolca modern Türkiye tarihi eklersek karşımıza bu eşsiz kitap çıkıyor. 

Osmanlı'nın son dönemindeki şehir hayatı, gece yaşamı, Rusya'daki imparatorluğun çöküşünün ardından İstanbul'a gelen Ruslar... Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, tarihin detayları arasında kaybolmuş pek mühim isimler, Pera Palas, Tokatlıyan Oteli, İstiklal'in ara sokakları, Selahattin Giz'in muazzam fotoğrafları ve daha neler neler... Hepsi şenlikli bir varyete gibi, tabii içinde acı da var. Roza Eskenazi'nin söylediği rembetikolar, Seyyan Hanımın tangoları ve İstanbul alemi... 

Dün başladığım kitabı notlar alarak okuyorum, bu gece ya da en geç yarın biter sanırım. Elimden bırakmam dahi mümkün olmadı. Şehir tarihleri ve akabinde gelen kültür tarihleri her zaman ilgi çekici olmuştur lakin bu tarz kitapların dilleri ve çevirileri de çok önemlidir. Yoksa kendinizi kaybolduğunuz bir tarih labirenti içinde bulmanız mümkün. Charles King, romansı bir üslup ile kaleme almış eseri, Ayşen Anadol da başarılı bir şekilde dilimize kazandırmış. 

Kitabı okurken eski İstanbul sokaklarında, Pera'da, Galata'da dolaştığınızı göreceksiniz. Toz tutmuş siyah beyaz fotoğraflardan oluşan bir aile albümünün kapağını hafifçe üfler gibi hissedeceksiniz, canlanacak geçmiş. 

Kitap sayesinde tanıdığım değerli fotoğraf sanatçısı Selahattin Giz'in "Mevsimlerle İstanbul" adlı albüm kitabını da sipariş ettim. Kitabın yanına şeker şerbet olsun dedim. 

Şimdi yazıyı sonlandırıp tekrar kitaba dönüyorum. Beni bekleyen sürpriz hikayeler var. Sağlıcakla kalın. 

13 Ekim 2017 Cuma

Merhaba 26

Bugün 26 yaşıma girdim. Dün akşam okulda öğretmen arkadaşlarım bir sürpriz yaptılar. İki dilek tuttum, mumları üfledim. 

Öğrencilerim de tek tek gelip sarıldılar. 

Bir de dün çok sevdiğim Eda Baba, Aç Zülfünü isimli güzel mi güzel şarkıyı yayınladı. O da bana çok güzel bir doğum günü hediyesi oldu. Birkaç arkadaşımın hediyeleri de benim için sürpriz oldu. 

Yaşam hızla ilerliyor. Üniversiteye başladığım ve mezun olduğum gün daha dün gibi. Oysa bu sene çalışma hayatında beşinci yılım. Yıllar çabucak geçiyor. 

Her doğum günümde üzerime bir dinginlik çöküyor. Telaşlar, koşturmalar bir günlüğüne son buluyor sanki. Gelecekte daha güzel günlerle karşılaşmak dileklerimle. 

10 Ekim 2017 Salı

Byung-Chul Han: Şeffaflık Toplumu


şeffaflık toplumu ile ilgili görsel sonucu
Bu yıl okuduğum en iyi kitap Metis Yayınevinden çıkan "Cahil Hoca" isimli kitaptı. Bir diğer en iyi ise kesinlikle "Şeffaflık Toplumu" oldu benim için. Metis'e sevgiler, saygılar olsun. 

"Sergi değeri her şeyden önce güzel görünüşe bağlıdır. Sergileme zorlaması böylelikle güzellik ve dinçlik (Fitness) zorlamasını ortaya çıkarır. Operasyon Güzellik sergilenme düzeyini en yüksek düzeye getirmeyi hedefler. Günümüzün örnek kişileri içsel değerleri değil, gerekirse zora başvurularak uyulmaya çalışılan dışsal ölçüleri sunar. Sergileme zorlaması görünür olanın ve dışsalın mutlaklaştırılmasına yol açar. Görünmez olan, hiçbir sergi değeri, hiçbir ilgi yaratmadığı için, yoktur."

Yani sergilemiyorsanız yoksunuz, istediğiniz kadar tepinin, bağırın, çağırın. Şeffaflık toplumunun bir parçası değilseniz, örneğin sosyal medya hesaplarınız yoksa insanlar artık sizin gerçek varlıklarınızı sorgulamamaya başlıyorlar. Hatta sosyal medya hesaplarımı kapattığımdan beri birkaç arkadaşımdan, "ne oldu, iyi misin, her şey yolunda" mı minvalinde sorular aldım. Bu ne demek? Eğer sosyal medyada varsanız reelde de varsınız, yoksanız sizin varlığınızın diğerleri için bir ehemmiyeti kalmıyor.

Sosyal medyada insanlar çoğu zaman birilerine gönderme yapıyorlar. Üzüldükleri ya da kızdıkları durumlarda karşı tarafın bu mesajı göreceğini düşünüyorlar. İşe bakın, hem de sosyal medya üzerinden. Gerçek hayattaki iletişimin yerini sosyal medyanın büyük bir hızla aldığı gerçek. Bu yüzden "Şeffalık Toplumu" adlı eserde sosyal medyadaki kimliklerimiz üzerinden yapılan tartışmalar beni çok etkiledi. Like/dislike, kimi zaman sadece like, bu bu kadar basit. 

9 Ekim 2017 Pazartesi

Engin Geçtan: Orada Bir Arada

Engin Geçtan'ın yeni kitabı "Orada Bir Arada"yı heyecanla bekliyordum. Sevdiğim bir arkadaşıma bahsetmiştim kitabın çıkmasını beklediğimi. Hafta sonu bir mesaj geldi, "kitabı senin için alıyorum" dedi. Çok mutlu oldum.

Güzel bir akşam vaktinde okuyup bitirdim. Engin Geçtan'ı pek çok sevdiğimi birkaç yazımda söylemiştim. Şu an bu yazıyı kalem alırken diğer kitapları masamdan bana selam ediyor. Hayatı değiştiren kitaplar olduğuna inanmıyorum, inandığım yalnızca hayatımızı belirli açılardan etkileyebilecek kitaplar olduğu yönünde. Engin Geçtan'ın eserleri de benim için böyle. Uzun uzun çıkarımlar yaptığım, notlar aldığım ve kendimden bir şeyler bulduğum kitaplar bunlar. 

Grup psikoterapi süreçleri ile ilgili bir şeyler okumuştum daha evvel. Alan dışından olduğum için bu konuda bilgilerim sınırlı düzeyde. Engin Geçtan, "Orada Bir Arada" adlı eserinde grup psikoterapi süreçlerine dair güzel bir metin oluşturmuş. Dokuz insan, dokuzla çarpılmış bir sürü hikaye, yaralar, bulduklarımız ve kaybettiklerimiz... Sanırım Engin Geçtan'ın süreçteki danışanlara vermiş olduğu isimler, onların hayatlarıyla ilgili. Miralay, Mahidevran, Tabu, Asma... 

Şimdi yazıyı bitirip, aldığım notları bir kez daha inceleyeceğim. Sağlıcakla kalın. 

6 Ekim 2017 Cuma

Thomas Mann: Venedik'te Ölüm ve Daha Fazlası

Mevsim geçişinden ve havanın değişken vehametinden nasibini almış bir vaziyette evde yorgan döşek yatarken "Venedik'te Ölüm'ü" okumaya başladım. Thomas Mann ile "Buddenbrooklar" adlı romanı ile tanışmıştım. Büyük bir hayranlıkla romanı bitirdikten sonra, yüksek lisans tezim için literatür çalışması yaparken kendisine tekrar rastladım. Roman sanatı ile ilgili kimi görüşlerini tezimin bir bölümünde kullandım. Bir roman yaratma süreci nasıl gerçekleşir ve romanı oluşturan unsurlar nelerdir? Tarihin romanın seyri üzerindeki etkisi nedir? Tüm bu soruların yanıtlarını incelikle, Buddenbrooklar adlı romanda bulabilmek mümkün. 

Venedik'te Ölüm'de bir bölüm çok hoşuma gitti. Burada da paylaşmak istedim:

"Girgin, konuşkan bir adamınkine oranla içine kapanık, suskun birinin gözlem ve izlenimleri daha bulanık olmakla birlikte daha derinlere işler, onun düşüncüleri daha ağır, daha gariptir ve daima hüznün gölgesini taşır. Bir bakış, bir gülüş, bir fikir değiş-tokuşuyla kolayca geliştirilecek imgeler, algılar, onu aşırı derecede meşgul eder, suskunluğunda derinleşir, önem kazanır; bir olay, bir serüven, bir heyecan olurlar. Yalnızlık özgünlüğü, o cesurca ve yadırgatıcı güzelliği, şiiri yaratır. Yalnızlık aynı zamanda ters, orantısız ve saçma olanı, izin verilmeyeni de yaratır."

Yaratma cesaretinin ve yaratımın kendisinin sık sık yalnızlık ile yakından ilintili olduğunu düşünürüm. Kafka'nın da benzer bir görüşü vardır. Yazmak için yalnız kalmak ve sevmek arasında gidip gelir. Mann'in ifadesi de benzer bir özellik taşıyor. 

Sanat yaratımı olayını şimdilik bir kenara bırakırsak, günümüz insanlarının yalnızlıkla büyük problemleri olduğunu düşünüyorum. Bir başkasına, bir başkasının faydasına duyulan ihtiyaç, insan ilişkileri arasındaki bağı seyreltiyor. Ortaya çıkan ilişkiler bütünü de karmaşadan ve ziyandan ibaret kalıyor. Sanattaki bu doyumsuz ve Mann'in de ifade etmiş olduğu gibi zıtlıklarla dolu yaratımın bir özelliği var: "İzin verilmeyenin yaratımı". Bu ifade oldukça önemli, nitekim sanat yapıtlarındaki bu "izin verilmeyenin yaratımı" geç algıladığımız yeknesak dönemler için bir kurtuluş yolu! Pavese'nin yalnızlığı ve acıları sahte değildi, Heinrich Böll'ün ikinci dünya savaşından izler sunan sayfaları da öyle. Suskunun duygularına ise en güzel yorumu getirenlerden biri olmuş Mann. Bir de aklıma hemen yerli edebiyattan İhsan Oktay Anar'ın Suskunları ve nitekim Eflatun geliyor elbet. 

Sağlıcakla.

4 Ekim 2017 Çarşamba

Nursel Duruel: Geyikler, Annem ve Almanya

Uzun süredir yazmamışım, sanırım iki hafta olmuş. Belki de daha fazla. Bu aralar nedense yazamıyorum pek. Yalnızca okuyorum. Okuduklarımı da paylaşasım gelmiyor. Bir garip duygu. Beklentiler, gelecek kaygıları ve türevleri yoruyor belki de. İnsanız ya sonunda. 

Bir arkadaşımın tavsiyesi ile Nursel Duruel ile tanıştım. Mevcut iki öykü kitabını aldım. İlk önce "Geyikler, Annem ve Almanya" adlı kitabını okudum. 1983 Sait Faik Hikaye Armağanı sahibi bir kitap aynı zamanda. 

Çok sevdim öyküleri, dolu dolu bir öykü kitabı. Bizden, toplumdan öyküler. Ne güzel bir kalemmiş Nursel Duruel. 

"Sevgili annem, diye geçirdi içinden. Küçücük korkunç kadın. Ömrünce çırpındın durdun, hiçbir işini kimselere bırakmadın. Güçlü olmanın bedeli daha ağır, hayatı iştahla karşılamanın bedeli daha yüksek. Bak, nasıl seğiriyor bedenin, yüzün, kolların, bacakların, bütün damarların, bütün sinirlerin hepsi ayrı ayrı. İniltiler örümcekten değil senden geliyor, senden, senin damarlarından..."