30 Aralık 2018 Pazar

27

ben bu adamla tanışalı
oluyor sanırım oluyor 27 yıl
suyun yüzüne bakıp barışınca
tanıyor sanırım tanıyor düşmanını 

bile bile yürüyor aleve doğru
inadına yaşıyor 27 yıl 
seveni yok sanıyor kısmen doğru
kendimden bilirim bu adamı

kaç kere bu ayları saydı
kimseler anlamayalı derdinden
ağladı hep gözleri yandı
uyanıyor yanıyor derdinden

ben bu adamla tanıştım tanışalı
duruyor içine kapanıp 27 yıl 
toprağına sızıp dokununca 
çürüyor kökleri çürüyor susuz kalıp 

Can Kazaz'ın "Sürsün Bahar" adlı son albümünü dinliyorum bir süredir. 27 beni çok etkiledi. Daha yeni 27 yaşına girmişken, üstelik şarkı sanki beni anlatıyor gibiyken. 
Ne güzel sözler.

Un

Biraz şeker alırız bakkaldan biraz da un. Ben bir güzel kavururum da helva yaparım size. Arkadaşlarına da tatlı niyetine ikram ederiz çorbadan sonra, ha benim güzel kızım. Siz de oturup imtihanınıza çalışırsınız. İlk kez geliyorlar evimize. Şu duvarın da boyaları rutubetten hep döküldü ya, ayıp kaçacak. Ne yapsak ki? Bizim yatak odasındaki eski konsolu koyuveririz. Havalandırdım evi zaten. Ben Münire Hanımların evini temizlemekten gelince hemen bir mercimek çorbası kaynatırım. O vakit siz de gelmiş olursunuz. 

Dur bak, aklıma ne geldi. Mualla teyzen geçenlerde bir yolluk aldıydı seremedim daha dediydi. Gidip istesek münasip olur mu ki? Şu kapı girişindeki kara betonun üzerine yayarız. Çok mu zor imtihanınız? Günlerdir çalışıyorsun, halin dermanın kalmadı. Kız arkadaşların bize yakın mı oturuyor? Onları akşam bırakmak lazım, giderken de ellerine birer gül lokumu veririz olur mu? Meraklanma, geçen gün Münire Hanım ikram ettiydi iki tane. Bir sana bir de bana, bölüştürüveririz hepinize ne olacak ki. Akşam da biz bırakıveririz evlerine yayan. 

Ben de ananenin çeyizinden kalma al yazmayı bağlayıveririm başıma, sonra geçen yıl Sümerbank'tan aldığımız bluzu da giyerim. Temiz pak çıkarız karşılarına. Akşam da bir çay demleriz, bir ihtiyacınız olursa seslenirsiniz bana. Sabah çıkmadan senin de saçlarını bir güzel örelim ha benim güzel kızım. Peliklerin sımsıkı olsun, eteğini de akşamdan ütülerim ben. Yok, yorgun olmam merak etme. Münire Hanım sağ olsun çay, kahve molası verdiriyor evini temizlerken. O da olmasa kahve içemeyeceğiz ya. Yine de olsun derim ben, çayımızı marketten alıp demleyebiliyoruz şükür. Hem zaten çayın tadı bir başka. 

Bulaşıkları yıkayayım da şöyle bir güzel oturup hasbıhal edelim seninle. Edebiyat dersinde ezber ettiğin o şiiri okursun bana yine, neydi şiirin adı benim güzel kızım?

A Message To Myself

Yeni yıla girmeden önce birkaç not bırakmak istedim kendime. Zaman hızla akıp gidiyor, üç yıl sonra yirmili yaşlarıma veda edeceğim. Alnım açılmaya başladı, saçlarımın yarısı zaten beyaz. Kendimdeki değişimleri fark edebiliyorum. Sessiz olan ben, daha da sessizleşiyorum zaman geçtikçe. 

Bir hayalim, bir umudum ya da beklentim yok yaşadığım hayattan. Sıradan, herkes gibi bir insan olarak hayatıma devam ediyorum. İnsan olarak daha iyi olmaya çabalıyorum, bunun için kendimi eğitiyorum. Hayatımın her anında var olan okuma aşkıma minnettarım. Kendimi en iyi hissettiğim zamanlar okuduğum zamanlar. 

Bir yolculuk bu. Sonu olan bir yolculuk.
İnsandan uzaklaştığım, kendi içime çekildiğim bir yolculuk. 
Katı kurallarım, öyle olmaz böyle olur diyebileceğim hiçbir şey yok. 
Hissettiklerim dışında hiçbir şeye inanmıyorum bu dünyada. 
Soğuk bir kış gecesi sonsuza uzanan ormanlık bir alanda elleri ceplerinde yürüyen bir adamım. 
Çocuk yaşım geçti. Artık daha az renk var. Daha sakin daha sade. 
İlerlediğim yolda kendimi kaybetmeden devam etmek istiyorum. 
Erken yaşta her şeyi çözmüş bir adam gibiyim.
Ya da yanılıyorum toptan, diğerleri çözmüş her şeyi. Bense bir köşede, bir kenarda kalmışım. 
Kitaplar dolusu bir ev ve pek çok sevdiğim annem.
Dingin hayatım.
Sokakta beslediğim kediler. 
Bir şeyler öğretmeye, anlatmaya çalıştığım yaramaz çocuklar. 
Kapıda asılı yün hırkam, ayaklarımda geçen yıldan hediye patikler. 
Önümde ince belli bardakta demli bir çay. 
Önemli olan yeni yıl değil, maziden topladıklarım.
Bir hece, bir bilmecenin ardından gelen yeni bir gece. 
Sonsuz siz, elleri ceplerinden hiç çıkmayan bir adam. 
Öylece, kendi halinde.

Roo Panes-A Message To Myself. 
Yeni yıl şarkımız olsun.  

22 Aralık 2018 Cumartesi

Okul II

Önceki yazımda eğitim sistemi ve okullu toplum üzerine birkaç kelam etmiştim. Kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Bir de madalyonun görünmeyen yüzüne bakalım birlikte. 

Özel okullarda erken kayıt dönemi vardır. Aralık ayında başlar, bir sene sonrasının kayıtları alınmaya başlanır. Öğretmenleri, velileri aramaya zorlarlar bu süreçte. Öğretmenler tüm işlerini güçlerini bir kenara bırakıp velilerini okula davet ederler. Veliye akademik bilgi aktarımı yapılır sözde ama kocaman bir yalandır. Amaç veliyi okula çekmek ve erken kayıt için velinin aklına girmektir. Eğer sizin sınıfınızdan çok kayıt olmazsa durumunuz tehlikededir, müdür psikolojik baskı uygular. En çok kayıt alan öğretmenlere küçük altın takılır. Şaka değil! Herkesin içinde takılır. Eğitim öğretim ödeneğini ödemeyen ve cebe indiren okul sizi küçük altınla uyutur, yerseniz! Tüm işi akademik yetkinlik ve performans olan öğretmen veliye kayıt ve ücret bilgisi verirken yerin dibine girer, yüzü kızarır, kendini kampanyalı buzdolabı satar gibi hisseder. Tüm motivasyonunuz kırılır, şakşakçı öğretmenler kıyasıya birbiri ile rekabet eder. Amaçları en yüksek kayıt oranına sahip olmak ve seneye de sözleşme imzalamaktır. Küçük altınla kendilerini pek mutlu hissederler, akılları buna yeter. Evlenecektir ve ütü parası çıkmıştır, çok kayıt aldı diye mükemmel eğitimci olur bir anda. Yerseniz!

Müdür ikide bir toplantı yapar. Geç saatlerde çıkarır sizi toplantıdan, abuk subuk şeylerden bahseder ve size bağırıp durur. Yetersiz olduğunuzu, zayıf olduğunuzu söyler tüm öğretmenlerin içinde. Çünkü kendisi dünyanın en mühim insanıdır. Atomu parçalamış ve pi sayısı gününde kurabiye yapmıştır. Okulun rehber öğretmeni ise felsefe mezunudur, velilere psikolojik danışman diye yutturulur. Genelde hep yeni mezun öğretmen alınır fakat velilere en genç öğretmenin bile en az beş yıllık deneyimi olduğu söylenir. Öğretmen de bu yalanı söylemek zorunda kalır. İdareciler genelde İngilizce bilmez haliyle eğitim ile ilgili yabancı kaynaklara erişimleri yoktur ama sorsanız beş dil falan bilirler. Okula alınacak yabancı dil öğretmenleri ile mülakat yapamazlar. 

Bir sürü proje, etkinlik yaparsınız ama kimse teşekkür etmez. En çok kayıt alan öğretmene ise her yerde teşekkür edilir, yanaklarına öpücükler kondurulur. Siz de ben burada ne arıyorum diye düşünüp durursunuz. 

Yaptığınız her bir etkinlikte sürekli çocukların videolarını ve fotoğraflarını çekmenizi isterler. Bunları sosyal medyada paylaşmaya zorlarlar sizi. Patronların hesaplarını da ekleyip yağ çekmenizi ve reklam yapmanızı dikte ederler (Hiçbir şekilde sosyal medya kullanmıyorum, kullanmayacağım da). Öyle hale gelirsiniz ki ders esnasında yaptığınız etkinliğin keyfine varamazsınız fotoğraf ve video çekmekten. 

Sizinle asla "siz" diye konuşmazlar. İsminizi dahi söylemezler ve sen diye hitap ederler. Veli olumsuz bir geri bildirim verirse yalan yanlış, direkt sizi azarlarlar. Çünkü siz önemli değilsinizdir, öğretmenin biri gider bir gelir. Ama veli kocaman bir velinimettir, müşteridir. Para kapısıdır. Patronlarınız çıkıp habire "biz ticari bir okul değiliz" deyip durur. Ama her sene başka şube açarlar, neredeyse öğretmeni asgari ücretle çalıştırırlar. Ticaret paçalarından akar. Yerseniz! 

Etrafınızdaki tüm öğretmenlerin sisteme ayak uydurduğunu ve korktuğunu görürsünüz. Sizi de etkilemeye çalışırlar, enerjiniz tamamen düşer. Her gün bu işi bırakmaktan bahsederler lakin müdür toplantı yaptığında onu yerlere göklere sığdıramazlar. Ulan, zaten aldığınız maaş ülkede az çok herkesin alabildiği bir maaş, bari karakterli olun deyip durursunuz içinizden. Aptal aptal gülümsersiniz her toplantı günü. 

Sizi sürekli sistemin dışına itmeye çalışırlar. Deneyimleriniz, mezun olduğunuz okullar, kariyeriniz idarecilerden daha iyidir lakin onların baskısı altında ezilirsiniz. Çünkü sizin oralara gelmeniz mümkün değildir, çünkü emeğiniz beş para etmez. Ancak tanıdıklarınız paranıza değer katar. Bir cacık anlamazsınız, en sonunda duyarsızlaşırsınız. Kendinizi en çok ders anlatırken, sınıf içerisinde mutlu hissedersiniz. Bir oraya karışamazlar, sizin sınıf içerisinde ne yaptığınızı bilmezler bilmek de istemezler. 

Çocuklara gün içerisinde dağıtılan beslenmelerden size vermezler. Ama siz sınıfınızın başında oturur ve çocukların beslenmelerini bitirmelerini beklersiniz. Çocuklar, "öğretmenim siz neden yemiyorsunuz" diye sorarlar haliyle, kızarıp cevap veremezsiniz. 

Ülke böyle arkadaşlar, özel okul sistemi aha da iki yazıda anlattığım gibi. Nereye gidip ne yapacaksınız! Nasıl bir ülke olduğumuzun analizini şu iki yazı ile çok rahat yapabilirsiniz. Sonra bu çocuklar büyüyor ve bu çocuklar hiçbir şey öğrenemiyor. Hiçbir şey öğrenmeden yaşamaya ve mesleklerini icra etmeye başlıyorlar. Eğitimli kitlenin de hali ortada. 

Sonra iyi kötü çalış, bu ülke için bir şey üreteme hep tüket. Evlen, ev ve araba al, çocuk yap sonra sigortalarını, primlerini bilmem neyini tamamla sonra da emekli ol. Ölmeden yiyebilirsen! 

19 Aralık 2018 Çarşamba

Okul

Okullu bir toplum yapısına sahibiz. Okulla birlikte kapitalizmi içselleştiren ve bunun sonucunda eğitimi ve bilgiyi meta haline getiren bir toplumuz. Eğitimin kalitesi ve niteliği bu coğrafyada hiç düzelmedi, düzelmeyecek de. Bunu bir öğretmen olarak söylüyorum. 

Bazı sabahlar ayaklarım geri geri gidiyor, işime gitmek istemiyorum. Bunun moral ya da motivasyonla veyahut tembellikle hiçbir alakası yok. Bilakis, sorumluluk sahibi ve çalışkan, üretken bir öğretmen olduğumu düşünüyorum. Peki bunun anlamı ne? 

Öğrenciler günümüz okullarında hiçbir şey kazanamıyor. Bunun sebebi ise klasik okullu toplumların günümüz çocuklarının çağını yakalayamaması. Okullu topluma inancımı tümden yitirdim. Beton binalarda, toprağı, ağacı olmayan yığınların içlerinde çocuklar günde dokuz ders saati geçiriyor. Anne ve babalar sabah işlerine gidip para kazanacaklar. Peki çocuklarına ne olacak? Bebek diyebileceğimiz çocuklar anne ve babalarının işe gittikleri saatlerde okula gidecek, çünkü okulda onlara bakan bu arada onlara bir şeyler de öğreten birileri var (öğretimin içi çok boş) aynı zamanda okul güvenli. Ders saatleri anne ve babaların işten çıkış saatlerine kadar uzatılmalı, çocuk saatlerce o tahta sıralarda oturmalı. Sonra anne ve baba çocuğunu almalı. Bu sistem çok net böyle işliyor. Veli özel okula para veriyor, personel ve öğretmen o para ile kazancını sağlıyor. Sonra bu personel ve öğretmen evlenip çocuk sahibi olunca çocuğunu bu okullara gönderiyor. Yani kazan kazan sistemi, kapitalist bir döngü. Üzülerek söylüyorum ki bugün çocuklarınızı gönderip milyarlarca para döktüğünüz özel okulların hepsi ticari. Sizin çocuğunuzu düşünen kimse yok, düşük ücretlerle çalışan öğretmenler kendilerini zor düşünüyorlar. İş kaygısı, devlete atanmak için verilen mücadele, aileyi geçindirme zorunluluğu derken sizin çocuğunuzu düşünecek vakti ve hali kalmıyor öğretmenin.

Bir diğeri ise öğretmen değer görmüyor, özel okullar hangi öğretmen en düşük maaşla çalışacaksa o öğretmeni işe alıyor. Yaptığınız yüksek lisansın ya da deneyimin birkaç üst düzey okul hariç hiçbir önemi yok. İsterseniz uzaya çıkmış bir öğretmen olun. Öğretmenlerin sosyal hakları yok (özel okulların çoğu eğitim öğretim ödeneğini bile ödemiyor) dinlenme süreleri çok kısıtlı ve haftanın altı günü çalışıyorlar. Kalan vaktinde öğretmenin kendini geliştirebileceği, bilgi ve kültür birikimini artırabileceği imkanlar yok. Haftada bir sabah uykusu uyuyabilen öğretmen, üzerine maddi imkansızlıklar eklendikçe kitaba bile verecek parayı ve zamanı zor buluyor. Kendini geliştiremeyen ve güncel tutamayan öğretmen çocuklarınıza hiçbir şey öğretemez. 

Thomas Bernhard, dünyadaki en aşağılık mesleklerden birinin öğretmenlik olduğunu söyler. Her gün çocukların hayallerini çalan, onlara başarılı olamazlar ve diploma alamazlarsa bir hiç olduklarını hatırlatan bir sistemin ürünü olarak bakar öğretmenlere. Haksız da sayılmaz, çünkü çocuğun başarısı çok görecelidir. Akademik başarısı olmayan çocuk aptal değildir, siz gönderdiğiniz özel okullarda çocuklarınıza bireysel öğretim yapıldığını ve onlarla özel olarak ilgilenildiğini düşünürsünüz ama durum hiç de öyle değildir. İçi boş ve niteliksiz bir eğitim veriliyor, eğitimi baştan ayağa formal değil informal olarak görüyorum. Her kafadan bir ses çıkıyor, niteliksiz idareciler tanıdık vasıtasıyla öğretmen ve idareci alımı yapıyor. Bir bakmışsınız özel okul patronunun tanıdığı bilmem kim iki üç yıllık deneyimle başınıza müdür yardımcısı olmuş. Eğitimin patronu mu olur? Akademik süreçten daha ziyade öğretmen evrak işi yapar, hiç bitmeyen saçma sapan prosedür ile uğraşırken öğretmen yeni öğretim metotları geliştiremez ve uygulayamaz. Haftanın iki üç günü nöbet tutar, tüm gününü ayakta geçirmekten hiçbir iş yapamaz hale gelir. 

Bir çocuğum olsa asla özel okula göndermezdim. Bazen bu işi bırakmayı düşünüyorum çünkü hiçbir şekilde değer görmüyorum. Sıradan, düz herhangi bir iş yapsam da benzer bir maaş alacağım. O zaman niçin bu kadar mücadele ediyorum diyorum. Fakat başkaca bildiğim bir iş yok, haliyle işsiz kalmaktan korkuyorum. Nihayetinde yaşıyorum ve ne yazık ki yaşamak için çalışmak zorundayım. 

Bir diğer sorun ise ülkede herkesin rahatlıkla öğretmen olabilmesi. Açık öğretim fakültesinde edebiyat ve tarih okuyup üzerine de paranızla formasyon alırsanız çok rahat öğretmen olabilirsiniz. Peki açık öğretim bitiren ve öğretmen olan bir kişinin niteliğini kim sorguluyor? Bu öğretmenler çocuğunuza ne kadar nitelikli bir eğitim verebilir? Öğretmenlerin çok büyük bir kısmı üstün yeteneklere ve üstün bir zekaya, bilgi birikimine sahip değil. Formasyon dediğimiz pedagojik bilginin adı bile geçmiyor okullarda. Ülkenin parlak zihinleri öğretmenliği meslek olarak tercih etmiyor ki. Şimdiki aklım olsa ben de tercih etmezdim, bir de üzerine marifet gibi yüksek lisans yaptım bu alanda. 

Daha söylenecek o kadar çok şey var ki, başka bir yazıda da eğitimin felsefi boyutunu ele almak ve tartışmak istiyorum. Ve son olarak şunu söylemek istiyorum ki kendimi bu meslekten emekli olmuş bir şekilde hayal edemiyorum. Her geçen gün yorgunluk her geçen gün bıkkınlık ve umutsuzluk.

16 Aralık 2018 Pazar

Evinin Bekçisi

Suzan diyo ki fıtratında var, adamın eve geldiği yok. Varsa yoksa para, bizim Cumali'ye tebelleş olmuş son zamanlar. Kasa taşıyomuş hamal bozması, elinde işi gücü var, dükkanı var yetmiyo adama. Ben de istiyom şöyle evin içinde kurum kurum otursun, akşam çay demleyeyim, bisküvi açayım yanına. Sonra televizyondaki programlara bakalım. Hatta yetmesin televizyonun anteni bozulsun da çatının tepesine çıksın şöyle heybetli heybetli. Yok abla, valla bu adam bir tuhaf. Kır dizini otur evinde, adam çalışıyo işte diyon da öyle demekle olmuyo. 

Sabiha'nın kocası geceleri hep evinde. Karısının, çocuklarının başında, koluna giriyo akşamları parka çıkıyolar. Geçen de Kazım'ın aile çay bahçesine çıkıp çekirdek çıtlamışlar. Valla özeniyom, haset de ediyom işte. Yoksa başka karılarla mı geziyo abla he, valla Hüsnü yapmaz öyle işler diyon ama adam kısmı belli mi olur. Vallahi bu adam beni aldatıyosa bir dakka durmam bu evde aha buraya da yazıyom. Nereye mi gidecem? Doğru ya nereye gidecem, üzül üzül bu damın altında otururum anca. Menkıbe'nin kocası için de öyle böyle diyolar zaten, karı üzüntüsünden verem olacak yakında. Duymuş, Hasibe kulağına çıtlatmış geçen ayki günde. Dur abla, çayını tazeleyeyim de şu bizim programı açalım. Vallahi ne varsa gene bu televizyonda var. İnsan kederini unutuyo.

14 Aralık 2018 Cuma

Bir Yıldız

İki hafta olmuş yazmayalı, arayı epey açtım. Çünkü çok yoğun iki hafta geçirdik. Aralık ayı etkinlik görevleri bizim bölümdeydi, bin parçaya bölündüm. İhtiyaç sahipleri ile dayanışma adına bir kermes düzenledik. İnsan Hakları ve Demokrasi haftası için de ben bir tiyatro oyunu yazdım, öğretmenlerimiz ile birlikte bugün sahneledik. Uzun zamandır prova yapıyoruz, ilk kez bir oyun metni kaleme alıyorum. Dekor, sahne, kostüm derken gerçekten çok yorulduk. Fakat çok güzel bir hadise yaşadık. 

Drama öğretmenimiz değerli Yıldız Kenter ve Müşfik Kenter'in öğrencisiymiş. Yıldız Kenter ile birbirlerini çok severler, her pazar onun evinde sohbet ederlermiş. Drama öğretmenimiz benim metnimi Yıldız Kenter'e okutmuş ve kendisi çok beğendiğini ifade etmiş. Telefondan bize sürekli destek oldu. Provalar boyunca gözlerim yaşardı, bizim için çok büyük bir gurur oldu. 

Neyse ki bu hafta sonu iki gün tatilim var. Bol bol okuyup dinleneceğim. Güzel bir hafta sonu olsun hepimiz için. 

1 Aralık 2018 Cumartesi

Kış Gecesi Notları

Bu hafta sonu iki gün tatil yapma şansı yakaladım, bunu da bir güzel evin tadını çıkararak değerlendiriyorum. Öğlene kadar uyudum, bolca okudum ve kahvemi yudumladım. Hepsi çok iyi geldi. İstanbul'da soğuklar kendini hissettirmeye başladı, bunu ancak evin içerisinde ayaklarım üşümeye başlayınca anlıyorum. Anneme, bir hastane arkadaşı tarafından hediye edilen patikleri giydim, sıcacık uzandım koltukta. Kış battaniyemi de çıkardım, kitap okurken dizlerime örtüyorum. Sanırım yaşlandığımda da bu tablo hiç değişmeyecek. 

Bugün annem ile çayımızı demleyip klasiklerden bir yeşilçam filmi izledik. Eski İstanbul, vapurlar, trenler, mütevazı yaşamlar, her izleyişimde hayran kalıyorum. 

İki haftadır Tolstoy okuyorum, Rus edebiyatına olan merakım beni sarıp sarmalıyor. Bir iki gündür Ahmet Hamdi Tanpınar'a bir özlem var içimde. Sanırım Dostoyevski'ye geçmeden uzun süren bir Tanpınar yolculuğuna çıkacağım yine. Hazır İstanbul yapraklarını dökmüşken ve ruhum şu sıralar oldukça sakinken... 

Saat neredeyse sabah üçe gelecek, uyku da bastırdı. Yeni bir sabaha uyanacağım yeni bir uykuya yatma vakti geldi, bir başka kış gecesinde görüşmek üzere o halde. 

24 Kasım 2018 Cumartesi

Sonraki Günler

Bu aralar günler çok yoğun geçiyor, ben de bu hızın ve yoğunluğun içinde kayboluyorum. Tüm haftayı fırsat bulduğum her an uyuyarak geçirdim. Mümkün olsa, sabah okula gittiğimde de uyuyacağım. Kendimi uyumaktan alamıyorum, sürekli bir uyku hali var. Dönem dönem böyle oluyor, yakında geçer diye umuyorum.

Bugün Sapanca tarafına gittik okul ile birlikte, bir kahvaltı tertip edilmiş. Herkes bir şeylerle uğraşırken ben de bir doğa yürüyüşü yaptım, sessiz sakin ormanı dinlemek bana iyi geldi. 

Bir de askerlik yapacağım yer belli oldu, yazın gideceğim. Deniz kenarı yazlık bir yerde, güzel bir ilde yapacağım. 

Tüm bunlar dışında sanırım anlatacağım bir şey yok, bu aralar çok keyfim de yok. Rutin bir şekilde devam ediyor hayat, bir önceki güne özdeş yeni günler, yeni saatler. Belki biraz daha çok okuyabilsem iyi gelirdi, biraz daha zamanım olsa.

Son olarak, öğretmenler günümüz de kutlu olsun.

12 Kasım 2018 Pazartesi

Lonely Man of Winter

Sufjan Stevens da bu güzel, yeni şarkı ile mesut etti beni. Tam da yalnız bir adam olarak kışa girerken, soğuklar kapıma dayanmak üzereyken. Bu koca kentin küçük bir köşesinde, bir bahçe içinde. 

Şarkılar, yeni resimler, okunmak için listelenmiş kitaplar, bir türlü okunamayan şiirler, bir anda akla gelen Kuzguncuk, yarın yine işe gidecek olmanın, sabah kalkacak olmanın yılgınlığı, son bardak bir kahve, yarın biraz daha fazla su içmem gerek, hepsi küçücük bir hayatın minik parçalarından ibaret. 

Yeni bir senenin içinden çıkan, yüzü küçük, gözleri küçük, donuk koyu kahverengi bakışlı, kömür karası saçlarının yarısı beyazlamış, hüzünlü yüzlü, bir zayıf adamın kışı. Bahardan kışa yavaş bir geçiş.

11 Kasım 2018 Pazar

Sürsün Bahar











Çok sevdiğim Can Kazaz yeni bir albüm hazırlamış, "Keşke Uyuyabilsem" isimli şarkısına da güzel bir klip çekmiş. Çok doğru, güzel adımlarla ilerliyor ve bu da bir dinleyici olarak beni çok memnun ediyor.

Bir önceki albümünü alıp, dinledikten sonra bir öğrencime hediye etmiştim. Yine öyle yapacağım, sesinde huzurlu bir büyü var. Naif, sükuneti hayranlık uyandırıcı. Kendisini geçtiğimiz yaz bir gece vakti Karaköy sokaklarında arkadaşlarımla dolaşırken görmüştüm. Yolun ortasında durup uzun süre seyretmiştim. Her açıdan güzel bir adam. 

Yirmi Yedi isimli parçası da sanki bana bir doğum günü armağanı gibi olmuş. Bir pazar günü sabahından selamlar olsun, sürsün bahar. 

8 Kasım 2018 Perşembe

Akşam

Okul servisinden indikten sonra yirmi dakika kadar eve yürüyorum. İstanbul'da kış başladı, özellikle geceleri hava çok soğuk oluyor. Sırt çantamda tonlarca kitap taşıdığım için yolculuk esnasında yoruluyorum fakat bu yirmi dakikalık yürüyüş bana iyi de geliyor. Bu süreyi tamamen düşünmeye ayırıyorum. İş dönüşü trafiği, gün boyu yorulan insanların eve dönüşleri ve kabalalık otobüslerin camlarına yapışan nefesler... Hepsi yeni yazılmış bir öykünün sayfalarından çıkma gibi, nedense en çok fırınlar ilgimi çekiyor. Her daim sıcacıklar, insanlar ekmek alıyor birer birer, sanırım en ucuz ve en doyurucu yiyecek... Bir fırın buldum, bazı akşamlar oradan anneme ve bana elmalı kurabiye alıyorum, iki tane.

Cadde boyu ilerlerken insanları izlemek hoşuma gidiyor, bir de mağazaları. Çok uzun süredir alışveriş yapmıyorum, iki ayakkabım, üç pantolonum ve birkaç tane gömleğim var. Mağazaların içine girmeyi hiç sevmem fakat camekanları izlemeyi çok severim. İnsanların telaşları, ellerindeki çantalar, kıyafet seçme dertleri, rengarenk ve ucuz kumaşlar arasında kaybolan çocuklar, hepsi de bir şey beğenmişler kendilerine, anneleri ellerinden tutup çekiştiriyor. 

Tarihi yarımadaya gittiğim zaman bir kahve alıp saatlerce meydanda oturuyorum. Beş dakika konuşunca hemen yorulan bir insanım, fakat saatlerce insanları izlemekten keyif alıyorum. Bazen fotoğraflarını çekiyorum onların, özellikle portre fotoğraflar hoşuma gidiyor. Her bir insanın yüzünde bambaşka izler var, değişen dünyanın dertleri, her biri Kafka'nın Dönüşümü'nden çıkmış gibi. Bazen de yüzler bulanık, dertli bakışların ardında türlü kaygılar. 

En güzel dinlenme yerleri ise sürekli gezdiğim yayınevleri. Her birinde başka bir masal var, her okuduğum kitabın içinde bambaşka dünyalar var. Onlarla birlikte çoğaldığım apayrı bir dünya, bir deliler evi, bazen de yalnızca hüzün güncesi. 

Hayata bir katılımcı değil de izleyici olarak geldiğim apaçık, sohbet etmekten hoşlanmasam da, izlemenin de çok büyük bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Notlar tutuyorum genelde, bir başkası notlarımı bulsa sanırım yıllarca çözümleyemez. Metroya binen genç bir adam, yanında ilkokul çağlarında bir kız. Üzerlerinde ufak çizimler, sırt çantamdan çıkardığım kurşun kalemim, kalem kutumda bir minik silgi, yazıp çizen bir el. Şimdilerde hayat daha sade, kaybettiklerimin anısına üzülüyorum kimi zaman, kimi zaman da kaygılar sarıyor etrafımı, yine de elmalı kurabiye yemekten hoşlanıyorum, çarşıdaki fırına girdiğim zaman huzurlu hissediyorum, yüzüme bir sıcaklık yayılıyor, vücudumdaki kan akışını hissedebiliyorum. Yaşıyorum ya, bir şeylerden yine de anlam çıkarabiliyorum, çoğunu kaybetsem de. Çoğunlukla, içimde yaşayıp insanları izlemeyi tercih etsem de, bir seyirci olarak devam etme arzusundan vazgeçmeyeceğim, yalnızca bir fotoğraf, sonra yazıları ile yaşlanan iki küçük el. Parmaklarım da o kadar minik ki, sanırsın anne karnından yeni çıkmış bir çocuğun parmakları, nazik ellerim, nazik mizacım, naif çehrem. 

4 Kasım 2018 Pazar

Hatıra

Bu akşam beni duygulandıran bir şey oldu. Eski okulumda kullandığım, İletişim Yayınlarının bastığı Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi vardı. Okullar kapanmadan önce onu öğrencilerime vermiştim. Hiç hatırlamıyorum, Ekim ayında bir güne rastgele bir not düşmüşüm. "Öğretmeniniz sizi çok seviyor" diye, bir de gülücük eklemişim sonuna. 

Bugün bana bu takvim yaprağını attılar. Bulup duvarlarına asmışlar, bir de mesaj atmışlar; "Öğretmenim sizi unutmadık ve çok seviyoruz" diye. Çok duygulandım. Gözlerim dolu dolu. 

Onlara bir sevgi bağı emanet edebildiğim için çok şanslıyım. Bunu alabilen, bunun farkına varabilen çocuklardı. Haftada bir ararlar beni, uzun uzun konuşuruz. Bu anı da gönlüme kazınmış oldu. Önemli olan onlara öğrettiğimiz kitabi bilgiler değil, bunları kendileri de öğrenebilirler. Sanırım bu meslekte önemli olan onlarla bir sevgi bağı oluşturabilmek. Yıllar geçiyor fakat bir gün karşınıza çıkabiliyorlar, üstelik öğretmenim sizi unutmadık, sizi çok seviyoruz diyerek. Sevgimiz bol olsun. 

31 Ekim 2018 Çarşamba

Tuhaf Bir Gece

Esasen tuhaf falan değil, güzel sanırım. Uzun zamandır böyle hissetmemiştim, hayatımda değişen hiç de bir şey olmadı halbuki. Üstüne bugün tüm derslerim doluydu, yorucu bir gündü. Lakin ilk kez kendimi bu kadar enerjik hissediyorum sene başından beri, muhtemelen yarın yine söylenmeye, bunalmaya başlarım. Şu günün tadını çıkarmak niyetindeyim. 

Bugün beşinci sınıflarla çok eğlendim, koşmaca oynadık, balon oynadık, oyun hamurları ile oynadık. Çocuklar gibi eğlendim, hiçbir şeyi umursamadan. Eve geldim yine pır pır ayaktayım, dans falan ediyordum yarım saat önce mutfakta. Bazen böyle oluyor, çok nadir olsa da kendimi umut dolu hissediyorum. Tabii bunda Beirut'un da payı çok, müzikleri alıp götürüyor beni bu zamanlarda. 

Şimdi bir türk kahvesi yaptım kendime, hafiften duruldum. Birazdan da yatar uyurum zaten. 29 Ekim sunuculuğu güzel geçti, törenden sonra yemek yedik, o da idare ederdi. Neyse ki büyük görev atlatıldı, darısı bir sonraki darlanmaların başında.

Yarın yine boğucu ve yorucu bir kaygı ile başbaşa kalacağımı biliyorum, hiçbir şey bugünkü gibi olmayacak yarın, günün bitmesini bekleyeceğim. Bazen içime bir mücadele etme isteği doğuyor, en büyük dertlerimi bile unutuyorum. Sanki bahar mevsimi yeni gelmiş gibi, sanki yeniden doğmuşum gibi. Ne tuhafım, insan ne kadar tuhaf. 

27 Ekim 2018 Cumartesi

Yıkılmadım Ayaktayım Serisi III

Tıpkı eski filmlerdeki gibi Haydarpaşa'ya tren ile gelen genç bir oğlan çocuğuydum o zamanlar, yurda yerleşmiştim. Vapurlar, bitmek bilmeyen bir döngü, kalabalık, deniz hemen hepsi beni kendine çekmişti. Üniversite yıllarım boyunca İstanbul'un neredeyse her yerini gezip gördüm, ilk kez büyük bir kente geliyordum, içimde bitmeyen bir heyecan vardı. İlk sene, içimdeki bu heyecan ve sevgi beni sevgilim ile tanıştırdı. Birbirimizi bir şekilde bulduk, adımlarımızı birlikte atmaya başladık. Çok bağlıydım ona, aynı okuldaydık. Üniversite yıllarım onun sayesinde çok güzel geçti. Benden farklıydı, çok renkli ve sosyaldi. Bir sürü arkadaşı vardı, insanları mutlu etmekten çok hoşlanırdı, yardımseverdi ve iyi kalpliydi. Tüm lisans hayatımı onunla birlikte geçirdim. Sonra yollarımız ayrıldı, beşinci yılımızdı, hiç bitmez sanmıştım ama bitti. Uzun bir süre bu durumu kabullenemedim, çalışmaya yeni başlamıştım, önümde upuzun bir hayat vardı. Tüm acılar peşi sıra gelir ya, annem de tam bu zamanlar çok ciddi bir rahatsızlık geçirdi, uzun süre ölümle mücadele etti. Tam iki yılımızı hastanelerde geçirdik, o dönemle ilgili çok yazı yazdım, tekrar anlatmak istemiyorum. Hem ayrılık hem de annemin bir anda rahatsızlanması derken kendimi kaybetme noktasına geldim. Ama pes etmedim, hem anneme baktım hem de hayatıma devam ettim. 

Kendi kendimi telkin ettim bu dönemde. Yoğun bakımın önünde yatıp kalktım uzun süre, bir yandan çalışmaya devam ettim. Bir dakika bile uyuyamadığım bir dönemdi. Hastanede geçirilen iki koca yıl, şimdi tekrar eskiye gidiyorum da hayat gerçekten çok tuhaf bir şey. Mezun oldum, çalışmaya başladım hayatımız düzene girdi derken hem ayrılık hem de annemin hastalığı ile sarsılmıştım. Hayat hiç de iyiye gitmiyordu; ya pes edecektim ya da küçük bir umut ışığı ile yoluma devam edecektim. Bir gün hastane lavabosunda saçlarımı yıkarken aynaya, kendime uzun süre baktım. Pes edemezdim, annem için bu mücadeleyi tek başıma üstlenmek zorundaydım. İlk kararımı orada aldığımı anımsıyorum. Yatağa mahkum olan, konuşamayan, yemek yiyemeyen, vücudunun hiçbir yerini hareket ettiremeyen annemi hep sağlıklı hayal ettim. Her gün bir deftere not tuttum, iyileşeceğine dair. Annem yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı, yanından bir dakika bile ayrılmıyordum. Tüm bu süreçte yüksek lisans mülakatlarına hazırlanmaya başladım. Anneme hastanede baktığım dönemde, geceden sabaha ders çalıştım ve istediğim bölüme girdim. Şimdi düşünüyorum da, nasıl bu kadar büyük bir mücadele vermişim, nasıl savaşmışım hayret ediyorum. Acı ile karşılaşınca insan kendi benliğinden çıkıyor, gerçek savaş o zaman başlıyor. 

Tüm bu üzücü maceranın içinde çok çalıştım, kimim kimsem yoktu yardım isteyebileceğim. Biz bu hastalık savaşını yendik, annem yavaş yavaş toparlandı. Ona alfabeyi, yeniden konuşmayı öğrettim aylarca. Çay kaşıkları ile besleyip, tekerlekli sandalyede dolaştırdığım annem adım atmaya başladı, sonra yavaş yavaş yürüdü ve çok şükür şu an mutfakta yemek hazırlığı ile meşgul. Sağlığı yerine geldi, dört yılın sonunda biz iyileştik ve eski yaşantımıza geri döndük. 

Ben mi? Çok yıprandım, annemin ölüm tehlikesi karşısında hissettiğim tek şey hayatın bomboş olduğuydu. Gelip geçiyorduk, bir yolcu gibi. Hiç beklemezdim, bu kadar erken, annem hep benimle olacakmış gibi hissederdim. Zaman geçtikçe ayrılığı da atlattım, artık ona hiç kızmıyorum. Umarım bir yerlerde mutlu ve huzurlu hayatına devam ediyordur. Büyüdük artık, kızgınlıklar ve kırgınlıklar geride kaldı. Sonrasında da bazı ilişkilerim oldu lakin çok uzun sürmedi. Bir şeyler kopmuştu içimde, hayat mücadelesi beni yormuştu. Yapamadım, devam ettiremedim. İçimde hep kendimle kalma isteği vardı, sonunda bunu başardım. 

Akabinde türlü okullarda çalışmaya devam ettim, memleketteki evimizi bırakıp komple İstanbul'a yerleştik. Hayat bir şekilde akmaya devam ediyor, 27 yaşına girdiğim şu günlerde kendimi daha olgun, daha sade ve daha hafif hissediyorum. Geleceği bilmiyorum, sanırım bilmemek daha iyi. Sade bir yolculuk, annemle iki yolcuyuz. Biri daha katılır mı aramıza bilemiyorum, gelirse hoş gelir gelmezse de canı sağ olsun. 

Seriyi burada tamamlıyorum, İstanbul'un bir köşesinden küçük bahçeli bir evden, pencere önü çiçeklerimin arasından hikayemi anlattım, sandıktan çıkardım. Yolculuğum hep çiçeklerin arasında devam eder umarım, sakince, güzelce.

25 Ekim 2018 Perşembe

Yıkılmadım Ayaktayım Serisi II

Annemin memleketine ve doğup büyüdüğü eve yerleştikten sonra hayat daha rutin bir hal almaya başladı. Küçük bir kasabaydı, annem tekrar çalışmaya başladı. İş saatleri yoğun olduğu için küçüklüğümden beri her şeyi kendi başıma halletmeye alışkınımdır. Faturaları ben yatırırdım, okuldan gelince sobayı ben yakardım. Ardından ödevlerimi bitirirdim. Cuma günü kasabamıza pazar kurulurdu, okul dönüşü pazar alışverişini yapardım. Annem kasabaya adaptasyon problemi yaşamadı. Doğup büyüdüğü mahalleydi, neredeyse herkesi tanıyordu. Saygın, güçlü bir kadın olarak tanınıyordu, insanlar ondan çekinirler, ona karşı saygıda kusur etmezlerdi. 

Bense yepyeni bir çevrenin içindeydim. Okulum, arkadaşlarım, evim hepsi değişmişti. Annem de yoğun çalıştığı için kendimi yalnız hissediyordum. Evimiz eskiydi fakat kendine ait bir cazibesi vardı. İçinden merdivenler ile yukarı kata çıkılıyordu. Yukarı kat tamamen bana aitti. Orada soba olmadığı için kışın orayı kullanamıyordum, bir odada vakit geçiriyorduk annemle birlikte. Bazen halının üzerinde, sobanın yanında ders çalışırdım. Bu özellikle çok hoşuma giderdi. Bazen de sobayı yakmayı beceremezdim, soba tüter ve odaya is dolardı. Pencereyi açtığımı gören karşı komşumuz gelip sobayı yakardı. Annem gece yorgun gelirdi, o gelmeden ona çay demlerdim. Bu zamanları yalnız geçirdiğim için kendime sinemayı ve edebiyatı arkadaş olarak seçmiştim. Elime ne geçerse okumaya başlamıştım. Eski dergiler, annemin kitapları, pazar günleri gazetelerin verdiği ucuz kitaplar, annemin kuzeninin okul yıllarından kalma ansiklopedileri. Kasabımızda bir kitapçı yoktu, gidip kitap alıp okuyabileceğim bir yer de yoktu. Ne zaman daha büyük bir kente gitsek hep kitap alırdık. 

Bir gün ortaya aniden babam çıktı. Beni almak istediğini söyledi. Velayetim annemdeydi fakat mahkemece verilmiş karara göre babamın senede bir kere bir ay beni alma hakkı vardı. Bugüne kadar ismi dışında kendisine ait hiçbir bilgim yoktu. Annem bir kereliğine mahsus hiç babamı suçlamadan bana yaşananları olduğu gibi anlatmıştı. Ve eklemişti, "o senin ne olursa olsun baban, istersen görebilir onunla da vakit geçirebilirsin oğlum." Annem anlayışlı bir kadındı, buna rağmen babam beni bir kere bile görmek istememişti. İstanbul adında hiç bilmediğim kocaman bir şehirde yaşıyordu, kimdi, neler yapmaktan hoşlanırdı, beni özlüyor muydu hiç bilmiyordum. Anneme gitmek istemediğimi söyledim, annem çok zor bir durumda kaldı. Telefonda benim gitmek istemediğimi, anlayışla karşılaması gerektiğini söyledi. Babam diretti, en sonunda bir yaz günü kapımıza polislerle dayandı. Çığlık çığlığa bağırdığımı ve kendimi yerlere attığımı hatırlıyorum. Annem ağlıyordu, bütün mahalle dışarı çıkmıştı. Polisler kolumdan tutmuş beni arabalarının içine götürüyorlardı. Çok direndim lakin başaramadım, en son arabanın camlarını yumrukladığımı ve arabanın peşinden annemin ağlayarak koştuğunu hatırlıyorum. İstanbul'da bir ay dayanamadım, hiç tanımadığım bir adam babam olduğunu söyleyip beni evine götürmüştü. Evin içinde uzun siyah bir saç teli bulmuştum. Çocuk aklım ile bu saçın anneme ait olduğunu düşünüp onu cebime koymuş ve yirmi gün boyunca onu koklayıp ağlamıştım. Yirminci günün öğle vakti babamın balkonuna çıkmaya karar verdim. Sokaktaki insanlara bağırıp, babamın beni evde zorla tuttuğunu ve balkondan atlayacağımı söyledim. Bu olaya şahit olan ve ne yapacağını şaşıran babam o akşam beni apar topar annemin yanına götürdü. Bir daha da onu görmedim. Hiç ısınamamıştım ona. Sürekli annemin çok kötü bir insan olduğunu söyleyip durmuştu. Sevgisiz, kötü bir adamdı. Eve geri döndükten sonra bir şeyler kopmuştu içimde, anlam veremediğim bir durgunluk çökmüştü üzerime. Sanki dünya artık yavaş dönmeye başlamıştı. 

Aradan birkaç yıl geçmiş eski canlılığım yerine gelmişti. Liseye giriş sınavlarından önce il merkezine bir dershaneye yazdırmıştı annem beni. İlk kez başka insanlar tanıyıp kendi kendime yolculuk etmeye başlamıştım. Okulda başarılı bir öğrenciydim, öğretmenlerim benden çok memnundu. Okula severek giderdim, sürekli çalışırdım. Öğretmenlerim ek çalışmalar verirlerdi, onları da yapardım. O zamanlar çok sosyal bir çocuktum, okul tiyatro gösterilerinin hepsinde yer alırdım. Hafta sonu arkadaşlarımla birlikte kasabanın köylerine bisiklet turları yapardık. Sokaktan eve girmeyen, tüm gününü o mahalleden o mahalleye geçiren bir çocuktum. Özellikle yaz geceleri çok renkli geçerdi, sinek ilacı arabasının arkasına biner tüm kasabayı turlardık. 

Liselere giriş sınavında il merkezindeki anadolu lisesini kazanmıştım. Annem çok sevinmişti, emeklerinin karşılığını aldığı için mutluydu. Benimle ve ödevlerimle yeterince ilgilenemiyordu lakin her an beni takipteydi. Sınavlarımdan önce beni muhakkak çalıştırırdı. Liseye geçtiğim zamanlarda tarif edemediğim bir şeyler oldu, bir şeyler koptu benden. Tamamen eve kapandım, ilgilendiğim alanlarla ilgilenen kimse yoktu çevremde. Mahallede çocuğunu okutan kimse yoktu, hepsi çeşitli dükkanlarda ve fabrikalarda çalışmaya başlamışlardı. Kesinlikle kendimi büyük görme gibi bir durumum yoktu, lakin diğerlerinden farklı olduğumu hissediyordum. Büyümeye başlamıştım, kendimdeki ve etrafımdaki değişimler beni tedirgin ediyordu. Sanki bir şeylerin farkına varmaya başlamıştım ama tam olarak anlam veremiyordum. Lise hayatım da epey başarılı geçti. Bu sürede annem iyice yorgun düşmeye başladı. Benim için hayat mücadelesi veriyordu, daha iyi olmak için elimden geleni yapıyordum. Üniversiteye giriş sınavları için bir dershaneden burs kazanmıştım, anneme yük olmamak için çabalıyordum. Nitekim sonunda eğitim mücadelemiz emeklerini verdi, üniversite sınavını kazanmıştım. Öğretmen olmaktan başka bir seçenek yok gibiydi benim için. Dar gelirli aileler için çocuklarının öğretmen olması bir kurtuluştur. Daha fazla hayalleri yoktur hayata dair. 

Füruzan'ın Parasız Yatılı adlı öyküsünde de benzer bir durum vardır. Annesi kızının öğretmen olmasını hayal eder, belki yeni bir koltuk takımı alırız der. Senin atandığın yerlere gideriz, ocağımız tüter, hatta anasonlu galeta bile yaparım diye hayaller kurar. Tıpkı böyle bir öyküydü bizim öykümüz de. Oğlan üniversiteyi kazanmıştı, öğretmen olmaya, okumaya İstanbul'a gidiyordu. Anne çok gururluydu, emeklerinin karşılığını almıştı, şükürler olsundu. 

Arkası yarın.

22 Ekim 2018 Pazartesi

Yıkılmadım Ayaktayım Serisi I

Kim Bilir'in ricası ve isteği üzerine böyle bir seriye başlıyorum. Ne olacak bu seride peki? Aslında uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yapacağım, geçmişten bugüne kendimden, ailemden ve çevremden bahsedeceğim. Acı tatlı her şey, belki de hepsi bir rüya. Kısa bir uyku sonra uyanış, sabahın soğuğunda, akşam güneşinin sıcağında. O zaman başlayalım. 

İstanbul doğumluyum. Ne yazık ki İstanbul'daki maceram 23 gün kadar sürmüş. Çünkü ben henüz 23 günlük iken annem ile babam ayrılmış. Başarısız, zoraki bir evlilik. Bir anne baskısı annemin üzerinde. Üniversiteye hazırlanan genç bir kızın kendinden 15 yaş büyük biri ile varsıl diye zorla evlendirilmesi. Bir senelik bir evlilik, her anı mutsuz. Sonuç ben, yine mutsuz. Doğum maceramı pek anlatmak istemiyorum, orası epey acı. Ölüm tehlikesi, annemle birlikte doğum sırasında babam tarafından sokağa atılmamız, falan filan. Neredeyse bir sokak çocuğu yani. Dram işte, herkesin bildiğinden, her gün üçüncü sayfalarda okunandan. 

Sonra annemin memlekete dönüşü. O sırada annemin annesinin ve babasının ani ölümleri. Yapayalnız bir kadın, tek başına, kucağında bir oğlan çocuğu. Epey acı, henüz 20 yaşında. Ne olduğuna anlam veremiyor, hala çocuk üstelik o da. Bir mücadele başlatıyor. Baba hiç arayıp sormuyor, babanın kendisi yok, bir adı yok. Çocuk bir tek annesini biliyor, yıllar sonra baba diye biri ortaya çıkmaya karar verene kadar. Anne hırslı, güçlü. Çalışıyor, hiç evlenmiyor. Ömrünü oğluna adıyor. Anne çok fazla çalışıyor. 

Çocukluğum iki ayrı şehirde geçti. Teyzemin apartmanında büyüdüm, annem yoğun çalışıyordu. Bana teyzem bakıyordu, her bakımdan annemden çok farklı bir kadındı. İyi niyetli değildi, parayı çok severdi. Kültürlü ve anlayışlı değildi, kocası ve çocukları da tıpkı kendisi gibiydi. Sözde kız kardeşine sahip çıkıyordu özde ise onu sömürmekle meşguldü. Okula ilk bu şehirde başladım. Annem muhteşem bir kadındı o zaman, çok bakımlıydı ve çok güzeldi. Beline kadar inen simsiyah düz saçları vardı. Kendi kıyafetlerini kendi dikerdi, takımları vardı etek ve ceket. Beni her hafta sonu şehir merkezine götürürdü, bir fotoğraf makinemiz vardı bilikte fotoğraf çekerdik. Annem izin günlerinde kurslara giderdi. Bilgisayar, daktilo, diksiyon gibi; çok okurdu, hep okurdu. Ben de onunla birlikte kursa gider bir köşede daktilo ile oynardım. 

Hafta sonu sabahları çok erken bir saatte kalkar eşofman takımlarımızı giyer mahallede spora, koşuya çıkardık. Annemi koşuda hep yenerdim, sonra eve dönerdik. Teyzemin apartmanı bahçeliydi, yemyeşildi. Annem bahçeye masamızı kurardı, kahvaltı yapardık. Geceleri bir öykü okuyup uyuturdu beni. Sonra radyo tiyatrolarını çok severdi annem, mutfak masasında kandil ışığında radyo tiyatrosu dinlerdik birlikte. Ben bir sürü soru sorardım anneme, hiç bıkıp usanmadan cevap verirdi. 

Herkes annemin güzelliğinin farkındaydı, sürekli haber gelirdi teyzeme evlenme teklifleri için. Annem hiçbirini kabul etmezdi, yolda dönüp sağa sola bile bakmazdı. Çok gururlu bir kadındı. Güzellik her zaman talih getirmiyormuş, ilk öğrendiğim şeylerden biri buydu hayata dair. Füruzan'ı bu kadar sevmemin ve onun öykülerinin içinde kaybolmamın nedeni de budur. Füruzan'ın öykülerinde hep yalnız başına mücadele veren gururlu, güzel bir kadın vardır. Bu kadının hep bir kız çocuğu vardır. Annemi hep o öyküdeki kadınlara benzetirim. 

İki ablası var annemin, en küçükleri annem. Başka da kimsemiz yoktu, hala yok. Diğer teyzem başka bir şehirde evliydi, çocukları vardı. İkisi de hiç annem gibi değildi, annem çok merhametli, kendini yetiştirmiş bir kadındı. Hayata farklı bakardı, beni özgürlük ile büyüttü. Evimizde kimsenin dedikodusu yapılmazdı, asla para konuşulmazdı. Oysa teyzelerimin evlilikleri sorunluydu. Okumaya, öğrenmeye değer vermezdi büyüğü. Çocuklarının hiçbirini okutmadı. Diğerinin hayatı da pek parlak değildi.

Sonra teyzem ile aramız bozuldu, mal davası meseleleri. Annem ben üçüncü sınıftayken tüm eşyamızı topladı ve çocukluğumun geçtiği ilk şehre aniden veda ettik. İkinci şehrimiz ananem ile dedemin evinin bulunduğu yerdi yani annemin çocukluğunun geçtiği ev ve memleketimiz. Ben çok üzülmüştüm arkadaşlarımdan ve okulumdan ayrıldığım için. Başarılı bir çocuktum, sınavlarda dereceler alırdım. Annem çok mutlu olurdu, en büyük burukluğu akşamları beni okuldan alamamasıydı. Kimi zaman veli toplantılarım için izin alamazdı, bazen geceleri ağladığını duyardım. Yaşadıklarını hiç hak etmeyen bir kadındı. 

Burada bir es vereyim. Devamı ikinci bölümde gelsin. Ben de sıcak, demli çayımı yudumlayıp dinleneyim. Arkası yarın. 

21 Ekim 2018 Pazar

Bir Pazar Günü

En sevdiğim bitki çayını yapıp kupama oldurdum, bir şeyler yazmak geldi içimden. Pazar günlerini evde geçiriyorum. Çünkü tek tatil günüm. İçinde bulunduğumuz sistem, çalışma yaşamının dışında sizi bir şeylerle ilgilenmekten alıkoyuyor. Hangi sektörde çalışırsanız çalışın artık mesai saatleri çok uzun. Hafta sonu tatili olarak nitelendirilen, insanların dinlenip kendilerine vakit ayırması gereken günlerde artık hemen herkes çalıştırılıyor. 
Bazen cumartesi ve pazar günleri evde oluyorum, bazen de konu tekrarları, deneme çözümleri için cumartesi günleri de okulda olmam gerekiyor. Aslında iki gün dinlendiğimde haftaya daha güzel başlıyorum, verimim artıyor. Nitekim sistem bunu anlamak istemiyor. Hoş, dinlenme günlerimde de bir sonraki haftanın ders planlarını yapıp, anlatacağım konulara çalışıyorum. Her ne kadar konuları biliyor olsam da derse hazırlıksız girmek hoşuma gitmiyor, ders içinde de kendimi kötü hissediyorum. Çocuklar çok farklı sorular sorabiliyor, bu yüzden hazırlıklı olmayı önemsiyorum. 

Bugün annemle güzel ve uzun bir kahvaltı yaptık, sonra ortalığı temizledim biraz. Birkaç şey almak için yürüyüş yapıp markete gidip geldim derken akşam oldu, hava karardı bile. Kış gecelerini çok seviyorum, özellikle dışarıdan eve geldiğim akşamlarda kapıyı açar açmaz burnuma gelen yemek kokularını, vücuduma temas eden sıcaklığı çok seviyorum. Dışarıda yorulup, üşüyüp eve gelmek kadar güzel bir şey yok. Hele perdelerin sımsıkı kapalı olduğu, içeriden ölgün sarı ışıkların yansıdığı sokaklardan geçerken kendimi güzel hissediyorum. İçeride olup bitenler, insanlar, tencerelerde pişen sıcak mercimek çorbaları...

Yakında yapılacak 29 Ekim töreni için okul müdürü tarafından sunucu seçildim. 6 yıl önceki staj dönemim dışında hiç takım elbise giymemiştim, doğrusu hiç de sevmiyorum takım giymeyi. Maalesef bu sefer kaçamadım, bir takım elbise almam gerekiyor. Bu hafta bir şekilde onu halletmem gerek. 

Öyle böyle derken iki buçuk ay su gibi geçti, değişimleri hala hazmedebilmiş değilim lakin yavaş yavaş alışmaya başladığımı düşünüyorum. Bir sürü tuhaf şey, içinde benden kalma biri, bir artık. Her şey devam ediyor, her şeye bir şekilde devam ediyorum. 

14 Ekim 2018 Pazar

Sabaha Doğru

Bazen böyle oluyor, hiç uyuyamıyorum. Saat sabah beşi geçti. Bir buçuk saat sonra da işe gitmek için evden çıkacağım zaten. Bugün yoğun bir gün, bakalım uykusuz nasıl direneceğim. 

Kendime bir kahve yapıp masa lambam eşliğinde yazıp çizip karaladım. Defalarca yattım uyuyamadım uyandım. Zihnimde çok fazla düşünce olduğu vakitler böyle oluyor hep. Ne düşünüyorum bu kadar çok? Bunu da bilmiyorum. 

Hafta sonu tatillerinde evden dışarı çıkmıyorum. Buraya taşınalı üç ayı geçti, yalnızca arkadaşlarımı ziyarete gittim bir kez. Onun dışında hiç semtin dışına çıkmadım. Fotoğraf çekmeye bile gidemiyorum. Tarihi yarımadayı çok özledim, Sirkeci'den Ayasofya'ya doğru yürümeyi, Caferağa'da bir kahve içmeyi, Alman Çeşmesi'nin arkasında oturmayı ve Cağaloğlu'ndaki kitapçıları gezmeyi... 

Bir türlü alışamadım bu yeni muhite, eve. Hep aynı, değişimleri hiç sevmiyorum. Hayatımdaki en ufak değişiklik bile beni kötü etkiliyor. Bazen bu kadar hassas olduğum için kızıyorum kendime, duygulanma işte diyorum, bırak bazen sen de duyarsız ol. Hiçbir şekilde yapamıyorum, en ufak bir olumsuzlukta bile gözlerim doluyor. Bir kitap, bir insan, bir film hiç fark etmiyor. Zaten bu durum hayatımda hep suistimal edildi, sakin ve sessiz bir mizaca sahip olduğum için insanlar istediklerini yapabileceklerini düşünüyorlar. 

Yeni okulumda da mümkün mertebe öğretmenler odasında oturmamaya çalışıyorum, boş olan sınıflardan birine geçiyorum dersim olmadığı zamanlarda. Kulaklığımı takıyorum, çalışmalarımı tek başıma yapıyorum. Bir piknik yeri gibi öğretmenler odası, herkes bir şey hakkında atıp tutuyor. Kimsenin eğitim ile alakası yok, asla bir öğrenci ya da eğitim konuşulmuyor. Herkes hep kendi derdinde. Erkekler sürekli döviz kurları ve faiz takibi peşinde. Kadınlar da kahve içip fısır fısır bir şeyler konuşuyorlar. Herkes kendini en iyi öğretmen sanıyor. Sanırım ömrüm boyunca çalışacağım hiçbir kurumda biraz da olsa duyarlı, dünya dertlerini takip eden ufku açık bir öğretmen arkadaşım olmayacak. 

Ne çok dert yandım, birkaç kitap sipariş edecektim. En iyisi onlara bakayım, kahvemi de bitirip okul çantamı hazırlayayım. Yazı burada bitiyor, gün ise yeni başlıyor. 

12 Ekim 2018 Cuma

27

Her doğum günümde buraya muhakkak bir şeyler karalıyorum, adettendir. 27 yaşına girdim birkaç dakika evvel. Çocukken annem her sene kutlardı, arkadaşlarımı çağırıp evde mini bir parti düzenlerdi. Bir de bana diktiği kıyafetleri giydirirdi, hepsi çok güzel ve kendi çizimi, tasarımı olurdu. Artık pek kutlamıyorum, yakın arkadaşlarım ile de ha deyince buluşamıyoruz İstanbul'da. Aynı şehirde yaşamamıza rağmen aylardır göremediğim ve çok özlediğim dostlarım var. 

Epey büyüdüm sanırım, yol aldım epey. Herhangi bir etkinlik yapmıyoruz artık doğum günlerimde. Pek de sevmiyorum hediye tarzı şeyler almayı. Öğrencilerim alıyor, onlara da bir şey diyemiyorum. Hepsi çok sevimliler. 

Bugün okulda toplantımız vardı, eve geç gelmek zorunda kaldım. Birkaç iş yaptım derken saat bu saat olmuş bile. Bir bardak çay var önümde, ince belli. Biraz müzik açık fonda, birazdan uyurum zaten. Yarın yine okul yolu beni bekler. 

Pek bir beklentim yok yeni yaştan, yeni bir yıldan. Yalnızca daha uzaklara gitmek istediğimi bildirmek isterim buradan yeni yaşa, daha sakin yerlere götür beni. Misal bir sene kadar evimde oturup kitap okuyayım, araştırmalarımı yapayım. Öykülerime yoğunlaşayım ve türlü çiçekler yetiştireyim. Belki doktora çalışmalarına da başlarım böylece. 

O zaman yeni yaşım çiçek getirsin bana, daha çok çiçeğim olsun. Yadigarlar köşesinden, bir pencere önü menekşesine dönüşeyim. 

10 Ekim 2018 Çarşamba

Ortadan İkiye Dünya

Annem ile akşam çaylarında minik mutfak masamızda oturuyoruz. Maziyi çok sevdiğimiz için konuştuğumuz mevzular genellikle mazi üzerine oluyor. Benim pek bir mazim yok ama onun çok var. Geçmiş yıllarda hayatın herkes için daha kolay olduğunu anlatıyor. Fabrikada çalıştığı yıllardan bahsediyor, herkesin yalnızca gününü düşündüğü ve gelecek kaygısının bu kadar yüksek olmadığı zamanları. Sohbetimiz bitince radyo tiyatrosu dinliyoruz genelde. Benim avokado sevgimden dolayı masamızın ortasında hep birkaç tane avokado oluyor. Yeşil yeşil, bir fon rengi gibi sanki. Beyaz duvarların arasında sırıtan bir naturmort. 

Ben ince belli bardakta çay içiyorum o cam kupada. Bizi ayıran tek nokta bu sanırım. Mizacımız, düşüncelerimiz, hayata baktığımız ve bakakaldığımız yönler hep aynı. O gençliğinden bahsederken çok mutlu oluyorum. Bilhassa memleketteki evimizde geçen anılarını anlatırken, gözlerimiz ister istemez parlıyor. Annem geçen yıl gitti ama ben yıllardır gidemiyorum evimize. Memleket hasreti yok içimde lakin büyüdüğüm ev öylece eşyaları ile bomboş, içim burkuluyor. 

Mutfağımızdan bir kapı açılıyor bahçemize. Orada türlü bitkiler yetiştirdik annemle. Ben toprakla uğraşmayı çok seviyorum. Yeşilliklerden tutun da güllere kadar mis gibi bir bahçeydi. Köşesinde bir ekmek fırını vardı. Kilerde de bir ocak. Annem bazen komşumuzu çağırır, fırında köy ekmeği ve bazlama yapardı. Yaz gecelerinde ise masamızı ve sandalyelerimizi çıkarır siyah beyaz yeşilçam filmlerini izlerdik. Benim odam evin üst katındaydı. Sadece bana ait gizli bir sığınak. Yürürken ahşap tahtalar gıcırdardı. Merdivenin başlığını elime alır mikrofon niyetine şarkı söylerdim. Yukarı kattan da kayarak aşağı kata inerdim. O zamanlar daha fazla hayalim vardı hayata dair, çocuk hayallerim. Büyüyünce hepsinin yok olacağını bilmeden tutunurdum hayata, yine böyle durgundum ama bir neşe payı bulurdum muhakkak kendime. 

Geçmişi çok özlüyor muyum? Hayır. Şimdiye dair de bir hissiyatım yok, geleceğe dair ise hiçbir hissiyatım yok. Duvarlar, insanlar, büyüyen bir beden, habire uzayan yarısı beyaz saçlar ve simsiyah sakallar ile bir yerlerinden tutunmaya çalışıyorum hayata. Kimi zaman boğuk kimi zaman da bir Kafka grisi renginde. Bazen Cesare Pavese yalnızlığında ve açmazında. İtalya kırsallarında ya da Puşkin'in soğuk kış gecesi öykülerinin birinde. 

Şehirler gelip geçiyor, türlü evlerde konaklıyor insanoğlu. Hiç varamayacakmış gibi, uzanan yollar ardında elinde ahşap bir valiz ile. Kimi geçmiş kimi gelecek, arasında ortada bir yerlerde. 

6 Ekim 2018 Cumartesi

Ademoğlunun Elinde Ayna

Doğum günüme bir hafta kaldı, yakında 27 olacağım. Bunun için herhangi bir heyecan duymuyorum, doğum günlerine atfettiğim özel bir anlam da yok. Sadece her doğum günümde geçmişe ve akabinde geçen zamana dair anılara dalıyorum. Çocukluk yıllarım geliyor aklıma, genç ve güzel bir anne ile geçirdiğim çocukluğum. Dik duruşlu, evin hem erkeği hem de kadını, çalışan bir anne. Çok gülümsemezdi annem, bana baktığı zamanlar hariç. Ciddi bir ifadesi vardı, hayatı ciddiye alırdı. Mücadeleciydi, yorulmak bilmezdi. Kadından bir kahraman, bir kadınadam. 

Ben sabahları okula gitmek için uyandığımda o çoktan işe gitmiş olurdu, üst kata teyzeme çıkardım. Orada kahvaltımı yaptıktan sonra okula giderdim. Annemin gece mesaiden dönmesini beklerken de uyuyakalırdım. Bazen hafta içleri annemi hiç göremediğim olurdu. Bazı günlerde ise annem havanın kararmasına yakın dönerdi. Apartmanın bahçesinde beklerdim gelmesini, elinde bir çikolata ya da bir hediye paketi olurdu hep. Koşarak sarılırdım ona, beline kadar uzun siyah saçları vardı, yüzüme dolanırdı. Mis gibi, sıcacıktı o zamanlar. 

Sayamayacağım kadar kırılma noktası, 27 biraz ürkütücü belki de. Yaş almaktan korkmuyorum, beni tedirgin eden yılların getirdiği yorgunluk. Daha yolun başı denilebilecek bir yaşta bunca yorgunluk, enerji bitimi, kaygılar, dünya ağrısı. 

Okuldaki çocuklarımı görünce tuhaf oluyorum, onları izlerken kendi çocukluğuma gidiyorum. Nasıl bir masumiyet, nasıl bir saflık üzerlerinde. Sonra yok oluyor bu masumiyet, şarkıda dendiği gibi, ziyan oluyor. Her birimizin sırtında kocaman bir leke, omuzlarında çuvallar dolusu yük. Şehir de yük, insan da yük.

İnsan zamanla yaşamaya da alışıyor, bir avuç mücadelenin içinde giderek sona yaklaşıyor. Arsız kelam, bana habire bir şeyler yazdırıyor. Kimi hayallerinin peşinde, sonu düşünmeden. Hep bir bilmece diyorum ya, sonlu hayat, nihayetinde herkes kırıldığı yerlerden toparlanmaya çalışmakta. Ve son, bir ağıt gibi, bir gölge gibi, ademoğlunun ocağında, aynasında, başında. 

1 Ekim 2018 Pazartesi

İzler ve Yolcular

Bugün ilk derse girip okuldan izin aldım. Askerlik şubesine gitmem gerekiyordu, yakında askere gideceğim sanırım. Şube epey uzak olduğu için bir otobüse bindim. Annem yaşlarında bir teyzenin yanı boştu, oturdum. Teyze telefonda bir yakını ile konuşuyordu, anladığım kadarıyla yakınından alacağı bir miktar para varmış. Oğlu da işsizmiş, Almanca öğrenmeye çalışıyormuş iyi bir iş bulabilmek için. Sınavlara da hazırlık yapıyormuş, epey konuştular kendi aralarında. Belli ki alacağı paraya ihtiyacı vardı, buna rağmen karşı tarafa öyle nezaketle konuştu ki, yüzümde hafif bir tebessüm oluşuverdi. "Aç değiliz ya" diyordu. "Başımızı sokacak bir evimiz var, ocağımızda demlenen bir çayımız var. Elbet bulur bizim oğlan bir iş. Siz de sıkıştırmayın kendinizi, eliniz rahata erdi mi verirsiniz." 

Bir süre sonra indi teyze, o vakit seçebildim gözlerindeki parıltıyı, insansı parıltıyı. Sonra cam kenarından uzun uzun seyrettim İstanbul'u. Tabelalar, alışveriş merkezleri, sanayi siteleri, yarı bodrum dairelerin sımsıkı perdeleri, yüksek girişlerin başında yemenili kadınlar, her yer dopdolu. Karmakarışık dükkanlar, yan yana et lokantaları ve duraklar dolusu insan. Yarım bir şeyler var bu şehirde, silik yüzler, geldiler ve geçtiler hayattan. Biraz yanık kokusu biraz da ucuz kumaşlardaki ter kokusu.

Bir yarım burada kalmaktan yana bir yarım da artık çekip gitmelisin diyor. Madde yok oluyor benim için giderek, istifam geliyor aklıma. Bu kadar iyi kazanırken istifa edişim, insanlardan kopuşum. Şimdi daha mütevazı lakin yine de yorgun. Kaçmak da çözüm değil ya, benimki kaçmak gibi de değil. Bu şehirde soluyacağım temiz hava kalmadı artık, bir tren boyu uzanacağım elbet. Karar vermek zor, gitmek ve kalmak arasındaki o ince çizgide yürümek daha da zor. Bir yol yordam, bir tuhaf hece dilimde, üç sözcük, ardı arkası kesilmeyen konuşmalar ve kopuş. En nihayetinde biliyorum, valizimiz ve koltuk takımlarımız ile kitaplarımızı alıp gitmek yaraşacak bize. Bir de eski radyomuz. 

29 Eylül 2018 Cumartesi

Eylül'ün Sonu

bir eylül sonu. 
yeni bir evde, soğuk ıssız bir evde, hiç ev gibi hissetmezken
yeni bir okulda, yeni insanlara, yeni çocuklara alışmaya çalışırken
iki ay doldu
iki hafta sonra doğum günüm
yirmi yedi kapıda bekliyor
ne ara büyüdüm
ne ara meslek hayatında altıncı yıla ulaştım
ne ara dünya bu kadar bulandı
ne ara tanımadık insanların donuk yüzlerine maruz kaldım
ne ara bu kadar hırçınlaştı insanoğlu, kibrinden aleve döndü
suretim, yansıdığı aynalarda kırıldı
içim bir hoş, sohbetim azaldı
bir yatak, bir masa, bir sürü kitap
kalakaldım gece lambasının baş ucunda
sararan saman kağıtlarının yanı başında
doğaya bile yabancı halim
yalnızca iki çiçek pencere önünde
yasemin ve de telgraf çiçeği
mis koku ve gelecekten bir haber
geçmiş acı, sonrası ise pek tuhaf
sallan, devin, debelen, hayale dal
rüyalarımın azlığı, beşinci sokağın başındaki zemin kat
yitip gittik hepimiz
bir eylül sonu.

23 Eylül 2018 Pazar

Korkunun Aslı

İçimdeki korku, ete kemiğe bürünmeye başlayan tarifsiz bir yaratığa dönüşüyor giderek. Bir şehir, İstanbul'un dört bir yanı, herkes, içindeki her şey ile birlikte üzerime geliyor. Hayata devam etmek benim için giderek zorlaşıyor; bazen tahta bir kalemle bir şeyler karalıyorum hepsi yalnızca bu. 

Sabahları uyandığımda bir miktar enerji oluyor içimde, bir şeyler yapma isteği. Bilincimin en berrak olduğu zamanlar sabah uyandığım zamanlar. Bunu da yeni yeni keşfediyorum, gece ürpetiyor, aynı zamanda daha cazip geliyor fakat sabahın ayrı bir duygusu var. 

Ne yaptığım, nerede olduğum ile ilgili zihnim bulanık, karanlık. Artık okuldaki çocuk seslerine dahi tahammül edemez hale geldim, şehrin dağıttığı, parçalara ayırdığı her yerde kendime ait parçaları toplayabilecek gücüm bile yok. Mücadele etmeyi bile anlamsız bulurken, herhangi bir şey için adım atmak, bana korkutucu geliyor. 

Masamın üzerinde duran avokadoya bakıp duruyorum uzunca, annemin yaptığı dereotlu poğaçanın sıcaklığını dudaklarımda hissediyorum. Fakat hiçbir yerde, hiçbir evde kendimi sıcak ve bir yere aitmiş gibi hissedemiyorum. Her şey fazlasıyla karmaşık, her şey bir o kadar tahayyülümün dışında akıyor. 

Giderek Kafka'ya dönüşüyor belki de ruhum, korkularla sarılı varlığım çatırdıyor. Prag sokaklarından İstanbul'un yorucu bir semtine uzanan korkunun içinde çılgınca düşlüyorum. Rüyalardan uyanışlarımın korkusu içinde, sabah battaniyeme sarılı bir şekilde tavanı izliyorum. Olduğum yer, olmak istediğim yer ve içine sıkışıp kaldığım yer, hepsi aynı aynaya yansıyan ayrıntıların toplamını veriyor bana. Gitme isteği, ellerin bağlanışı, her geçen gün beni çok daha fazla üzüyor, yıpratıyor. 

16 Eylül 2018 Pazar

Başka Zamanın Çocuğu

Bir kuyudan bir kuytuya ilerliyor ve düzenin içinde sarsılır adım sürgit harabeye koşuyoruz. Dünyaya dair tam olarak hissettiğim, algıladığım bu. Yaşama dair, yaşıyor olmaya dair her bir kelam benim için manasından ırak, kırık dökük. 

Bu sabah kahvaltıda annemle hasbıhal ettik biraz, çaylarımız hazırdı elimizde. Geçmişten konuştuk, eski insanlardan. Konak insanlarından, ahşap evlerin kenar mahallelerinde yaşayan öteki insanlardan. Geçmişten hikayeler çıkardı bana sandığından, en çok bu zamanlarımızı seviyorum zaten. Geçim derdinin bu kadar büyük olmadığı yıllar, telaşın az olduğu, eski bahçelerinde sohbet ederek yaşayan insanların hatıralarından konuştuk. 

Daha eski yılları ancak okuyabiliyorum, devir o devir değil. Biz de o devrin insanları değiliz, bir mazi sevdalısı olmak da değil mesela, tümden yeniyi yok etmek de değil. İstediğim eski yıllara uzanmak, eski bir evin bahçesinde, güneşin altında uzanmak. Belki bir tarlada çalışmak, ürün toplamak, hasat başında beklemek. Zamanı kovalamadan, iliklerime kir işlemeden çalışmak, yaşamak. 

Çınarların bile kuruduğu, yeşilin dal kestiği bir dönemde yaşanabilir ne kaldı eskilerden geriye? Bir bilmece elbet sorular, cevapları güldürü niteliğinde. Bizimkiler ise ağlamaklı, hep içimizde. 

Devrile devrile istenç de yok oldu, sadece koşturmak kaldı geriye. Zamanı kovalamak saatlerin ardından... Bir bahis meselesine, bir ladese takılı kaldı her şey. Ya hep ya hiç. Arası, ortası, oluru kalmadı hiçbir şeyin. Konuşmak nafile, susmak lazım. Hep susuyor başka zamanın çocukları...

Yeni Bir Dönem

Yarın okullar açılıyor, ilk günüm olacak. Gerçi bir aydır okuldayız, hazırlık yapıyoruz fakat yarın yeni bir yılın başlangıcı. Öğrencilerimin bir kısmını oryantasyon döneminde tanıdım. Diğerlerini de kısa bir sürede tanımış olurum. Hepsi küçücük. 

Okulun kıyafet kuralları hiç bana uygun değil. Sakal yok, önlük ve yaka kartı bir de üstüne resmi giyim ve kravat. Üç senedir bu açıdan rahat çalışıyordum, nasıl alışacağım bilemiyorum. 

Senenin nasıl geçeceği konusunda bir fikrim yok, yeni bir yol benim için. Her şey fazlasıyla yeni, eskiyecek nihayetinde. Derin bir tedirginliğe lüzum yok sanırım. Kuş misali İstanbul'da dolanıyoruz. 

Esasen yeni tuttuğumuz eve hiç alışamadım. Daha evvel hep ara katlarda oturmuştuk. Bu seferki düz giriş oldu, ev arayacak zaman olmayınca ilk bulduğumuz evi tutmak zorunda kaldık. Çok boğuyor bu ev beni, balkon olmadığı için de kendimi bir türlü ferah ve havadar hissedemiyorum. Apartmandaki kadınlar camımızın altında oturup duruyorlar tüm gün. Çocuklar top oynuyor, gürültü de beni rahatsız ediyor. Perdemi de açamıyorum. Seneye taşınmak istiyorum. Bir sene idare edeceğiz artık. Bir de eşyalarımızı memleketten getirebilseydik çok iyi olurdu. Hala her şey yarım yamalak. Benim için hiç unutulmayacak bir macera oldu diyeceğim ama her şey unutuluyor, kendimi kandırmayayım.

Okuldaki ilk izlenimlerin genel olarak herkesin rahat olduğu yönünde oldu. Öğretmenler rahat, idareciler nispeten rahat. Zaten artık mesleğimiz değer görmüyor, şu sistemde iş bulmak bile çok büyük bir dert. Yakında kimse iş bulamaz hale gelecek ve toplum ciddi bir çöküşle sarsılacak gibi geliyor bana. 

Her şey afaki ve nihai iken hala mücadele ediyor olmama şaşırıyorum tabii. Şaşkınlığım da avucumun içinde kalıyor, evin içinde o duvardan o duvara dönenip duruyor. Dış dünyanın kiri, isi her şeyi hep üzerimizde. Beklenmedik bir devir, beklenen sonlar arasında gidip gelen insanoğlu büyük bir açmazda. Her yer kalabalık, her yer dolu. Nefes alacak, dinlenecek tek bir yer bile kalmadı. 

Senenin güzel geçmesini dilemekten başka bir seçenek yok tabii. Robot gibi çalışmaya devam edeceğiz aklımızda bin türlü soru, düşünce ile.

10 Eylül 2018 Pazartesi

Niye Böyle Uzundur Bu Yollar

Dünyanın iklimi böyledir, göl boyu, diz boyu her bir çiçek. Değirmende dönen su, akışını bulan su, yolunu bulan su. Ben bir ton balığı kıvraklığında, ben bir diyardan diğerine uzun yollarda, uzun gecelerde. Bir mevsimden bir mevsime geçerken hazin kalan son bir pencere, perdeleri üzerinde. Ahşap salıncak bahçede, yanında rakı şişeleri, gazete kağıtları ise eski tarihli, konsolun üzerinde. 

Bir masal bucak diyar, alemden aleme hangi dünyanın düzeninde elim, payıma kalan kimin hakkı? Bir derece, güneş, ayın etkisinde, gökyüzünde. Varlığımdan doğan mucize, yokluğuma gebe, her geçen gün büyümekte, her geçen gün ölmekte. 

Ben şimdi bir deniz, düzenin bir yerine tutunmuş, sundurmanın altında, küme küme ateş böcekleri avlunun başında. Rüzgar mı değdi yoksa bana? Cümle alem geçerken bir kapıdan, ben hep dışarıda kalan, sonradan gelen. Meraklı, bir de yorgun, çokça kasvetli. 

Annem sandıktan çıkarırdı gelinliğini, asardı bahçedeki ipin üzerine. Gavur sateni, çift dikiş kenarları, sepya fotoğraflarda gülümseyen hep o kadın. Sonra bir adam, yollara düşmüş, mizacım ona benzemiş, o da göle beyhude maya çalmış. 

Son bir dönüş bu yoldan, bıyıklarımın altından toprağa uzanan sıcacık damlalar, ter ter. Gafilin başında takkesi, elinde bir somun ekmek. Sorar, düşünür zihni elbet, kara entarisinin altında çürümüş, eskimiş. Yaban, mızrak ucunda bir kısa bilmece. Hani der, yüreğim dünyanın neresinde? Zulüm görmüş, alınmış, elem sarmış, kederle yuvarlanmış, ardı hep yeşil ormanlar. 

Niye böyle uzundur bu yollar? 

"No Land'in bu şarkısı için naçizane kalemimden döküldü bu satırlar, şarkıyı öksüz, hikayesiz bırakmamış olduk. Her şarkının elbet bir hikayesi vardır, hikayeyi yaratan, şarkıları yaratan önemli değildir. Kuş sürünün üstünde uçar, sürü toprak yolda iz sürer. Ben bir hikaye uyduruveririm, bir başkası hikayemden gerçek çıkarır. Sen bir şarkı tutturursun, bir başkasının diline dolanır.

9 Eylül 2018 Pazar

Dostoyevski: Cinler (Bir Düşünce, Birkaç Not)

"Çoktan beri kutsal saydığı yüce bir düşünceyi beceriksiz yaratıkların yakalayıp sokaklarda sürüye sürüye kendileri gibi aptallara götürdüklerine tanık olduğunda; hiç beklemediği bir anda gözü gibi sakındığı bu düşünceye bit pazarında tanınmayacak bir durumda, çamura bulanmış, üstünkörü bir yana atılmış rastladığında; çocukların elinde oyuncak olmuş gördüğünde insanın içini nasıl bir hüzün doldurur, içi nasıl kan ağlar, bilemezsiniz! Hayır! Bizim zamanımızda böyle değildi, buna yönelmemiştik. Hayır, hayır, bambaşka amaçlarımız vardı bizim. Şimdikilerin her şeyi yabancı bana... Bir gün başlayacak bizim devrimiz gene. Bu devrin sallantıdaki her şeyi sağlam raya oturacak. Başka türlü nasıl olur ki?"

İç geçirirken bir Moskova yolculuğu sırasında, ah edip düşünceler sarmışken Rusya'da, dünyadaki değişimin bu denli hız kazanmasından duyulan rahatsızlık bu satırlar aracılığı ile dile getirilmiş. Dönemin Rus toplumundaki değişim, kendimize, bize, günümüze ne kadar yakın öyle değil mi? Modernitenin günceli yarattığı, güncelin de içi boş devrelerinin insanoğlunu birer birer yaktığı bir dönemde; hissettiklerimizin yalnızca kendi devrimize ait olmadığı, bir güzel anlama biçimi bu satırlar. 

"Başka türlü nasıl olur ki?" 

Belki de dünya üzerinde sorulmuş en anlamlı, en narin soru budur. 
Bu soruya verebileceğimiz her bir cevap, kendi öngörümüze takılı kalacaktır. Aynı zamanda türlü düşünme becerilerimizi de açığa vuracaktır. Kişi kendinden bilir işi, hiçbir zaman ortak bir nokta bulunamayacağına da delalet eder. Sorulan sorular, verilebilecek cevapları da içinde barındırır genelde. Bu soru farklı bir soru, herhangi bir cevabı yok, pek çok cevabı var. Veyahut hiçbir cevabı yok.

Bu soruya verebilecek yanıtım yok, en azından şimdilik. 
Ama düzeni, değişen dünyayı düşündüğümde içimde genelgeçer bir umut da belirmiyor. Kısmet, ne yana düşersek o yandan tutup alabileceğimiz bir beklenti içeriyor. Kiminin kısmeti kiminin ölümü oluyor.

2 Eylül 2018 Pazar

Kendime

Okullar kapandığından beri üzerimde bir bitkinlik hali söz konusu. Hatta ciddi ciddi kötü bir dönemden geçtim, geçiyorum. İşimden istifa etmem, bedelli askerlik, apar topar başka bir iş bulmam, ev ve semt değişikliğimiz, eşya alıp yerleştirmek derken gerçekten kendimi kaybettim. Değişimler karşısında zorlanan bir yapım var. Uzun vadedeki planlarımın hepsi suya düştü. Hal böyle olunca derin bir yılgınlığa kapıldım. Bu nereye kadar böyle devam edecek derken bu gece bir anda bir şeyleri değiştirmeye karar verdim. 

Ömrümün tamamını özel okullarda çalışarak geçiremeyeceğimi düşünüyorum. Mezun olalı ve mesleğe atılalı beş yıl oldu. Bu çalıştığım üçüncü özel okul olacak. Hep İstanbul'dan gitme hayalleri kuruyorum belki devlete atanmak bunun için güzel bir yol olabilir. Anadolu'ya, az insanlı küçük yerlere gitmek istiyorum. Kendime bir plan program yaparak bu seneyi sınava hazırlanmakla geçirmeye karar verdim. Sınava hazırlık kitapları sipariş ettim. 

İki aydır ara verdiğim edebiyat ve okuma macerama kaldığım yerden devam ediyorum. Bu yılı Rus klasikleri yılı ilan ediyorum. Rus klasiklerinin pek çoğunu okumuş olsam da yeni baştan bir maceraya atılmak istedim. Dostoyevski'nin "Cinler" adlı yapıtı ilk eserim olacak. 

Bunun dışında artık doktora çalışmalarına başlasam iyi olacak. Bununla ilgili bir atılım yapmanın vakti geldi. Biraz daha zaman geçsin, okullar açılsın ve ne kadar yoğun olacağımı planlayayım, gecikmeden çalışmalara başlamak istiyorum. 

Ufak tefek başka planlar da var, bunları not defterime kaydetmek yerine buraya kaydetmek istedim. Açıp bakacağım, bu senenin hedefleri neler diye. 

Yılgınlıktan çıkışıma bir manifesto olsun bu yazı. Kenarlarda, dipte kalmış olan hayat sevincimi güneş ışığına çıkarmak istiyorum. O zaman benim için serüven başlasın!

Eylül

Zaman geçtikçe insan aklı geriye doğru işliyor. Geride kalanların özlemi, olacakların bilinmezliği derken bir ömür boyu sürüncemede, her yerde yoğun bir sis. Gecenin öteki yüzü bizden ne bekler, kapıda kim bekler hepsi kocaman bir muamma. Bir dişlinin arasına sıkışıp kalmış gibi, beden ruhun bir parçasıydı oysa, parçalanmadan önce. 

Hepsinin dilinde bir şarkı, ağızları açık hayata karşı. Bir orada bir de burada, bir dolmuşun içinde tıklım tıkış. Sıcaktan terlerken, Eylül henüz rüzgarlarını getirmemişken. Kim daha iyi, bu dünya gerçekten narin, uysal ve duyarlı insanlar için bir cehennem mi? 

Bir miktar felsefeye bürünmek, perdenin arkasında yanıp sönen ışığı takip etmek, edebiyata tutunmak en hakikisinden. Artık cümleler bile doğru düzgün bitmiyor, dil duyguları ifade etmede yetersiz kalıyor. Nüfus artıyor, mutsuzluk artıyor, dünya düzeni iyiye gitmiyor. 

Yaşamın arasında kaybolup giden insancıklar, Dostoveski'nin satırlarından fırlamış gibi. Herkesin hastalıkları, rekabetleri, mücadeleleri, her şeyin en fazlası. 

Daim düzen, düzensiz insan, kayıp ortalıklarda bir yerlerde düşen, gönlünü kıran her ne varsa hep üzerinde. Bir bilet, bir uğraş, devam etmenin telaşı ve tedirginliği, sofralar kurulacak, yemekler yenecek, illa ki çay içilecek. 

Peşimde iz, peşimde geçmiş, peşimde gelecek, üstelik her bir yandan, eylül sabrı, eylül'ün soğuğu hayalimde. 

26 Ağustos 2018 Pazar

Saat

Yarın iş günü. Saat 01.04. 
Annem mışıl mışıl uyudu, ne de güzel uyuyor.
Yarın kendine kurs bakmaya gidecek, yeni apartmanda komşuları ile çok iyi anlaştı. 
Ben de kendime bir kahve yaptım. 
Oysa uyumam gerek, sabah erkenden kalkıp okula gideceğim.
Biraz da ağladım yine. 
Sufjan Stevens'ın "Fourth of July" isimli şarkısı çalıyor. 
Yarın sigarayı bırakmayı düşünüyorum. Kısmet. 
Her şey hep bir yana bakıyor. 
Bazıları aynı yanda, bazıları bambaşka. 
Yeşilin içinde çimler, çimler rüzgarda dalga dalga.
Öyle çok gelgitli ruhum, hep geride, hep arkada. 
Liste, "Mystery of Love"a sıçradı.
Dilimde hiç söylemediğim kelimeler. 
Gün ortasında yeni bir şeyler olur mu?
Yarın iş günü. Saat 01.09. 

Thomas Bernhard ve Yaşama Uğraşım

Thomas Bernhard bir röportajında, "her şey acınası ve hiçbir yere çıkmıyor" diyor. Bu aralar kendisi ile epey ilgileniyorum. "Bitik Adam" adlı metnini okuyalı uzun zaman oldu. Kendisi hakkında yapılan belgeselden görüntülerini ve konuşmalarından bölümleri izliyorum. Özellikle 1970 yılında "Drei Tage" isimli belgeselde konuştuğu kısa bir bölüm var. Günlerdir başa sarıp tekrar izliyorum, dinliyorum. Kendisinde bir nevi karamsarlık var lakin bu haklı bir karamsarlık. Hayatı olduğu gibi kabul edip devam etmekten yana bir karamsarlık, belki de bir karamsarlık bile değil, üstü örtülü olmayan safi bir gerçeklik. 

Kendi hayatım ile özdeşleştirdiğim metinlerden epey uzak kaldım, bunun sancılarını çekiyorum. Her şey yarım yamalak, bir o kadar da uzak. Evin içinde bir bayram tatili geçirdim. Bol bol izledim, çalıştım. Yarın orta okul grubunun hızlandırma çalışmaları başlıyor, konu tekrarı yaptım. Yeni öğrencilerin bazıları ile tanışacağım, her şey benim için nedense nötr. 

Ne uzun uzadıya gelecek planları yapasım var ne de geçmişten bir nebze bir anıya tahammül edesim. Umut kelimesine inanmıyorum, mutlu olmak diye bir şey olabilir belki ancak. Belki o bile yoktur, sıradan hayatlar sıradan şekilde yok oluyorlar. 

İçimde hep bir gitme isteği, İstanbul'dan tamamiyle uzaklaşmak istiyorum. Belki bir yerde bulaşıkçılık belki bir başka iş. Hiç şakam yok, cesaretimi toplama aşamasındayım. İdeallerime ulaştım, gelmek istediğim yerlere belki de çok erken geldim. Yaşadığım, bunların sancısı da olabilir. Bir insan pek çok güzellikle gencecik yaşta tanışmamalı belki de. Doğanın kanunlarını algılayamıyorum. 

Bugüne kadar çoğunlukla hayata hep bir seyirci gözü ile baktım. Katılımcı olamadım, olmadım. İçimden gelmedi hiç, özüm seyirci olmak istiyor. Katılımcı olduğumda zihnim sinyaller gönderiyor. "Hadi eve dön, kitap oku, yaz ve kendi dünyana sığın." 

Etrafta, özellikle İstanbul'da benim için çok fazla uyaran var. Bu uyaranların hepsi birden beni yoruyor. Dışarı çıktığım zamanlarda örneğin, işe giderken... Trafik, trafik lambaları, insan kalabalığı, insan sesleri, kornalar, uzayıp giden asfalt yollar, duraklardaki ve her yerdeki kuyruklar, hiç çıkmak istemiyorum. İşe giderken giymek zorunda olduğum resmi kıyafetlerden dahi hoşlanmıyorum, eğreti duruyorlar. Ruhum evdeki gibi rahat olmak istiyor, bir tişörtle mutlu mesut olmak istiyor. Her yerde adı sanı konulmamış, oturmamış saçma sapan kurallar. Uzayamayan sakallar ve aksine hep uzayıp giden, bitmek bilmeyen delice günler. 

İçinden çıkanlar, hayata katılmayı başaranlar. Onları bir şeyler rahatsız etmiyor, her nerede olurlarsa olsunlar yaşama katılmayı beceriyorlar, yeni insanlar tanıyorlar ve dünya kendilerinden nasıl olmalarını isterse öyle olabiliyorlar. Yaşam için büyük meziyet, lakin kocaman boş bir eylem, farkında olmadan üstelik! 

Bazı şeylerin farkında olmak iyi değil, belki bir son, küçük bir eylemin içinde sıkışıp kalmak, belki de bu ifade biçimi tamamen yaşamı yok saymak. İşte buralarda bir yerlerdeyim, sıkışmış, öfkeli, bıkkın ve yorgun. Halbuki biraz toprağa basabilsem, her yerde çiçekler yetiştirebilsem, bisiklet binebilsem, insan sesi duymasam, doğanın içinde bulsam kendimi. Lütfen bana bunları bahşet, yaşama dair başka hiçbir şey istemiyorum. Ufak bir hediye, bir iyi niyet.