28 Ocak 2016 Perşembe

Philip Roth: Öfke

"Ama burada konuşacak kimse yok; masumiyetim, patlamalarım, açık sözlülüğüm, genç erkekliğimin ilk gerçek yılı ve yaşamımın son yılındaki o kısacık aşırı mutluluk dönemi hakkında konuşabileceğim sadece kendim varım. Duyulma arzusu, ve beni duyacak kimsenin olmaması! Ölüyüm. Telaffuz edilemez cümlenin telaffuzu." 

Enfes bir kitap, enfes bir yazar... Amerikan edebiyatının en verimli yazarlarından olan Philip Roth ile ilk kez tanışıyorum. Marcus'un yaşadıkları, babası ile olan ilişkisi, dönemin politik ve akademik ortamı Roth tarafından enfes bir bilgi birikimi, gözlem yeteneği ve üslupla aktarılmış. Marcus ve babasının hissettiği farklı tür ve boyutlardaki öfkenin nelere yol açtığı oldukça ince, sarsıcı bir tedirginlikle tasavvur edilmiş.

Eğer İstanbul'da yaşıyor iseniz ve Kadıköy'e ulaşımınız kolay ise, rıhtımda bulunan Yapı Kredi Yayınlarının satış dükkanını ziyaret edin derim. Harikulade kitaplar var, sanırım bir dahaki gidişimde daha çok kitap alacağım. 

26 Ocak 2016 Salı

Christopher Isherwood: Hoşça Kal Berlin

Christopher Isherwood, en sevdiğim yazarlar listesinde başı çekenlerden. Belki de kendisini daha yakından tanımamıza sebep, Tek Başına Bir Adam adlı kitabını kaleme almış olması. Kitap, 2009 yılında Tom Ford tarafından sinemaya da uyarlandı. Beni en çok etkileyen filmlerden biridir. Derin içeriği ve yoğun duygusu ile. 

Christopher Isherwood'un genç yaşlarda keşfetmiş olduğu eşcinselliğini eserlerinde görebilmemiz mümkün. Hoşça Kal Berlin'de de bu durumu oldukça yumuşak ve duygusal işlemiş. Örneğin kitapta Peter ve Otto arasındaki ilişki oldukça güzel betimlenmiş. Peter'a göre genç Otto ile arasındaki ilişki arkadaşlık ilişkisinden çok farklı. Onu gerçekten seviyor, ona bağlı. Otto'nun Peter'a karşı ilişkisi ise daha belirleyici, duygusallıktan uzak, arkadaşlığa ya da dostluğa çok daha yakın. Ama ikisini bir araya getiren nedenler çok farklı olsa da, nihayetinde birlikteler. Isherwood, eşcinsel ilişkileri direkt işlemiyor, kişilerin ne hissettiklerine ağırlık veriyor. Belki de kitaplarını okuduğunuzda kahramanlarından bazılarının eşcinsel olduğunu bile anlamayabilirsiniz. Hoş, Peter ile Otto arasındaki ilişkide de eşcinsellikten bahsedemeyiz belki. Belki bu sadece benim algılayış biçimim. Bilemiyorum. 

"Aralarındaki ilişkinin en yıkıcı özelliği, ilişkinin doğasında yatan can sıkıntısı aslında. Peter'ın sık sık Otto'dan sıkılması çok normal; hemen hemen hiçbir ortak ilgi alanları yok; ama Peter, duygusal nedenlerle, bunun böyle olduğunu hiçbir zaman itiraf etmeyecek. Otto'nun böyle nedenleri olmadığından, "Burası ne kadar can sıkıcı!" dediği zaman, Peter'ın sarsıldığını ve alındığını görüyorum. Oysa Otto'nun, Peter'a kıyasla çok daha az canı sıkılıyor; Peter'la arkadaşlık etmeyi gerçekten eğlenceli buluyor ve günün büyük bir bölümünü onunla geçirmekten memnuniyet duyuyor. Otto bir saat boyunca durmaksızın saçma sapan konuştuğu zaman, Peter'ın onun susmasını ve çekip gitmesini gerçekten istediğini çok gördüm. Ama bunu itiraf etmesi Peter'a göre tam bir yenilgi olacak, onun için sadece gülüp ellerini ovuşturuyor; el altından, Otto'yu son derece sevimli ve komik bulma numarasını benim de desteklememi istiyor."

23 Ocak 2016 Cumartesi

The Enfield Haunting














The Enfield Haunting, 2015 yapımı korku drama dalında bir mini dizi. Üç bölümden oluşuyor ve her bölüm ortalama 45 dakika. American Horror Story'i ilk sezonundan sonra tembellik edip izleyemediğim için, The Enfield Haunting ile günah çıkarmaya karar verdim. İyi de ettim, dizi oldukça sağlam.

Küçük Janet ve Maurice'in yollarının kesişmesi ile başlayan hikaye, kötü ruhun Janet'ı ve evi terk etmesine kadar devam ediyor. Altını çizmek istediğim konu ise Janet'ı canlandıran Eleanor Worthington-Cox adlı genç yetenek. Hermione Grangervari uzun ve çalı süpürgesi saçları, muhteşem mimikleri ve oyunculuk yeteneği ile kendisi tam bir star. İlerleyen yıllarda bu küçük kızı pek çok televizyon ve sinema projesinde göreceğimize adım gibi eminim. 

The Enfield Haunting, üç bölümlük içeriği ile, özlem duyduğunuz korku drama ihtiyacınızı giderecek başarılı bir yapım. Hazır her yer kar boran iken kaçırmayın derim. 

Josh Malerman: Kafes

Kafes, Josh Malerman tarafından kaleme alınmış ve İthaki Yayınları tarafından basılmış korku gerilim tadında bir roman. Oldukça reklamı yapıldı son zamanlarda. Hatta ben de hiç alışkanlığım olmamasına rağmen süpermarketten aldım bu kitabı. Çok üzücü geliyor bana, süpermarketten alınan kitaplar ya da süpermarketlerde kitap bulunması. 

Kitap, kitsch/yığın roman dediklerinden. Hazır sömestr tatili gelmişken şöyle yorgunluğumu dindirecek, edebi değeri olmayan, basit bir kitap okumak niyetindeydim. Nitekim alıp okudum. Kafes, klişe konuları işleyen bir roman. Dünyada hüküm süren belirsiz varlıklar, bu varlıklarla karşılaşan insanların kendilerini öldürmeleri, bu varlıklarla karşılaşmamak için insanların gözleri kapalı yaşamaya başlaması ve hayatta kalan bir avuç insan... Romanın içinde hiç ayrıntı yok, durumlar oldukça muallak ve havada kalmış. Bu varlıklar nasıl ortaya çıktılar? Amaçları neydi? Tam olarak insanları nasıl etkiliyorlar ve niçin insanların ölümüne yol açıyorlar? Tüm bunlara net bir yanıt bulmak neredeyse imkansız.

Yine de Kafes, soğuk kış günlerinde okunabilecek, bir çırpıda biten bir roman. Okurken beklentinizi çok yüksek tutmayın derim. (Ha bu arada bir daha süpermarketlerden kitap almayacağım).

20 Ocak 2016 Çarşamba

Emmelie de Forest: Hopscotch












Emmelie de Forest, Only Teardrops isimli şarkısı ile 2013 Eurovision'da, Danimarka'yı birinciliğe taşımıştı. Yalın ayakları, uçuşan elbisesi ve masum yüz hatları ile epey beğeni toplamıştı yarışmaya katıldığı yıl. 

Yarışmadan beri takip ediyorum kendisini. Güzel işler yapıyor esasen. Henüz müzik kariyerinin çok başında. Tam olarak müzik tarzını bulduğunu düşünmüyorum lakin ilerleyen yıllarda elbette şekillenecektir. 

Hunter & Pray ve Rainmaker hala favori şarkılarım arasındadır. Her ne kadar Drunk Tonight isimli şarkısına çektiği klipte gereksiz bir çıplaklığı tercih etmiş olsa da, yaz aylarında kliplenen şarkısı Hopscotch ile durumu toparlamış. Yaşına ve masumiyetine yakışır tarzı daha çok hoşuma gidiyor benim. Hopscotch oldukça renkli ve eğlenceli bir şarkı. Dinlemek isteyenlere tavsiye ederim. 

19 Ocak 2016 Salı

Panic! At The Disco: House Of Memories












Panic! At The Disco'nun, Fueled By Ramen etiketi ile çıkan son albümü birbirinden güzel bir sürü şarkı barındırıyor içinde. Kliplenen single çalışmalarının dışında, diğer şarkılara da göz atmakta fayda var. Örneğin; House Of Memories içlerinde en beğendiğim şarkılardan biri. Tam bir Panic! şarkısı, özlenen melodileri barındırıyor. 

Impossible Year, The Good, The Bad and The Dirty, Crazy=Genius, Golden Days ise diğer şarkılardan. Brendon Urie kariyer basamaklarını bir bir tırmanıyor. O zaman hayali kadehimi Brendon'a ve yeni çalışmalarına kaldırıyorum.  

18 Ocak 2016 Pazartesi

Her Şey Normal

Artık atletlerimi ve donlarımı aynı renk alıyorum. Pazardan. Kenarları yırtılana kadar giyiyorum. Çünkü kilo alıyorum. Göbeğim de çıkıyor. Spor yapmıyorum. Bu aralar polara karşı bir ilgim var. Bana bıraktığın polar pijamayı giyiyorum. Bir de İstanbul desenli battaniye aldım. Tek kişilik. Normalde İstanbul desenlerini hiç sevmem. Avam. Ama polar güzel. Bir tane gazetelik aldım. Ucuz bir şey. Tüm dergilerimi koydum içine. En üstte Birhan Keskin'in kitabı. Y'ol. 

Her gün alışverişe çıkıyorum. A.101, Tedi ve BİM. Evimizi saran bir sacayağı gibi. Bazen gereksiz şeyler alıyorum. Mesela iki tane ucuz dudak kremi. Dudaklarda renk bırakıyor. Vişne çürüğü. Vişne suyundan daha güzel tadı. Sonra balkonu temizliyorum hep. Fransız balkonu dediklerinden var yeni evimizde. Perdeleri yukarı çekince balkon pis duruyor. İçim el vermiyor. İki tane de çiçek var camın önünde. İsimlerini hiç aklımda tutamıyorum. Birinin saksısının önünde rüzgargülü var. Tedi'den aldım. Ucuz. Gökkuşağı desenli. Alaimisemalı. 

Hiç kıyafet almıyorum. Sevmezdim zaten hiç. Eski gömleklerimi giyiyorum. Hiç sevmezdim gömlek, artık hep giyiyorum. Filtre kahve içmeye başladım. Kendim yapıyorum evde. Bir de yulaf sütü yapıyorum. Ha, bu arada ben vejetaryen oldum. Beşinci ayım dolmak üzere. Çok güzel gidiyor. Mutluyum böyle. 

Radyo aldım bir tane. Oturup dinliyoruz akşamları. Klasik müzik kanalları da var. Bir de radyo tiyatroları var. Hayali sahneler. Normal tiyatroya da gidiyorum. Ayda iki defa. Şehir tiyatrosu. Evet, hala Melis Danişmend dinliyorum. Yeni albümü çıktı. Seviniyorum. Bir kültür sanat sitesinde yazarlık yapmaya başladım. Hatta annem de yazıyor biliyor musun? Kısa öyküler yazıyor, ben de yayınlıyorum. 

Yine tarihten çok edebiyat okuyorum. Bu aralar bağımsız sinemadan uzak kaldım. Çok şehir dışında yaşıyoruz. Gidemiyorum öyle her yere. Yollar uzun. Djarum da içmiyorum artık. En son vişneli olanı sana vermiştim. Bir daha almadım. Agos da alamıyorum artık. Kadıköy'e pek uğrayamaz oldum. Eski siyah beyaz yeşilçam filmlerinin kartpostallarını biriktiriyorum. Çok güzeller. Hüzün, dram, keder. İşte böyle yaşıyorum. Yaşıyoruz. Orada sen ve ben burada. 

Nate Ruess: Take It Back











Nate Ruess, ilk solo albümündeki şarkıları birbiri ardına kliplendirmeye devam ediyor. Albümdeki en sevdiğim şarkılardan biri olan Take It Back için de güzel bir klip geldi yakın zamanda. 

Take It Back, Nate'in sesine yakışan sade ve dinlendirici bir şarkı. Nate'in solo kariyerinde sağlam adımlarla ilerlediğini düşünüyorum. Fun ile birlikteyken çok güzel bir çıkış yakaladılar, epey de popüler oldular. Solo albümü o kadar ses getirmemiş olabilir lakin bu daha ilk, her şey çok yeni. İlerleyen yıllarda müzik kariyerinde daha da iyi yerlere gelecektir, şüphem yok.  

Şimdi, şu yoğun kar yağışında pencere karşısına geçip bir de sıcacık bir kahve alıp Take It Back dinleme zamanı. 

17 Ocak 2016 Pazar

Yeni Birileri

Beş yıllık bir ilişkim olduğundan ve bir sene önce son bulduğundan söz etmiştim bazı yazılarımda. Ne değişti, bana neler kattı ve benden neler götürdü? Bunun analizini kendi içimde sürekli yapıyorum zaten, bir de yazarak içimi dökmek istedim. 

Öncelikle tam anlamı ile unutuluyor mu? Evet, unutuluyor. Büyük bir aşk yaşadım epey uzun sürdü. Bu süre zarfında üzüldüğüm gün sayısı çok azdır. Çok güzeldi her şey ikimiz için de. Güzeldi ve bitti. İlk etapta çok zor olacak sandım hoş öyle de oldu. Lakin sonra gücümü toplamam gerektiğini düşündüm. Duygusal bir insandım, uzun süreceğinin farkındaydım. Buna rağmen yapmam gereken bir sürü şey vardı, hayatımın sorumluluklarını üstlenmem gerekiyordu. Pes etmedim ve evet unuttum. Unutmaktan kastım ona karşı hiçbir şey hissetmiyorum şu an. Nötr.

Bana çok fazla şey kattı bu ilişki. Olgunlaştım. Ayrılınca bazı noktaları daha iyi analiz eder hale geldim. Doğru bir karardı ayrılık. Ayrılığın yaralarını sardıktan sonra iş hayatımda ve akademik hayatımda daha da güzel noktalara geldim. Enerjimi arkadaşlarıma ve anneme ayırdım. İhmal ettiğim tüm herkesin gönlünü aldım. Bazı noktalardan bakınca asosyal sayılabilecek bir insandım. Arkadaşlık ilişkileri kurmakta güçlük çekerdim. Çok sevdiğim biri vardı hayatımda neticede, gerisi olmasa da olurdu. Lakin toparladım. Gayet sosyal, arkadaş ilişkileri kurabilen bir insanmışım. 

Yepyeni bir hayat kurdum kendime. Kendim bile inanamadım yapabildiklerime. Gelelim yeni birilerine. İşte o olmuyor lan. Birkaç kişi girdi hayatıma bu süre zarfında. Çok çok iyiydi hepsi. Tam yakınlaşacağım derken istemediğimi fark ettim. Diyorum ki kendime, yaraları da sardın oğlum. Neden bu geri çekilme, soğukluk? Gerçekten ne istiyorsun? Hayatımda biri olsun mu olmasın mı bilemiyorum. Olsun istediğim zamanlarda adım attığım an geri çekiliyorum, aslında olmasın istiyorum. Böyle garip bir muğlaklık. 

Yalnız olmaktan mutsuz muyum? Kesinlikle değilim. Ne zaman mutsuz olmaya başlarım onu da bilmiyorum. Bu saatten sonra kime nasıl güvenirim hiç emin değilim. 

Şu an günlerimi bol bol okuyarak, izleyerek, gezerek ve geleceği planlayarak geçiriyorum. Biri gelir de ortak olursa eyvallah, yeşilleniriz. Gelmezse de canı sağ olsun, ben yola devam. ( Sanki biraz ergence, epeyce sivilceli bir yazı oldu. Bazen böyle basit şeyler yazınca kendime kızıyorum. Ama sanırım bu tarz iç dökmeler de gerekiyor. Biraz vıcık vıcık olmak istiyor insan hayatının bazı dönemlerinde. Bu da böyle bir yazı olsun bakalım. Vardır bir bildiği).  

Deli Deli Olma














Deli Deli Olma; senaryosunu Hazel Sevim Ünsal'ın kaleme aldığı, Murat Saraçoğlunun da yönetmen koltuğunda oturduğu 2009 yapımı bir sinema filmi. Filmin baş rollerinde büyük oyuncular Şerif Sezer ve Tarık Akan yer alıyor. 

Karlı coğrafyaları çok sevmişimdir hep. Özellikle bozkır ve bozkır yaşamı çok etkiler beni. Her fırsatta söylerim; gidip görmek istediğim yerlerin en başında Kars gelir hep. Hatta öğretmen olduğum yıl tayinimin Kars'a çıkması için dilekler dilerdim. Benim için ayrı bir ehemmiyeti vardır bu şehrin. Orhan Pamuk'un güzel kitabi Kar burada geçer. Reha Erdem'in Kosmos'u buradadır yine. Keza Zeki Demirkubuz'un enfes filmi Kıskanmak da Kars'ta geçer. Çok yakın zamanda tarihi ve kültürel bir yolculuğa çıkmayı planlıyorum Kars'a doğru, bir başıma... Deli Deli Olma'yı geç de olsa bu sebeple seyrettim. 

Birbirine gençliklerinden beri deli gibi aşık iki insan. Zor bir kadın, sebepleri olan güzel yürekli bir adam. Ve Elma. Elma'nın çocuksu mutluluğu, hayalleri, neşeleri, müzik aşkı ve sıcacık bir hikaye. Ve eski bir Piyano... Kars'ın muhteşem coğrafyasından seyirlik görüntüler, kar insanları... Güzel film Deli Deli Olma. 

15 Ocak 2016 Cuma

Alex ve Danny












Alex: Senin için orada bekleyen yalnızca bir kişi vardır. Peki ya bu kişiyi aynı ülkede veya aynı şehirde bulma olasılığın kaç? Yolları hiç karşılaşmayacak belki de? Bu da, dünyadaki hemen hemen herkesin yanlış kişilerle bir arada olduğu anlamına gelir. 
Danny: Yani dışarıda seni bekleyen daha iyi insanlar olduğunu düşünüyorsun?
Alex: İkimiz için de. Ama onlarla tanışmadığımız sürece bu sadece teori olarak kalır. 
Danny: Evet bu duygusal bir fikir. Pek bir anlamı yok. Fakat ateşin yanında, yıldızların altındayız. En azından şimdilik "evet" diyemez misin? 
Alex: Ruh ikizin bunu yapar mıydı?

14 Ocak 2016 Perşembe

Sleeping At Last: All Through The Night












London Spy sayesinde keşfettiğim, gecelerimin derinliğine derinlik katan grup. Tam da zamanı, tam da saati tam da lahzası şimdi dinlemenin. 

We have no past we won't reach back
Keep with me forward all through the night
and once we start a meter clicks
and it goes running all through the night
Until it ends, there is no end.


13 Ocak 2016 Çarşamba

London Spy


London Spy; içerisinde dramı, gerilimi ve romantizmi aynı anda barındıran 2015 yapımı bir mini dizi. İngiliz yapımı olması London Spy'ı güçlü kılan en önemli özelliklerden biri. Bunun haricinde diziyi güçlü kılan diğer özellikler ise; konunun özgünlüğü ve baş rollerin başarılı performansları. 

İki genç adam. Birbirlerinden oldukça farklı karakterde. Tesadüf eseri karşılaşıyorlar. Aşık oluyorlar. Alex ve Danny. Onlara bu isimlerle seslenmeyi daha doğru buluyorum. Sekiz ay sonra Alex bir anda ortadan kayboluyor. Danny'nin Alex hakkında bildiği çoğu şeyin aslında doğru olmadığı ortaya çıkıyor. Danny, Alex'in kayboluşunun ardından büyük bir hüsran yaşıyor lakin bir yandan da Alex'i bulabilmek ve onun sırlarını çözebilmek için elinden geleni yapmaya çalışıyor. İkilinin arasındaki aşk oldukça etkileyici işlenmiş. Özellikle Danny'i canlandıran Ben Whishaw'ın performansına ve gözlerindeki derinliğe diyecek söz bulamıyorum. Kendisini ilk kez bu proje ile tanıdım. Çok önceden tanımış olmayı dilerdim. Gerçek hayatta da eşcinsel olması ve devam eden mutlu bir evliliğinin olması takdire şayan. 













İlk sezon ikinci bölümde Danny'nin, Alex'in annesi Frances ile tanıştığı bir kısım var. Frances Danny'i evlerindeki odaların birine götürüyor: 

Danny:   Burası onun odası.
Frances: Nasıl bildin?
Danny:   Çünkü içinde bulunduğum en yalnız oda burası. 

Alex'in annesini Charlotte Rampling canlandırıyor. Kendisini çok sevdiğim tv serilerinden biri olan Broadchurch'ten tanıyorum. Orada oğullarını kaybeden ailenin avukatı olarak rol alıyordu. Lezbiyendi aynı zamanda. Enfes bir oyuncu, duruşuna tam bir İngiliz soğukluğu ve asaleti hakim. Bu dizideki rolü için de kesinlikle biçilmiş kaftan. 

Özgün konusu ve başarılı kurgusu ile London Spy izlenir diyorum. Gelecek bölümleri iple çekiyorum. 

Tez Önerileri, Yüksek Lisanslar, Olaylar ve Olaylar

İstanbul'da bir devlet üniversitesinin eğitim bilimleri enstitüsünde tezli yüksek lisans yapıyorum. Bir yandan çalışırken bir yandan yüksek lisans yapmak oldukça zor. Lakin insana enteresan bir enerji ve bilgi birikimi kattığı da bir gerçek. Çok yoruluyorum ama halimden memnunum.

Geçtiğimiz yaz ders aşamasını tamamladım. Ardından tez konusu belirlemek ve tez önerisi yazabilmek için epey uğraştım. Sadece ben değil, tüm bölüm arkadaşlarım emek verdi. Geçtiğimiz günlerde tez önerilerimiz enstitü tarafından reddedildi. Elbette bir hayal kırıklığı yaşamadık değil. Çünkü zaten özgün bir tez konusu bulmak bile başlı başına bir sorunsal.

Bugün tez önerimi düzenledim, eksiklerimi tamamladım ve yeniden teslim için okula gittim. Her şey tamam, bütün hocaları tek tek turlayıp imzalar attırdım, danışman hocamla tüm evrakları tamamladık derken hepsinin üzerine bir güzel kahve döktüm. Tekrar evrak toparlamam, çıktıları alıp dosyalamam bir saatimi daha aldı. Üstelik bir de çalıştığım okula yetişmek zorundaydım. Bu telaşın içinde işlerimi tamamladım ve koştur koştur okula geldim. 

İstanbul'da hayat hep koşturmaca. İnsana soluk alacak vakit bile kalmıyor bazen. Nihayet tez önerim kabul aldı ve onaylandı. Ben önerimin onaylanacağını düşünerek birkaç aydır tezimin bir kısmını tamamlamıştım zaten. Şimdi resmi olarak tez yazma olaylarına cümleten başlayabilirim. Umarım sonunda ortaya kaliteli bir iş çıkar ve emeklerimin karşılığını alırım. Okumak eyleminin benim için her daim baki kalmasını temenni ediyor ve teze gömülmeye devam ediyorum. 

11 Ocak 2016 Pazartesi

Ahmet Ümit: Elveda Güzel Vatanım

Şehsuvar Sami'nin Ester'e olan büyük aşkının sözcüklere dökülmüş hali: 

"Ama Paris... Anlasana, aşkımızı yaşayabileceğimiz tek yer Paris. Burası ölmekte olan bir imparatorluk ama Paris yepyeni bir dünya. Yepyeni başlangıçlar, yepyeni umutlar..."

***

"Sonra yan yana otururken buluyordum ikimizi. Sanırım Odeon Müzikholü'ndeydik. Lüksemburg Kontu operetini izliyorduk birlikte... Aklımı başımdan alan o kokun, küçük kulaklarını örten bukle bukle kızıl saçların, gözlerinin rengini siyahtan laciverde dönüştüren o gülümsemen..."

***

"Hoşçakal Ester dedim güya fiyakalı bir tavırla. Umarım mesut olursun."

***

Karşılık vermedin, muhtemelen arkamdan bile bakmadın, o tarumar olmuş bahçede, balıkları çoktan ölmüş o taş havuzun başında, hafızama nakşolan solgun bir resim gibi öylece kalakaldın..."

Serseri Mayınlar














Ferzan Özpetek'in çok sevdiğim filmi Serseri Mayınlar'ın son sahnesi aklımdan hiç çıkmaz. Arada açarım, Sezen Aksu'nun Kutlama isimli şarkısı eşliğinde son sahneyi tekrar ve tekrar izlerim. Son sahnenin aklıma kazınan repliklerinden: 

"Nikola bana çok önemli bir şey öğretti. En kötü halinde hatta ölmeyi istediğinde bile gülümsemeyi... Benim için üzülmeyin, artık sesimi bu evde duymadığınızda... Yaşam asla dört duvar arasında değildir. Öleceğiz ve geri geleceğiz. Her şey gibi..."

10 Ocak 2016 Pazar

Karnaval












Karnaval, Can Kılcıoğlu'nun yazıp yönettiği 2013 yapımı bir yerli film. Dün akşam bir kitapçıda gezerken dikkatimi çekti. Hani şöyle battaniyeye sarılıp, elinizde filtre kahveniz, sıcacık duygularla izleyebileceğiniz filmlerden. 

Baş rollerde Serdar Orçin ve Tülin Özen var. Bir İzmir filmi. Alis yani Serdar Orçin oldukça içe kapanık, duygusal, hassasiyetleri olan ve belki zihni hepimizinden daha farklı ve doğru çalışan bir karakter. Babasının ve ailesinin isteklerine -aslında geleneksel aile yapısının isteklerine- karşı gelmiş, bu yüzden evi terk ederek arabasının içinde yaşamını sürdürmeye çalışan genç bir adam . Demet ise babası ile birlikte yaşayan, düğün pastaları yapan ve tek hayali İstanbul'a gidip bir pastahane açmak olan biraz uçarı ve özgürlüğüne oldukça düşkün genç bir kadın. 

Bir şekilde Alis ve Demet'in yolları kesişiyor. Film boyunca onların bir araya gelişlerini mizahi öğeler eşliğinde izliyoruz. 

Bazı açılardan havada kalmış bir film Karnaval. Sanki bir türlü yerli yerine oturamamış, tamamlanamadan tamamlanmış gibi. Yarım kalan bir şeyler var, belki biraz yetersiz. Lakin kış gecelerinde böylesine sıcak bir yaz filmi neden insanın içini ısıtmasın ki? Sırf Serdar Orçin'in Alis karakterine vermiş olduğu muhteşem ruh için bile izlenebilir bence. Tavsiye ederim. 

6 Ocak 2016 Çarşamba

Kuzenimle Tanışma Hikayemiz

Geçen sefer yazdığım duygusal bir yazıda kuzenimden bahsetmiştim biraz. Kendisi yıllar sonra bana ulaştı. Halamın oğlu. Halamı hiç görmedim. Annemle babam evlenmeden Belçika'ya taşınmış zaten. Ailem dağılınca da beni görme zahmetine katlanmadı. 

İnternet aracılığı ile bana ulaştı geçtiğimiz günlerde. Doğru kişi olup olmadığımı öğrenebilmek için birkaç teyit aldı benden. Biraz duygusal bir andı. Çocukluğumda bir kere babam beni İstanbul'daki evine götürmüştü. Henüz beş altı yaşlarındaydım. Temmuz ayıydı. Öncesinden anneme telefon etmişti beni almak istediğine dair. Mahkemenin ona vermiş olduğu yasal izni kullanmak yani beni bir aylığına yanına almak istiyordu, yıllar sonra. Annem bana sorduğunda gitmek istemediğimi söyledim. Babam ısrar etti. Ertesi hafta kapımıza polislerle geldi. Annem beni vermediği takdirde yasal yaptırımlar söz konusuydu. Hiçbir şekilde gitmek istemiyordum. Polislerin zorla kolumdan tutup beni arabaya bindirdiklerini hatırlıyorum. Babam ön koltukta oturuyordu. Annem evimizin kapısında ağlıyordu, babama çok kızgındı. Bense polis arabasının arka camını yumrukluyor ve hıçkırarak ağlıyordum. Babam olduğunu söyleyen hiç tanımadığım bir adam beni zorla İstanbul'a, evine götürüyordu. 

İşte kuzenim de o yaz Belçika'dan tatile gelmişti. Birkaç gün birlikte babamın evinde kalmıştık. O, 12 yaşındaydı. Bugün tekrar sohbet ettik onunla. 30 yaşına girmiş. Belçika'da okumuş ve başarılı bir mimar olmuş. Aynı zamanda çok güzel fotoğraflar çekiyor. Bir dünya turuna çıkmak üzere. O yaz birlikteyken neler yaptığımızı hatırlıyor musun diye sordu bana. Hiç hatırlamıyorum, yaşım çok küçüktü. Anlattığına göre babamın evinin balkonuna bir çadır kurmuşuz. İçine tüm oyuncaklarımızı doldurup oyuna dalmışız. Bir anda bir yaz yağmuru ve küçük çaplı bir fırtına başlamış. Biz çadırın içinde bağırmaya başlamışız ve bütün komşular balkonlara çıkıp bizi kurtarmaya çalışmış. Çok güldük birlikte bu anıya.

Beni Belçika'ya davet etti, ben de onu Türkiye'ye davet ettim. Bu yıl muhakkak görüşmeye karar verdik. Çok güzel bir duyguymuş. İnsanın yıllar sonra bir akrabasını tanıması, geç de olsa giden yılları telafi etmeye çalışması. Bu gece bu yüzden yüzüm tebessüm dolu uyuyacağım. 

4 Ocak 2016 Pazartesi

Acımak: Zehra Öğretmenin Hazin Öyküsü














Acımak, lise yıllarımda okulumuz kütüphanesine yeni gelen kitaplardan bir tanesiydi. O zamanlar kütüphanecilik kolundaydım ve öğretmen olma hayalleri kuruyordum. Kitabın arka kapağına baktığımda bir öğretmenin hayatının anlatıldığını okudum. Kimseler okumadan kitabı kayda geçirdiğimi ve alıp heyecanla eve döndüğümü hatırlıyorum. 

Sosyal medyada dolanırken, Reşat Nuri Güntekin'in sarsıcı romanı Acımak'ın 1985 yılında bir mini dizi olarak Trt tarafından televizyona uyarlandığını gördüm. Yönetmen koltuğunda Orhan Aksoy var. Dizinin oyuncu kadrosu oldukça geniş ve güçlü. Ediz Hun, Hulusi Kentmen, Nubar Terziyan, Ayşegül Aldinç gibi isimlerin yanı sıra pek çok mühim oyuncu dizinin kadrosunda yer alıyor. 

Romanın başkahramanı olan genç öğretmeni dizide Ayşegül Aldinç canlandırıyor. İdealist, disiplinli ve acımak duygusundan yoksun bir imaj çiziyor Zehra Öğretmen. (Ki bu haliyle bana Albert Camus'un etkileyici eseri Yabancı'nın başkahramanı Meursault'u anımsatıyor. Ve tabii Zeki Demirkubuz'un Musa'sını). Mezun olur olmaz küçük bir Anadolu kasabasına atanıyor ve ideallerini gerçekleştirebilmek için mücadelesinden asla ödün vermiyor. Akabinde, genç öğretmenin babasının hikayesine odaklanılıyor dizide. Geçmişteki tüm sırlar ve yaşanmışlıklar açığa çıkıyor. Böylece Zehra Öğretmenin kişiliğinin, mesleki ve hayati konulardaki ketumluğunun iç yüzünü öğrenmiş oluyor ve onun psikolojisinin ne denli etkilendiğine tanıklık ediyoruz. 

Yedi bölümden oluşan mini diziyi izlemek ve geçmişi yad ederken, klasik edebi eserlerimizi de tozlu raflardan çıkarmak isterseniz, Acımak sizin için de bir alternatif olabilir. Tavsiyemdir. 

2 Ocak 2016 Cumartesi

Ölüm Yadigarları

Bazen dış dünya ile tüm bağlarımı kesiyorum. Bu süre duruma göre uzayabiliyor ya da kısalabiliyor. Kimseyle iletişim kurmak istemiyorum, arkadaşlarımı ve sevdiklerimi dahi göresim gelmiyor. Bu zamanı tamamen kendime ayırmak istiyorum. Her bir dakikasına ehemmiyet veriyorum. İşte o anlarda zamanın sadece benim için var olduğunu ve ilerlediğini düşünüyorum. Böyle zaman dilimlerini ise sadece okuyarak geçiriyorum. Elime ne geçerse ama daha çok roman. Harry Potter serisini bitirirken; Ölüm Yadigarları'nın içindeki bir bölüm beni çok duygulandırdı. 

"Eve gitmek üzereydi, bir ailesinin olduğu yere geri dönecekti. Voldemort olmasa, Godric's Hollow'da büyümüş, bütün okul tatillerini orada geçirmiş olacaktı. Eve arkadaşlarını davet edebilirdi... hatta belki kardeşleri de olabilirdi... on yedinci doğum günü pastasını yapan, annesi olurdu. Kaybettiği hayat ona şu andakinden, bu hayatın kendisinden alındığı yeri kısa süre sonra göreceğini bildiği şu andakinden daha gerçek görünmemişti hiç. O gece Hermione yattıktan sonra, Harry sırt çantasını sessizce onun boncuklu çantasından çıkardı, içinden de Hagrid'in çok uzun zaman önce ona verdiği fotoğraf albümünü aldı. Aylardır ilk kez, ona gülümseyen ve el sallayan annesiyle babasının eski resimlerine dikkatle baktı, artık onlardan bir tek bu resimler kalmıştı..."