22 Ağustos 2016 Pazartesi

Seyahat Planları: Doğu Ekspresi İle Kars'a Yolculuk

Çok uzun süredir ülkeyi dolaşmak ile ilgili çeşitli hayallerim var. Üniversiteyi bitirelim, bir de üzerine yüksek lisans yapalım, güzel bir işimiz olsun, iyi kötü kazanalım, mücadele edelim derken 25 yaşıma girmeme az bir zaman kaldı. Okurken de epey gezdim lakin ülkemizin dört bir yanını gezme imkanı bulamadım. Artık hayallerimi gerçekleştirmek istiyorum. En büyük hayalim ise Kars. 

Öğretmen olduktan sonra bir kez kamu sınavına girdim. Eğer tercih hakkım olsaydı kesinlikle Kars yazacaktım. Öncelikle Orhan Pamuk'un "Kar" adlı romanının benim için önemi büyük. Çok sevdiğim, çevirip çevirip okuduğum ve hayallere daldığım bir roman. Bunun dışında en sevdiğim yönetmen olan Reha Erdem'in "Kosmos" isimli filminin de benim hayatımın ve hayallerimin arasında önemli bir yeri var. Bir başka güzel film ise Zeki Demirkubuz imzalı olan "Kıskanmak". Hepsinin ortak noktası Kars. 

Bir de Ani var tabii. Çok sevdiğim Ermeni caz piyanisti Tigran Hamasyan, geçtiğimiz yıl Ani'de bir konser vermişti. Enfes bir etkinlikti, her ne kadar uzaktan takip etmek zorunda kalsam da, çok etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Yine de telafi edip, Aya İrini Kilisesi'nde vermiş olduğu konseri dinleme imkanı buldum. Bu sefer Tigran Hamasyan müzikleri eşliğinde Kars'a gidecek ve Ani'yi ziyaret edecek olmam bir mucize gibi geliyor bana, çok heyecanlıyım gerçekten. 

Küçüklüğümden beri karlı, zorlu coğrafyalara büyük bir ilgim var. Kar, soğuk, Rus mimarisinin izleri, zamanın durduğu kentlerdeki yaşam, uzaklık... Bunlar içimde hep gitme isteği barındırdı. Hala da öyle. 

Bu kış esaslı bir plan dahilinde, Ankara'dan kalkan Doğu Ekspresi ile Kars'a gitmeyi düşünüyorum. Çalıştığım okulun bizlere güzel bir hediyesi olan birkaç günlük Kasım tatilinde büyük bir aksilik çıkmaz ise Kars'a yol alacağım.

Sosyal medyada Doğu Ekspresi ile Kars'a yolculuk yapan gezginlerin videoları, yazıları ve fotoğrafları mevcut. Hepsini teker teker inceliyorum. 

Tek başıma çıkacağım bu yolculukta kendimi daha fazla dinleyeceğim, bir sürü fotoğraf çekecek ve elbette ki fazlası ile yazacağım. Umarım bir aksilik çıkmaz ve Kasım ayında hayallerimi gerçekleştirebilirim. Çok bir şey kaldı sayılmaz, Kasım'a kadar Kars okumaları yapmaya ve hazırlıkları hızlandırmaya devam! Hayallerimizin birer birer gerçek olması dileğimle. 

Run Lola Run













Almanca ismi ile "Lola Rennt" yönetmenliğini ve senaristliğini Tom Tykwer'in yaptığı baş rollerinde ise Franka Potente ve ve Moritz Bleibtreu'nun yer aldığı 1998 tarihli bir film. 

Lola'nın 20 dk'lık zaman mefhumu ile olan sorunsalını 81 dakikaya yayan ve onun hedefine varışını üç farklı varyasyon üzerinden ele alan kaliteli bir Alman yapımı. Lola'nın kızıl saçları akıllardan asla çıkmaz hatta izlendikten yıllar sonra tekrar izlediğinizde bile Lola'nın kızıl saçlarına hayran kalırsınız. Çünkü kızıl saçlar filme ekstra bir gizem, mistizm ve sanatsal perspektif katmıştır.

Zaman ve yaptığımız seçimler arasındaki ilişki, her saniyesinde izleyici dinamik tutan bu filmin sonunda çarpıcı bir şekilde kendini gösterir. Saniyelik hatta saliselik farklar, düşünme biçimimiz, yaptığımız seçimler ile hayatımız nasıl bir yöne sapar ve sapan yöndeki sonraki "biz" ne alemdedir, tüm bu soruları Lola'nın yirmi dakikalık koşusu içinde sorgular durursunuz. Elbette akıllara paralel evrenler, atom altı parçacıkları, zamanın izafiliği ve sicim kuramı gibi konular da gelir. 

Yetmez film bittikten sonra bir de bu konuları araştırmaya dalarsınız. Her hali ile enfes bir filmdir, defalarca izlenir, Lola'ya hayran kalınır. 

21 Ağustos 2016 Pazar

Ahmet Hamdi Tanpınar: Huzur

"Bütün fecaat, insanın, insanla karşılaşa karşılaşa, en sonunda kendisini tanımayacak hale gelmesi..."

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı okumak için doğru zamanı bekledim. Farklı romanlar alırken gözlerim kitap raflarında hep ona takıldı. Zihnen uygun olmadığımı düşündüğüm dönemlerdi. Tanpınar'ı okumak kolay değil, onun Türk Edebiyatında çok özel bir yeri var. Sırf bu yerine ve değerli eserlerine saygısızlık etmemek adına hep doğru zamanı bekledim. Nihayet Huzur'u alıp okudum. Ardından "Mahur Beste" bitti. Şimdi ise sıra "Saatleri Ayarlama Enstitüsünde". 

Huzur'un ön sözünde Mehmet Kaplan'ın kaleme almış olduğu "Tanpınar Hakkında Birkaç Söz" isimi bir yazı var. Kitabı okumaya başlamadan önce bu yazıyı muhakkak okuyun derim. Kitabı nasıl okumanız gerektiği konusunda sizi aydınlatacak, kitaba başlamadan önce Tanpınar hakkında ön bilgi sahibi olmanızı sağlayacaktır. 

Genelde okuduğum eserler hakkında yazılar yazmayı çok seviyorum. Yıllardır blogumda okuduğum kitapların bir kısmından alıntı yapıyor ve kitapları nasıl bulduğumu paylaşıyorum. Lakin bu sefer Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında, hele ki "Huzur" hakkında; salt bir okur, amatör bir yazar, şair olarak yorum yapmamın doğru olmayacağını düşünüyorum. İşi edebiyat ehillerine bırakmak lazım gelir, kuşkusuz onlar Tanpınar'ı ve Huzur'u tüm yönleri ile tahlil etmişlerdir. Bu konuda nitelikli makaleler ve yazılar okumak mümkün. 

Naçizane görüşlerim şudur ki; Mümtaz'ın iç dünyası beni derinden etkiledi. "Huzur" kavramının etrafında dönen bir arayış, dönemin politik dünyasının sosyal hayat üzerindeki etkileri, Mümtaz'ın Nuran'a duyduğun aşk, bu aşkın biçimi, hisler... Hepsi bir potada muazzam bir anlatım tekniği ve genel kültür birikimi ile aktarılıyor. İhsan ve Suat'ın hayatları da romanı tamamlıyor, olayları daha derinden anlamamızı sağlıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın önünde saygıyla eğiliyorum, huzurla uyuyunuz efendim. 

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Latife Tekin: Sevgili Arsız Ölüm

Huvat ile Atiye, bir garip karı koca. Oğulları Halit, Seyit, Mahmut. Kızları Nuğber ve Dirmit. Gelinleri Zekiye. Bir hanenin içinde. Her günleri ayrı bir olay, köyün gediklileri. Yaşam savaşları içerisinde birbirlerine değen, akıp giden hayatları. Bilindik sözler ile söylenmemiş tümceler. Rüyalar, hayaller, fallar, dedikodular, tulumbalar, ahırlar ve birbiri ardınca uçan cümleler. 

İlk kez Latife Tekin okuyorum. Yazarın oldukça ilginç bir o kadar okuru kendine bağlayan bir anlatım tarzı var. Köyden kente göçen, tek odalı evlerde yaşam mücadelesi veren günü dolu dolu yaşayan enteresan bir o kadar içimizden bir ailenin hikayesi resmediliyor kitapta. 

Her karakter üzerinde ayrı ayrı soluk alıyor yazar. Kitabın arka kapağından da anlaşıldığı üzere, romanda yazarın kendi ailesinden izler mevcut. Latife Tekin ile tanışabildiğim için şanslıyım, bu sene içerisinde diğer kitaplarını da temin edip okuma listeme alacağım. "Unutma Bahçesi" merak ettiğim kitaplarından bir tanesi. "Sevgili Arsız Ölüm" adlı romanına da kitaplıklarınızda yer açın derim. 

16 Ağustos 2016 Salı

Hanım


"Senin yüreğin iyilik dolu Olcay, bu dünyada acı çekmeden yaşaman imkansız."

Hanım; baş rollerini Yıldız Kenter ve Eşref Kolçak'ın paylaştığı, 1988 tarihli sinema filmlerimizden bir tanesi.

Olcay, deniz subayı olan eşini henüz kızı iki yaşında iken kaybetmiş ve kızını tek başına büyütmüş bir anne. "Hanım" adlı pamuk kedisinden başka hiç kimsesi yok. Hanım, Olcay'ın can yoldaşı. Koca evde birbirlerinden başka tutunacakları bir dal yok.















Olcay, kanser olduğunu öğrendikten sonra kedisi için bir yuva aramaya başlar. Kapı kapı dolaşır lakin kedisine sahip çıkacak, onu kendisi gibi sevecek sıcacık bir yuva bulamaz. İnsanlar; Olcay'ın ruhi tedirginliğini, içe işleyen merhametini ve huzurla dolu suretini bir türlü anlayamazlar. Giderek herkese yabancılaşır Olcay. Bu dünya için gerçekten fazla iyidir. Kansere yakalanmış ve önünde kısacık bir hayat kalmış olan Olcay'ın tek üzüntüsü kedisi Hanım'a ne olacağıdır. 

Hikayeyi daha fazla anlatma taraftarı değilim. Olcay'ın yaşam mücadelesi, Hanım için özverisi, yaşama bakış açısı, bunların hepsi o kadar derin işlenmiş ki filmde; tabii Yıldız Kenter'in muhteşem oyunculuğunun yeri de epey büyük. Asla yeri doldurulamayacak, enfes bir sanatkar kendisi. Filmi izlemenizi tavsiye ederim, sinema tarihimizin yapı taşlarından bir tanesi. 

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Yaşlı Gözler

Yaşlı Gözler, 1967 yapımı siyah beyaz Yeşilçam klasiklerimizden bir tanesi. Filmin baş rollerini Yıldız Kenter ve Cüneyt Gökçer paylaşıyor. Aynı zamanda filmin oyuncu kadrosunda Münir Özkul ve Kayhan Yıldızoğlu da yer alıyor. Yönetmen ise Ertem Eğilmez. 

Birbirine kırk yıldır büyük bir aşk ile bağlı olan bir anne ile baba. Ümran ve Ferit. Günün birinde ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmaz, ömürlük evleri yakında satışa çıkacaktır. Büyütüp yetiştirdikleri, evlendirip meslek sahibi yaptıkları çocuklarını bir araya toplarlar ve durumu izah ederler. Çocuklardan kiminin maddi durumu çok iyidir kimi ise orta hallidir. Lakin bir türlü anne ve babalarının kimin yanında kalacağına karar veremezler. İkisinin aynı hanede kalmasının aile bütçesine külfet olacağını düşündüklerinden, babalarının ayrı bir evde annelerinin ayrı bir evde kalmasına karar verirler. 

Baba ile anne bu duruma içerler lakin çocuklarına içinde bulundukları ruh hallerini, özlemlerini yansıtmamaya çalışırlar. Durumu kabullenirler ve birbirlerinden ayrı düşerler. 
Yıllarca bakıp büyüttükleri evlatlarının yanında bir sığıntı gibi yaşayan anne ile baba, bir gün tekrar İstanbul'da bir araya gelirler. O gün baba, tren yolculuğu ile Mersin'de oturan kızının yanına gidecek bir süre de onda kalacaktır. Anne ise eşine söylemez fakat yanında kaldığı oğlunun kendisini huzur evine yatıracağını bilmektedir.

Tren saatine kadar İstanbul'da hasret giderirler. Gençliklerine dönüp felekten bir gün çalarlar. Haydarpaşa'ya vardıklarında ikisini de derin bir hüzün kaplar. Tren hareket etmeden birbirlerine söylemiş oldukları sözler yürek burkar, gözleri doldurur: 

Ferit: "Ümran, eğer bir daha seni göremezsem şunu bilmeni isterim ki seninle çok mesut oldum."

Ümran: "Eğer ben de seni bir süre için göremezsem sen de bil ki, kırk yılımızın her dakikası birbirinden güzeldi. Dünyada senden başka hiç kimsenin karısı olmak istemezdim Ferit. Seninle her zaman iftihar ettim."

Ferit: "Ben de öyle..."

Ve tren kalkar, yerinde bir iç sızısı, yüzlerde dolu gözyaşı bırakarak...

14 Ağustos 2016 Pazar

Ayfer Tunç: Dünya Ağrısı

"Ama ben bu dünyaya sığamıyorum. Bende bir acayiplik var. Gurur değil bu. Gurur olsa yaşadığımız bu hayat haysiyetime dokunuyor derdim, sabahları erken uyanırdım, eşşek gibi çalışırdım, ölümünü bekleyen bir kuş gibi bankonun arkasına tünemezdim. Ben başka türlü olduğumdan sığamıyorum bu dünyaya Şükran, ama nasıl bir başka türlü olduğumu ben de bilmiyorum."

Dünya Ağrısı, Ayfer Tunç'un yazın dünyası ile tanışmama vesile olan kitap. Kitabın ismi olan Dünya Ağrısı, aslında eser ile ilgili her şeyi iki kelimede anlatıveriyor. 

Anadolu'nun ufak bir kentinde ufak bir otel. Eski şaşalı günlerini geride bırakmış, ayakta kalmak için verdiği savaştan ötürü yorgun düşmüş. Yorgun düşen yalnız otel değil üstelik, sanki tüm kasaba, otele gelip giden müşteriler, bir yerlerde zamana takılı kalmış gibi yaşayan insanlar. Hepsinin suretinde ayrı bir yorgunluk. Yoksulluk, kasvet, kederin yükü.

İçindeki dünya ağrısı ile yaşayan Mürşit, otelin sahibi. Yaşamak yorgunu, yüzünün neredeyse her bir yanı hüzünlü. Karısı Şükran, kızı Elvan ve oğlu Özgür. Hepsi, Mürşit'in dünya ağrısının bir parçası. 

Otelin kadim müşterilerinden madenci ile sohbetleri sırasında kendisi olabiliyor ancak Mürşit. Madencinin acıları, Mürşit'in yaşamak ağrısı ikisini ortak bir noktada birleştiriyor. Otelin bahçesinde rakı eşliğinde yapılan uzun sohbetler, birbirine yabancı bu iki adamı aynı gölgenin içinde sessizleştiriyor.

Kitabın sonlarına doğru öğrenebiliyoruz Mürşit'in dünya ağrısının sebebini. O vahim hadise, tüm hayatını elinden alıyor Mürşit'in. Madencinin ağrısı da bir o kadar derin. İkisi arasındaki en büyük fark; Madenci ağrısından kaçıyor, kaçarak kurtulabileceğine inanıyor, Mürşit ise hiçbir yere kaçamıyor, ağrısı her geçen boyunu aşıyor. 

"Normal insanlar huzurla, herhangi bir vicdan sızısı duymadan uyurlarken, Madenci ve ben ve bizim gibiler dünyanın derdi denen soyut, tarifsiz bir yükü çekmeye yazgılıyız."

11 Ağustos 2016 Perşembe

Mehmet Eroğlu: Belleğin Kış Uykusu



"Evet ender de olsa insan bazen yaşamayı mutluluğa çevirebiliyor. Ama büyük filozof Solon der ki, 'Yaşamakta olan kişiyi mutlu saymamak, sonunu beklemek gerek...' Bence hayatı kavrayıp anlamamızı sağlayan temel olgu, acıdır. Acıyı asla göz ardı etmemeliyiz."



En son; "Nasıl daha önce böyle bir yazardan haberim olmaz, şu yaşıma kadar bir yanım eksikmiş meğer" dediğimde bu cümlemi Sezgin Kaymaz için sarf etmiştim. Ondan sonra Sezgin Kaymaz'ın dünyasına öyle bir daldım ki, bu dalıştan kendime yeni hayatlar ve yeni edebi hazlar çıkardım. Uzun zamandır belki de iki yıldır bu cümleyi herhangi bir yazar için sarf ettiğimi hatırlamıyorum. Şimdi ise Mehmet Eroğlu için sarf ediyorum. 

Yazarların ve kitapların insanların hayatlarını değiştirdiğine inanmıyorum lakin edebiyatın da büyülü bir dünya olduğunu düşünüyorum. Bu büyüden kendinize pay çıkarmak, büyülenmek ve daha fazla büyülenmek istemek ise kesinlikle okurun yani sizin elinizde olan bir durum. "Belleğin Kış Uykusu" beni çok etkiledi. 

Esasen çok etkilendiğim kitaplar hakkında iyi yazılar yazamıyorum. Sanki bir köşemde, kitaplığımda yalnızca bana aitmiş gibi baksın, yalnızca sayfalarını ben açayım istiyorum. Sanırım doyumsuz ve ukala bir okur bencilliği içerisindeyim. Söz konusu kitaplar olunca da bu özelliğimi yadsımıyor ve seviyorum. 

Bay M. belleğini yitirmiş, var olma mücadelesi içerisinde hayatı epey deneyimlemiş, bolca yara almış, çıkmazlarını zihninde sürekli evirip çeviren bir karakter. Takım elbisesinin cebinde bulduğu biletler ile bir trene binen Bay M. aslında kendi belleğine ve kendi zamanına bir yolculuk yapacaktır. 

Bir tren düşünün. Bindiğiniz andan itibaren geçmişinize dair hiçbir şey anımsamıyorsunuz. Zaman durmuş, trenin nereye gittiği, nereye gideceğiniz meçhul, etraf bir sis perdesi gibi. Gençlilik ve yaşlılık arasında sürekli gidip geliyor, yaşadıklarınıza ve belleğinizdeki parçaların zaman zaman görünür oluşuna anlam vermeye çabalıyorsunuz. Etrafınızda bazı insanlar belirmeye başlıyor, trende yolculuk eden, bir görünüp bir kaybolan insanlar. Yaşamınız, belleğinizin müsaade ettiği ölçüde çeşitli skeçler ve tiratlar eşliğinde bir bir canlanıyor. Yaşanan zaman tekrar yaşanıyor, yaşlanıyor. Paralel evrenlerde yaşıyor gibisiniz, zamanın tanımsızlığı içinde yaşamınızın izlerini bulmaya çalışıyorsunuz. 

İşte Bay M., nereye gittiğini bilmediği belleksiz ve zamansız bir tren yolculuğunda kendini buluyor. Kitabın üç bölümünde sıralandığı gibi: Önce yitiriyor sonra belleğinize doğru bir yolculuğa çıkıyor ardından aniden uyanıyorsunuz

Kitapta en sevdiğim karakter "Palyaço" oldu. Palyaço'nun hayatı ele alış biçimi, bilgeliği, insanoğlunun var oluşu üzerine değerlendirmeleri beni çok etkiledi.

Bu sene içerisinde, sindire sindire sevgili Mehmet Eroğlu'nun diğer kitaplarına doğru yolculuğa çıkacağım. "Belleğin Kış Uykusu" sayesinde Bay M. ve hayatı ile tanıştığım için kesinlikle çok şanslıyım. Ve tabii bilge Palyaço ile. 

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Yaşanmamış Hayata Kısa Süreli Bir Manifesto

bin bir anı dolu defterinizi bir kenara bırakın.
mükellef yaşamlarınızın ucube gösterişlerinden arının.
gözyaşı gülümsemesini suretiniz ile bütünleştirin.
belleğinizi yitirin kısa bir süreliğine.
dünyaya uzanmanın, ıslak kumlara temas etmenin keyfini yaşayın.
fikri mücadelenizden evvel aydınlık ile karanlık arası zeminlere basın.
korkmayın.
tolstoy'ın karlı coğrafyalarına uzanın, bozkırın gizemine adım atın.
dörtyüz katlı dörtyüz duvarlı dört yüzsüz binalarınızdan, betonlarınızdan arının.
kendi yüzünüz olun.
kavuklarını keşfe çıkın sincapların, karıncaları takip edin.
kelamlarınızın şeffaflıklarını hiçe saymayın, saydamlaşın.
sırt üstü uzanın zihninizin denizlerine.
cürmünüzün kaldığı yerden yaktığı hesaplarınızı kapatın.
kafka'nın köy hekimi ile sohbete dalın.
kirpiklerinizde gemiler yüzdürün.
sığınacak bir limanınız değil, sohbet edecek bir mürettebatınız olsun.
mürettebat olun, kürek mahkumu olun, düşünün, arzulayın.
son mecmuasını karıştırın zamanın, sayfalarca kelimenin hüznüne dalın çıkın.
bir şeyler var orada, yaşamı sizin için daha zor hale getiren lakin sizi bilgeleştiren.
selama durun, selam olun. 

9 Ağustos 2016 Salı

Yeni Dünya ve Genç Kadın/Genç Erkek Algısı II (Samimiyet Sorunsalı Üzerine Düşünceler)

Sosyal medya aracılığı ile hayatı basitleştiriyor, duygularımızı yüzeysel hale getiriyoruz. Yakın bir zamanda benimle yaşıt olan bir arkadaşım babasının vefatını sosyal medya üzerinden duyurdu ve saatlerce altına yazılan taziye mesajlarına tek tek yanıt verdiğini gördüm. Ölümün kutsallığını, var oluşun son bulmasını bile sosyal medya üzerinden ilan edip durumu epey basitleştirir hale geldik. Ülkede, dünyada yaşanan tüm sorunlara bu denli kayıtsızlığımız, bu topraklarda bu evrende yok yere hayatını kaybeden insanlara olan üzüntümüzün saniyeleri bile bulmaması, içerisinde yaşadığımız bu yeni dünya ile alakalı. Hal böyle olunca genç kadın/erkeklerin günümüzün sorunlarına olan ilgisi oldukça düşük düzeyde. 

Annem iki yıl önce rahatsızlandığında bir yıl süre ile tüm sosyal medya hesaplarımı kapattım. Çünkü bana o kadar zor geldi ki, sizin can parçanız ölüm ile boğuşuyor ve arkadaşlarınız, sevdikleriniz hatta sevgiliniz bu durumu bildikleri halde sosyal medya üzerinden mutlu hayatlarından enstantaneler paylaşmaya devam edebiliyorlar.

Günümüzün en büyük probleminin ve insan var oluşunu temelden çökertecek olan vehametin "samimiyetsizlik" olduğu kanaatindeyim. Ben samimiyeti/samimiyetsizliği duygusal, histerik bir kavram olarak görmüyorum. Samimiyeti bir erdem olarak görüyorum. Kendim de dahil olmak üzere kimsenin samimi olduğuna inanmıyorum. Bu samimiyetsizlik durumunu yaratan en büyük aracın da popüler kültür, sosyal medya ve gençleri hedef alan yeni dünya düzeni olduğunu düşünüyorum. 

Biraz daha düşünsel dünyamıza önem vermeye ihtiyacımız var, popüler kültürün dışında kalan her alan ile yakından haşır neşir olmaya, aile ve eş dost sohbetlerimizi artırmaya, daha insani hareket etmeye ihtiyacımız var. 

Yeni dünya düzeninden korkuyorum. Erdemlerimizi ve duygularımızı derinlikli hale getirmeye ihtiyacımız var; kalburüstü yaşamlar yerine ince, hassas ve epik yaşamları tercih etmemiz ve bence bunun sonucu olarak da tekrar doğa ile bütünleşmemiz gerekiyor. 

Erdemimiz, ehliyetimiz samimiyet olsun. Yolculuk onunla güzel ve değerli çünkü. 

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Yeni Dünya ve Genç Kadın/Genç Erkek Algısı I

Uzun süredir gözlemlediğim bir durumdan bahsetmek istiyorum. Öncelikle ben de bir gencim, henüz 24 yaşındayım. Öğretmenim. Meslek hayatımdaki üçüncü yılımı tamamladım. Bir yandan yüksek lisans eğitimime devam ediyorum, tez yazıyorum. Buraya kadar kendim ile ilgili bu kısa bilgileri verme gereği duydum. Çünkü bahsedeceğim durum beni de içerisine alan bir durum. Lise öğrencilerinden başlayıp otuzlu yaşlara kadar uzanabilen geniş bir algı. 

Sosyal medyada çok aktif değilim. İçerisinde yalnızca iki profil fotoğrafımın olduğu ve genelde sanat, düşünce ve edebiyat haberlerini takip edip paylaştığım bir facebook hesabım var. Yine içerisinde fotoğraflarımın bulunduğu, bunların çoğunda da gezdiğim gittiğim yerlerin, doğanın ve hayvanların fotoğraflarının olduğu bir instagram hesabım var. Başka da bir sosyal medya hesabım yok. 

Uzun süredir fotoğraf paylaşmasam da arada instagram'da insanların paylaştıkları fotoğrafları görüyorum. Her ne hikmetse herkes her gün bir başka yerde, lüks mekanlarda, deniz ve havuz kenarlarında, ünlülerin gittikleri plajlarda. Üzerlerinde sürekli yeni kıyafetler, sürekli tüketilen çeşitli yiyecekler. Erkekler gereğinden çok daha fazla kaslı, oldukça bakımlı, vermiş oldukları pozlarda cinsel mesajlar gizli. Kadınlar ise fazlası ile zayıf, fazlası ile makyajlı, onların vermiş oldukları pozlarda da cinsel mesajlar gizli. Tüm bunların dışında, bir de spor salonlarında verilen pozlar var. Çok meşhur oldu, erkeklerin hepsi vakitlerinin hemen hemen hepsini daha fazla kas yapabilmek için spor salonlarında geçiriyor. Amaç kesinlikle daha sağlıklı ve fit olabilmek değil, gereğinden fazla kas yapmak. En tehlikelisi ise yapılan kasların gençlere bir süre sonra yeterli gelmemeye başlaması ve bunun bir takıntı haline gelmesi. İşin bir de psikolojik boyutu var. Kadınlarda da durum aynı, gereğinden fazla zayıf olmak, ruhen de sağlıklı olmanın ötesinde sadece fiziken mükemmel görünmek, sporun ruh ile ilgili olan kısmıyla ilgilenmemek. 

Peki sormak istiyorum hangi zaman diliminde kitap okuyorsunuz, ailenizle, sevdiklerinizle birlikte keyifli sohbetler gerçekleştiriyorsunuz? Hangi zaman diliminde felsefe, edebiyat, müzik ve sanat gibi konularda bir şeyler okuyup, yazıp düşünüyorsunuz? Hangi zaman diliminde yüksek lisans, doktora eğitiminize ve tezinizi yazmaya devam edebiliyorsunuz? Çünkü ben yukarıda saydığım pozlardan hiçbirini verebilecek zaman bulamıyorum. Çalışıyorum, tez yazıyorum, geriye kalan vaktimde ailem ve sevdiklerimle zaman geçirmeye gayret ediyorum. Mümkün mertebe sürekli okuyorum, bir şeyler yazıyorum, izliyorum, kendimi geliştirmeye ve zihin dünyamı özgürleştirmeye çabalıyorum, yeni fikirler üretiyor ve geleceğim hakkında bir takım tasarılar yapıyorum.
Tüm bunları kendimi övmek, kültürlü ve zeki göstermek için söylemiyorum. Hakikaten merak ediyorum siz zihinsel gelişiminizi hangi ara düşünüyorsunuz? Gerçekten sosyal medya üzerinden paylaştığınız fotoğraflardaki gibi mi yaşıyorsunuz? Yarın hangi fotoğrafı paylaşacağım acaba diye bir gün önceden gideceğiniz mekanı, giyeceğiniz kıyafetleri ve vereceğiniz pozları mı düşünüyorsunuz? Bence feci gaflet ve vehamet içerisindesiniz, içerisindeyiz. 

Düşüncelerimi paylaşmaya ikinci bir yazı ile devam edeceğim.  

Andre Gide: Isabelle

Nobel Edebiyat Ödüllü Fransız yazar ve entelektüel Andre Gide'nin romanı "Isabelle", dağılan bir ailenin hayat hikayesini anlatıyor. Eski bir şato, Fransız kırsallarında yaşayan Floche ve Saint-Aureol ailesi, genç bir doktora öğrencisi Mösyö Lacase, mazisi epey karanlık olan evin kızı Isabelle ve yetişkinler arasında kendini tanımaya çalışan, yalnız bir çocuk Casimir...

Doktora tezi için Quartforche Şatosuna giden Mösyö Lacase'yi gizemli hadiseler beklemektedir. Haklarında hiçbir şey bilmediği Floche ve Saint-Aureol ailesi ile ilgili pek çok gizli gerçeği öğrenecektir. Isabelle ise onun için bir merak ve hayranlık ikonasıdır adeta. Hiç görmemesine rağmen, Isabelle bir sır perdesidir ve Mösyö Lacase bir an evvel bu sır perdesini aralamak istemektedir. Sır perdesi aralandıktan sonra Mösyö Lacase'nin hissettikleri bir anda sönüp gider, bu bana Metin Erksan'ın güzel filmi "Sevmek Zamanı"nı hatırlattı. 

Yalnızca fotoğraflarına baktığımız, hissettiğimiz ve sürekli tahayyül ettiğimiz sevdalarımızın baş kişileri, belki de biz onları somut olarak tanımadan evvel daha güzeller. Tanımadan hissettiğimiz duygular daha temiz, bu daha temiz olma halleri ile belki de daha değerliler. Çünkü zihnimizde tasavvur ettiğimiz, her hecesini ayrı ayrı betimleyip incilerle süslediğimiz sevdiceklerimiz, gerçekte çok farklı insanlar olabilmekteler. Henüz tanımıyor olmak ve tanımış olmak arasında geçen zaman diliminin gerçek aşk olduğuna inanıyorum. Tanıdığınız an sönen bir yıldız, tanımadan evvel tüm gücüyle parlayan bir yıldız... Her ikisi de aynı yıldız, arada geçen zaman dilimi ise bir gökyüzü, güneş kadar berrak, sade ve narin lakin çok kısa. 

Mösyö Lacase karakteri çok iyi işlenmiş Gide tarafından, sanırım "Isabelle" en sevdiğim kitaplar listesinde önemli bir yere yerleşti. Hikaye, karakterler, kasvetli bir şato, aşk, hayal kırıklıkları ve en önemlisi yazarın duyguları en naif bir biçimde ifade etme yeteneği. Kitabı bitirdikten sonra şunu söyledim kendime: "İyi ki kitaplar var."

Selam olsun sana sevgili Mösyö Lacase. 

7 Ağustos 2016 Pazar

Yalçın Tosun: Peruk Gibi Hüzünlü

Peruk Gibi Hüzünlü, Yalçın Tosun'un 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından çıkan öykü kitabının ismi. Ne güzel bir öykü kitabı ismi öyle değil mi? Dün itibari ile kitabın elimde bulunan beşinci baskını bitirdim. Yalçın Tosun'un öykücülüğünde bir başka tını var. İçimizden karakterler, çocuklar, kimliğimizin kabullenemediğimiz ve üstünü örttüğümüz farklı biçimleri, mahalleli mevzuları, günlük insan söylenceleri, aklımızdan geçirdiklerimiz lakin ulu orta söyleyemediklerimiz... Tüm bunlar Yalçın Tosun'un öykücülüğünde hayat buluyor. 

Peruk Gibi Hüzünlü'nün içerisindeki öykülerin hepsini çok sevdim lakin içlerinde bir tanesi, sonuncusu dikkatimi çekti. Bir başka hissettim okurken, dokundu: "Madam Marini'nin Tamamlanmış Bir Resmi"

Madam Marini yetmiş yaşlarını aşmış bir kadın. Eski bir apartmanda bir dükkan kirası ile yaşamaya çabalayan, eşcinsel olan tek oğlunu Atina topraklarında bir trafik kazasında kaybetmiş bir anne. Üst kat komşusu Malik, seks işçisi. Madam Marini'nin her şeyi Malik. Malik'in her şeyi Madam Marini. Birbirlerine sarılıp uyuyan sıcacık insanlar. Daha fazla anlatmayacağım, Yalçın Tosun'un öyküleri ile tanışmanızı dilerim. Madam Marini ve Malik kadar samimi karakterleri, samimi öyküleri ile. 

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Kitapçı Günlükleri

Oturduğum muhitte nispeten bana yakın üç adet kitapçı var. Biri yerel ve dini bir kitabevi, ona gitmiyorum. En son sprey boya sormak ve anneme güllü yasin kitabı almak için gitmiştik. Diğer ikisi eş değer sayılabilir, etrafta nam salmış ünlü kitapçılardan. İkisine de eşit oranda gidiyorum. Hatta haftanın beş günü falan gidiyorum, kitap almasam da gidiyorum. Kafe mantığı. 

Kitapçıya gittiğimde en az yarım saatimi orada geçiriyorum. İçerisindeki koltukları asla sevmem. Çok nadirdir oturduğum, yorgunsam şayet. Kitapçılar içerisindeki koltukları sevmediğim kadar koltuklarda kitap okur gözüken, kitabı yarım saat evirip çevirip göz ucu ile etrafı izleyen insanları da sevmiyorum. Kitapçı içi koltuk olayı bana epey totaliter geliyor. Ben sürekli ayakta dikilirim. Hatta kitabı incelerken çömelirim. Kasada saatlerce satış yapan elemanlara da haksızlık. Sen koltukta oturmuş dinlenip sözde kitap karıştıracaksın, kitapçıda bir ömür geçiren kasiyerler sürekli ayakta. 

Kitap bakarken kitapçılara gelip giden insanlar ve yaptıkları seçimler de dikkatimi çekiyor. Bu akşam Yalçın Tosun'un "Peruk Gibi Hüzünlü" ve Andre Gide'nin "Isabella" isimli kitaplarını almak için gitmiştim. Önce içeriye genç bir çift girdi. Kadın din ve mitoloji kısmına yönelip çok faydalı dualar tarzında bir kitaba baktı. Eşine gösterdi, bundan bizde yok alalım dedi. Eşi de evde bir sürü dua kitabı var, hem duanın çok faydalısı mı olur tövbe dedi (en azından adamın aklı başında olması beni sevindirdi). Kadın ısrar etti ve çok faydalı dualar kitabını alıp kitapçıdan çıktılar. Ardından elinde cep telefonu gümbür gümbür bir kadın geçti önümden. Amacı telefon ile konuşabileceği sessiz bir yerler aramakmış sanırım, ayaküstü on dakika kadar telefonda dedikodu yaptı ve kitap almadan çıkıp gitti. 

Bir sonrakiler maaile gelmişler. Üç tane ortaokul talebesi ve ebeveynleri. Tarih kitaplarının gereksizliği ile ilgili birkaç tane espri yaptıktan sonra çocukları Elif Şafak'ın son kitabı "Havva'nın Üç Kızı"nın bulunduğu rafa yöneldi. Nasıl yönelmesin insanlar? Kitapçının camında benim iki katım kadar bir afişi var. Gören geliyor hesabı, çorapçı, doncu gibi. 

Tabii tüm bu hadiseler yaşanırken ben bir yandan kitap bakmaya devam ediyorum. Kulak kabartıp şahit olduklarım bazen ağzımı açık bırakır derecede enteresan olabiliyor. Uzun süre kitapçılarda sürten, fena sayılmayacak derecede okuyabilen bir insan olarak ülkece kitap seçimlerimizin bir vehametten öteye gitmediğini söylemek isterim. Elbette insanların kitap tercihleri ile alay edecek, onları kitap tercihleri ile yargılayacak değilim. Ne haddime, haşa. Lakin kaliteli kitaplar ahenkli içerikleri ve güzellikleri ile alınmayı beklerken ellerin hep bestseller kitaplara ve incir çekirdeğini doldurmayacak eserlere gitmesi beni çok üzüyor. 

Tam kasaya yönelmişken telefon ile bir kitap siparişi geldi. Kürk Mantolu Madonna'yı duyunca bir sevinir oldum. Kasadaki kadına doğru istemsizce sırıttım, diğer yandan Sarah Jio ismini duyunca bir hüzünlendim yüzüm düştü. Sabahattin Ali ve Sarah Jio. İkisi bır arada. Hemen parayı ödedim, kitaplarıma sarına sarına kan ter içinde eve döndüm. Kitaplığımdaki Sabahattin Alilere baktım. Yine sevindim. 

Hasan Ali Toptaş: Geçmiş Şimdi Gelecek

"Suskun insanın içi sözcük kuyusudur derler ama bu söz şimdi geçersizdi, dostumun gözleri üzerine işenmiş çoban ateşleri kadar ışıltısızdı ve konuşmaya hiç niyeti yoktu. Zamanı tek boyutlu yaşayanların aptallığı akıyordu ceket uçlarından. Düş görüyor gibiydi. Düş görüyor gibi de değil, kendisi bir düştü sanki. Ellerinin (çaresiz ve yalnızdılar), burnunun (kendi doğrultusunda ilerlemekten yoksundu) ve bakışlarının anlamı giderek yaşamın titreşimlerinden uzaklaşıyordu. Yoksa ben mi düş görüyorum dedim kendime. Belki de üçüncü bir kişi düş görüyordu ve biz o düşün içinde iki düş insanıydık."

Hasan Ali Toptaş'ın "Çağrı" adlı öyküsünden...

5 Ağustos 2016 Cuma

Lou Andreas-Salome: Feniçka

"Filoloji, tarih veya benzeri şeyler yerine tezinizi aşk üzerine yazsaydınız onu nasıl hayal ederdiniz çok merak ettim," dedi Max Werner.

"Aşkı nasıl mı hayal ederdim? Ah, çok basit. Son derece sade ve sağlıklı. Sanırım hiç de şeytani ve romantik sayılamayacak şeylerle karşılaştırırdım aşkı. Her gün açlığımızı giderdiğimiz kutsal, doyuran ekmekle; her gün evimizi açtığımız hayat veren temiz havayla. Sonuç olarak her şeyi borçlu olduğumuz, ama haklarında pek öyle tumturaklı laflar etmediğimiz en önemli, en doğal, en güzel şeylerle."

3 Ağustos 2016 Çarşamba

The Living and the Dead

BBC yapımı güzel bir dizi daha karşımızda: The Living and the Dead. Başrollerini Colin Morgan ve Charlotte Spencer'ın paylaştığı dizi, bizi 1894 yılında İngiltere'nin doğası eşsiz kırsallarından biri olan Somerset'e götürüyor. BBC ne yapsa izlerim diyenlerdenim çünkü oyuncuları, kurgusu, dönem hikayeleri oldukça kaliteli. 

1800'ler İngilteresini çok seven bir seyirci olarak bugün dizinin ilk bölümünü izledim ve oldukça da beğendim. Dizi gerilim, korku ve dram ağırlıklı öğeler ile ilerliyor. 




Appleby çifti, kendilerine miras kalan çiftlik evinde yaşamlarına devam ederken tuhaf birtakım hadiseler ile karşı karşıya kalıyorlar. Evin beyefendisi Nothan Appleby bir psikolog ve kendi dönemi içerisinde ünlü bir kişi. Yaşanan tuhaflıklara psikolojik olarak yaklaştığı gibi, çevrelerinde olup bitenlere bir türlü anlam veremiyor. Genç eşi ise her konuda Nothan'a destek olan, evin işleri ile oldukça ilgili genç bir kadın. 

İlerleyen bölümlerde yaşanacak olan olayları sabırsızlıkla bekliyorum lakin bunun için diziyi çabuk tüketmeyip heyecanımı devam ettireceğim. İtiraf etmeliyim ki Colin Morgan gerçekten çok yetenekli bir oyuncu. Sırf onun için bile izlenebileceğini düşünüyorum dizinin. 

Kalın perdeler, şöminelerin ısıttığı taş evler, mumlar, eski tablolar, ormanlık alanlar, kırlar ve göller, ihtişamlı biblolar, kasvetli bir atmosfer... Hepsi 1800'ler İngilteresini çok iyi yansıtıyor. İzlemeye değer bir yapım. 

2 Ağustos 2016 Salı

Gündüz Vassaf: Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartposttallar

"Arkadaşlık anlayışımız değişmeyi bekliyor. 
Tek tük arkadaşlarım var.
Eskisi gibi görüşmüyor, araşmıyoruz.
'Sakla samanı gelir zamanı' bencilliğimizden mi tutuyoruz birbirimizi?
Olmasalar, yalnız hisseder miyim?
Yalnız hissedersem daha çok sarılır mıyım kitaba, kelimeye, o anda ne ilgimi çekiyorsa ona?
Yeni farkına varıyorum arkadaşsızlığın özgürlük olduğunun.
Bencillik değil özgürlük."

Hiç şaşmaz, hislerinizi dile getiren bir katibin, yazarın satırları ile anında karşı karşıya kalıverirsiniz. Yalnız olmadığınızı anlarsınız, sevinirsiniz. Yazının, edebiyatın ve kelamın gücüne bir kez daha inanırsınız. İçe dönüklüğünüz, arkadaşsızlığınız ile gurur duyarsınız.

Gündüz Vassaf yeni kitabı "Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartposttallar"da ülkem insanına pek çok çıkış noktası sunuyor. Dünya durumunun vehameti ve umut açlığımız arasında bir yerlerde sivriliyor yazıları, pek çok anektot pek çok analiz ve bol bol umut aşılıyor Gündüz Vassaf. Yine iyi geldi, yine iyi hissettirdi. Açmaz zamanların şaşmaz yazarı Gündüz Vassaf. Kalemine sağlık.