29 Aralık 2016 Perşembe

Seray Şahiner: Gelin Başı

Yakın zamandaki yazılarımdan birinde Nihal Yalçın'ın oynadığı Antabus adlı oyunu izlediğimden bahsetmiştim. Oyunu izleyene kadar Seray Şahiner ismine vakıf değildim, oyundan sonra kendisi ile tanışmak amacıyla "Gelin Başı" adlı öykü kitabını alıp okudum. "Gelin Başı" ilk baskısı 2007 yılında yapılmış, toplamda on öyküden oluşan ve Hulki Aktunç'un önsözü ile Can Yayınları tarafından basılmış bir ilk kitap. 

Antabus'taki Leyla karakterinden ve Seray Şahiner üzerine okuduğum birkaç yazıdan yola çıkarak, kendisinin kadın kahramanları merkeze alan bir kurgusunun olduğuna aşikardım. Bu, "Gelin Başı" ile daha da netleşti. Şahiner'in öykülerini oldukça sevdim, kadın kahramanlar üzerinden vermiş olduğu mesaj, İstanbul'un unutulan yoksul semtlerindeki kadınlardan, bir apartman dairesine sıkışıp kalmış kadınlara kadar çizdiği çok yönlü, bir o kadar da eğlenceli tasvirler epey hoşuma gitti. Trajikomik bir dili var desem yanılmış olmam sanırım, birbirinden farklı bir sürü kadın tablosuna bakmak üzere bir sanat galerisine girmişim gibi hissettim öykülerini okurken. 

Sıraya Antabus adlı romanını koyuyorum. Oyunun üzerinden çok fazla geçmeden okumak güzel olacak benim için. İstanbul'da yaşayanlar için oyun hala devam etmekte, çok başarılı bir ekip. Kaçırmamanızı tavsiye ederim, üzerine bir de Seray Şahiner öykülerini okursanız tadından yenmez diye düşünüyorum. 

26 Aralık 2016 Pazartesi

Sevim Burak: Yanık Saraylar

"Yanık Saraylar" adlı öyküsünden;

"Siz, Baron Bahar, hayatın dehşetini hiç düşünmüyorsunuz:
Her şeyiniz var
Otomobiliniz
Yatınız
7 Cüceli eviniz
Bonolarınız
Çocuklarınız
Bense, ölümden korkmayacak kadar yalnızım."

***

"Büyük Kuş" adlı öyküsünden;

"Bilinmez ki
Ona kavuşacak mı?
Aradığını bulacak mı?
Belki birbirlerinden uzakta
Biri
Yatağın kenarında upuzun
Gözleri kapalı
Yatıyordur
Öbürkününse
Kanatları yavaş yavaş toprağın üstüne inmeye başlamıştır.
Haberleri yoktur
İkisinin de...
Kaygan yapışkan bir tümseğin -ağzı açık. bir mezarın kenarında oturmuş ölüyorlardır.

25 Aralık 2016 Pazar

Vüs'at O. Bener: Kapan

"Tek engel, insanın yine kendi öz benliği, egosu. Yoksa geride kalanların çekeceği geçici acıya bel bağlamak tam bir kaçış senaryosu.
Peki anlatmayı deneyeyim. Çıkmazdan çıkmaza sürüklenmekten başka çıkış yolu görünmüyor. Kişi oyalanmak için oyalandığının ayrımında ise, oyunu mutlaka yarıda bırakır. Ben her zaman ayrımında olduğuma göre bedeni sürüklemekten başka hiçbir işe yaramıyor düşüncelerim."

***

"Çay, sıcak, ağız yakan! Hepsi bu. Bir bardak. Kimsesizler mezarlığına gömdüm imgelerimi. İpileyen sarımsı ışık pırpırlandı, sönmek üzere, sönünce kurtulacağım kendimden -acınası avuntu!-, ödeşeceğiz, kristal yüreklerine sırt çevirdiklerimle."

"Kapan", Vüs'at O. Bener'in toplamda 21 kısa öyküsünü içinde barındıran, ilk baskısı İletişim Yayınları tarafından 2001 yılında yapılmış olan kitabı. Bu kısa öykülerde Bener'in öz yaşamına dair izlerden, düşüncelerinden ve dönenip duran ruh halinden kesitler görmek mümkün, öyle sözler var ki içinde, içimizden, altını çizip düşünsel evrenlerimizin baş köşesine oturtmamak mümkün değil. "Yanılgı mı?" adlı öyküsünü bilhassa çok beğendim, tekrar tekrar okudum. 

"İnsan tragedyasının özü bilinmezlik oysa. Hangi ölçüte vurursan vur doğru ya da yanlış seçeneklerini kestiremezsin.
Çıkmaz sokaklarda dolan dur."

24 Aralık 2016 Cumartesi

Rosetta














Rosetta.
Öfkeli, annesine ve yaşadığı hayata, yaşayamadığı tüm şeylerin toplamına. 
Annesi bağımlı, bir karavan hayatı, yerleşik düzeni yok.
İşe giriyor, işten çıkarılıyor, döngüsü kara yazısı gibi, dönüp duruyor.
Bir iş, sabit olmanın verdiği ferahlık, yılmıyor, balık avlıyor.
Waffle yiyor, su içiyor gibi oluyor, bira da içiyor, annesi içmemeli.
Un çuvalına sarılıp işini bırakmak istemediği sahne çok dramatik, can alıcı.
Yerde Rosetta.
Un çuvalına sarılmış, işten çıkarmayın beni diyor, yeni girmiştim diyor.
Sonra değişiyor gibi oluyor, arkadaş ediniyor, bir oğlan tanıyor.
İhanet ediyor, işi olsun diye, işi olmak zorunda.
Haşlanmış yumurta yiyor, kaynatıyor, yatağına yatıp yiyor.
Görüp, duyup, bildiğimiz ama umursamadığımız hayatlardan bir kesit Rosetta.
Belki de o, tam da, biz görüp, duyup bildiğimiz ama umursamadığımız için kesit kesitiz.
Kesik kesiğiz. 

Küçük Kara Balık

"Güzel ay, ben senin ışığını çok seviyorum. Hep benim üzerime ışıyasın istiyorum."
"Balıkçığım, doğrusunu istersen benim kendime ait bir ışığım yok. Beni güneş aydınlatır, ben de onu yeryüzüne yansıtırım. Sahi sen hiç duydun mu? İnsanlar uçup gelip benim üzerime konmak istiyorlarmış."
"Bu imkansız."
"Bu zor bir iştir ama insanlar istedikleri şeyi..."

***

"Şimdi ölüm çok kolay uğrayabilir bana! Ama ben yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmemeliyim. Elbette, bir gün ölümle karşılaşırsam -ki karşılaşacağım- önemli değil, önemli olan şu ki benim yaşamım veya ölümüm başkalarının yaşamını nasıl etkileyecek."

Hayallerinin peşinden koşan küçük bir kara balık. Dereleri ırmaklara devşirmiş, ırmakları denizlere devşirmiş, güzergahında pek çok tür ile tanışmış, hepsi ile hasbıhal etmiş, var etmiş kendini sularda, korkmamış, az ya da çok yaşamak diye düşünmüş, ne önemi var diye düşünmüş, sonunu merak etmiş yolun, suyun. Kendi olmuş küçük kara balık, kendine dönmüş küçük kara balık? Hiçbirimiz küçük kara balık kadar cesaretli, kendi gibi, nazik ve duyarlı değiliz değil mi? Ne büyük tokat, ne büyük ders!

22 Aralık 2016 Perşembe

Wilhelm Genazino: Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk



"Yıllarca daha iyi bir hayata hazırladım kendimi, dedim ama beklentim hiç gerçekleşmedi. Çok uzun bir süre duygusal ve melankolik bir ruh haliyle sızlanıp durdum ama sonunda şunu anladım: İnsandan beklenen, mutsuzluğuyla ihtiyatlı bir ilişki kurması."



Bu aralar yerli öykücüleri okuyorum, yoğun bir öykü edebiyatı içerisine girdim. Kitapçılarda gezinirken dikkatimi "Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk" çekti. Araya serpiştirmekte bir sakınca görmedim, Alman edebiyatından güzel bir roman okumak iyi gelecektir diye düşündüm, yanılmamışım. 

Orta yaşlı bir adam, orta yaşlı bir kadını seviyor. Yüreğinin ve aklının kesiştiği noktalarda bir çıkmaza giriyor, çıkmazdan sonrası ise bir psikiyatri kliniği, çıkmak istemediği yer. Bir ilişki, rayında giderken rayından çıkıveriyor, yollar ayrılıyor mu muğlak, lakin içerisinde kocaman bir dünyadan küçük ayrıntılara devşirilen anlar gizli. Çocukluk anıları, çocukluğu ile yetişkinlik arasında kurulan, psikanalize dayanan anlamlı çıkarımlar. 
Genazino sade lakin çarpıcı bir dille anlatıyor bir ilişkinin gündelik boyutlarını, araya serpiştirdiği net çıkarımlar öylesine güzel ki, zannediyorum aklıma geldikçe açıp altını çizdiğim yerlerin üzerinden tekrar tekrar geçeceğim. 

"Bir kez sevmiş olan ve hala seven biri, kendini aşka elverişli bir hale getirmenin ne kadar zor olduğunu, ne kadar uzun sürdüğünü bilir. İnsan acı çekerken anlar, aşk için emek vermeye bir daha kolay kolay kalkışmayacağını. Çekilen acı bir tür aşk tembelliği yaratır. Acı çeken kişi, bu kadar ağır bir işi boşu boşuna yaptığından korkar."

Kitap boyunca şunu sorguladım, "Mutlu olmak zorunda mıyız? Ve mutluluk; içerisinde yaşadığımız bu karmaşık, yeni yargısal dünyanın bir dayatması mı?" Sürekli mutlu olmak zorunda olduğumuzu düşünmüyorum, mutluluk abesle iştigal hayatlarımızı sürekli bir umuda bağlayan, düzenin idealist bir kurmacası. Kişisel gelişim kitaplarını da bu yüzden sürekli eleştiririm, doğru bulmam. Bize dayatılan aynı ile özdeş, kalıp bir mutluluk algısı var. Oysa ki ille de her daim mutlu olmak zorunda değiliz. Şöyle diyor nihayetinde Genazino: 

"Artık daha incelikli bir hayatım olsun istiyorum ve zannedersem çoğu insan da bunu istiyor ama daha incelikli bir hayatı nerede arayacaklarını bilmiyorlar."

21 Aralık 2016 Çarşamba

Pelin Buzluk: En Eski Yüz

Pelin Buzluk öykücülüğüne "Deli Bal" ile başlamışken, İletişim Yayınlarından yeni çıkan kitabı "En Eski Yüz"ü de alıp okudum. Deli Bal'dan biraz daha farklı geldi bana yeni kitabındaki hikayeler, sanki kurgu daha bir yerli yerinde, kelimelerin daha bir bağrı açık gibiydi. Bilhassa "Uçurum" ve "Tozlu Cennet" adlı öykülerini çok beğendim. "Uçurum"dan minik bir bölüm paylaşmak istiyorum: 

"Şöyle ılık bir uykuya batsam... Babam yeniden uzanıp alacak gözleri sürmeli bir hazretin koynundan sazını. O söyledikçe, annem erinçle yaslanacak kırlentlere, her akşam ilk kez gören gözlerle seyredecek sevgilisini. Babamın gün boyu sıcak suda buruşmuş elleri tellerde açılıp dinlenecek. Kapı arkasında çiviye astığı ceketi bulgur pilavından sonra koklanacak çayın yanında. Duvardaki pasta resmine bakılarak. Kreması daha kirlenmesin diye, arıların Allah yazdıkları peteğin fotoğrafı çerçevesinden çıkarılıp yerine bu pasta resmi konacak. Alnımıza o koca taş çarpıncaya dek.
'Baban ölmüş,' dediler, Alnımın içinde, burnumun kökünde bir çatlama."

19 Aralık 2016 Pazartesi

Kosmos

Reha Erdem'in Kosmos adlı filminden; 

"Herkesin başına her şey aynı anda geliyor. İyi ile kötünün, cömert ile cömert olmayanın başına gelen şey aynı, iyi adam nasılsa suç işleyen de öyle. Yemin eden ve yeminden korkan aynı birbiri gibi. Hayatta her şeyde bela şu ki, herkesin başına gelen şey aynı. Hem de insanoğlunun yüreği kötülük ile dolu. Ve ömürleri devamınca yüreklerinde kötülük var. Ve sonra ölülere katılıyorlar. Çünkü bütün yaşayanlarla beraber olan için ümit var, çünkü sağ köpek ölü aslandan iyi, çünkü yaşayanlar biliyorlar ki ölecekler. Fakat ölüler bir şey bilmez. Ve artık onlar için bir önemi yok. Çünkü onların anılması unutulmuş."


Pelin Buzluk: Deli Bal

Sine Ergün'den sonra Pelin Buzluk'un "Deli Bal" isimli öykü kitabını okudum. Ayfer Tunç bir röportajında, son dönem öykücüleri arasında Pelin Buzluk'u beğendiğini ifade etmişti. Kendisi ile tanışmam bu röportaja dayanır. 

"Deli Bal" aynı zamanda 2010 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü sahibi, kitap önce Varlık sonra Can Yayınları tarafından basılmış. Öykülerini yer yer doğaüstü konular ile süslediği bir yazım tarzı var Buzluk'un. Öykülerin isimleri de özenle seçilmiş, etkileyici bir anlatıma sahip. "2.9 Saniye" adlı öyküsünden beğendiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum: 

"Yalnızım. Kimseye de ihtiyaç duyduğum yok hani. Tüm bu kalabalık yapışkan, hesaplı samimiyetleriyle beni boğuyor. Kendilerini, sırf akrabam olduklarından bana dayatan insanlardan kurtulalı çok oluyor. Benim ihtiyaç duyduklarım, dostlarım, gittiler. Şimdi onları hatırlamak, dudağıma acı, alaylı, dayanılmaz ve arkasından gelecek ağlamanın önünü alamayan bir gülümseyiş konduruyor. Bana 'yalnız değilmişim' hissini vermeye çabalayanlar, 'Yalnız kalabilir misin biraz?' diye nezaketen bile sormadan gidiverdiler." 

18 Aralık 2016 Pazar

İşte Leonardo da Vinci

Hafta sonu kitapçı ziyaretim sırasında rastladım "İşte Leonardo da Vinci" adlı esere. "Hep Kitap" tarafından hazırlanıp basılmış, kapağı ve basımı oldukça kaliteli ve güzel. Özellikle hafta sonumu değerlendirmek adına iyi olacağını düşünüp aldım. 

Leonardo ile ilk tanışmam lise yıllarımda oldu, sanat tarihi dersinde işlediğimizi anımsıyorum. Ardından popüler kitaplardan biri olan "Da Vinci Şifresi" adlı romanı okudum. Yine popüler yabancı dizilerden bir tanesi olan "da Vinci's Demons" adlı yapımı izledim birkaç yıl önce. Sonrası ise Leonardo ile aramıza giren bir boşluktu. 

Hep Kitap, Leonardo'nun dışında, "işte" başlığı ile; Dali, Gaugin, Warhol ve Van Gogh ile ilgili de aynı minvalde kitaplar hazırlamış. Sanırım bir kültür sanat serisi çıkarılmış, çok da iyi edilmiş. 

Kitap Leonardo hakkında merak ettiğiniz her şeyi, derli toplu ve çeşitli illüstrasyonlar eşliğinde okuyabileceğiniz bir kolaylıkta ve netlikte. Eserde; Leonardo'nun yaşamı, İtalyan şehir devletleri arasındaki yolculuğu, kariyeri, dönemin ileri gelenleri ile olan ilişkileri, önemli eserleri, eskizleri, taslakları ve özel hayatına dair bir çok ayrıntı bulacaksınız. 

Leonardo hakkındaki bilgilerimi, minik bir hafta sonuna sığdırıp tazelediğim için mutlu hissediyorum. "Hep Kitap" güzel ve esaslı bir iş çıkarmış, kendilerine de bilhassa teşekkür ediyorum. Hazır bu yazıyı noktalarken, Panic!At the Disco'dan "The Ballad of Mona Lisa"yı dinlememek olmaz, o zaman bu güzel şarkı ile yazımı noktalamış olayım, iyi hafta sonları dilerim. 

17 Aralık 2016 Cumartesi

Sine Ergün: Baştankara

Bir süredir öykü yazıyorum, sanırım bir yıl oldu. Yerli öykü yazarlarını mümkün mertebe okumaya, onların yazın dünyalarını, biçemlerini, kurgularını tanımaya çalışıyorum. Aslında onlardan etkilenmeye çalışıyorum, çalışmıyorum da, okuyunca, kendiliğinden etkilenmiş oluyorum. 

Ayfer Tunç bir röportajında, yazmak için önce okumak gerektiğini söyler, bol bol okumak, iyi edebiyat okumak, ve ekler, etkilenin der, etkilenmeden yazamazsınız. 

Bu hafta sonu yolum Sine Ergün ile kesişti, son öykü kitabı olan Baştankara'yı okudum. "Uzun Yol" adlı hikayesinden sevdiğim, etkilendiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum: 

"Uyandıklarında kadın konuşkan adam suskundu. Bütün sevdiğim kitapları başkasına verdim, dedi kadın, Sevdiğim hiçbir şeyi başkasına vermedim, dedi adam. 
Kadın, Buradan sonra patika yok olacak, dedi, nereye gideceğimizi seçmek zorunda kalacağız. Sen başka yöne, ben başka yöne gitmek isteyecek. Nereye gittiğimizin önemi olmayacak, önemli olan ayrılmamamız. Patika kaybolacak, dedi adam, ben başka yöne sen başka yöne gitmek isteyecek. Yollarımız ayrılırsa ayrılacak. Önemli olan nereye gittiğimiz."

13 Aralık 2016 Salı

Bütün Giysilerimden Kurtuldum!

Birkaç yazıdır bahsediyorum, annemle birlikte "hayatı sadeleştirme projesi" adı altında bir projeye imza attık. Daha doğal, daha sağlıklı, üzerimizdeki maddi ve manevi yükü azaltacak bir yol arıyorduk ve bir yerlerden başladık. Öncelikle kozmetik ürünlerimizin hepsini attık, ardından evimizdeki tüm süs eşyalarını imha ettik. Hiçbir şey kalmadı gerçekten, giysilerimiz için de benzer bir yol izlememiz gerekiyordu. Bir günümü tamamen bu işe ayırdım, gerçekten dolabımda hiç giyilmemiş ya da bir iki kere giyilip bir kenara bırakılmış ne kadar çok kıyafet varmış! 

Hepsini tek tek ayırdım, yıkadım, ütüledim ve tasnif ettim. Yardıma muhtaç olan ailelere ulaşması için kolları sıvadım, üstelik bununla da yetinmedim, çalıştığım okuldaki tüm öğrencilerime, öğretmen arkadaşlarıma duyurdum, desteklerini istedim. Giderek büyüyen bir kampanyaya dönüştü bu durum. Kolilerimizi özenle düzenlemeye başladık, yakında ihtiyaç sahipleri için yola çıkacak.

Şu an giysi dolabımda bu kış bana yetecek bir kaş parça eşyanın dışında hiçbir şey kalmadı. Elzem olmayan şeyleri de kesinlikle satın almayacağım bundan sonra. Giyim gereksiz, aldatıcı bir vitrin, elbette çok zor insanın kıyafetlerinden vazgeçmesi lakin imkansız değil. Çok büyük bir arınma ve muhteşem bir ferahlık. Bunun huzurunu tarif etmem mümkün değil, belki çok büyük işler yapamıyoruz ama bir yerlerden tutunmak bile var edebiliyor bizi, var ettiğine inanıyorum. Daha nicelerine umarım. 

11 Aralık 2016 Pazar

Heba

"Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir, diye cevap verdi Resul de; bunda şaşılacak bir şey yok." 

***

"Bir insanın kendisine zulmedene gülümsemeye mecbur bırakılmasından daha beter bir zulüm olamazdı yeryüzünde."

Hasan Ali Toptaş

Antabus












Leyla Taşçı, kadın. İstanbul'un kenar mahallelerinden birinde unutulmuş, hor görülmüş, daha doğrusu yalnızca ailesi değil, kadın olduğu için tümden ülke, tümden dünya unutmuş Leyla'yı. Sonra Leyla hayatı bir masala dönüşsün istemiş, Ömer'e aşık olmuş, Ömer alacağını alıp Leyla'yı ortada bırakmış, hiç de öyle televizyonlarda gördüğü gibi değilmiş aşk, bildiği her şeyi televizyondan öğrenmiş ortacı Leyla, sonra abi dediği bir adamın tecavüzüne uğramış, lal olmuş, lal olmak zorunda kalmış, kimseye bir şeyler diyememiş, bir tek o parktaki, o heykel adama anlatmış, onu öpmüş hatta, onunla uzun uzun öpüşmüş, sonra Leyla'yı evlendirmişler, zorla, kim alacak seni demişler, dul bir adama vermişler, adam alkolik, her allahın günü dövmüş Leyla'yı, Leyla direnmiş, bu kötü adamdan çocuğu olmasın diye her yolu denemiş, bari anası yanında olsun istemiş, o da kadındır demiş, anası babasının yanından ayrılmamış, Leyla'yı gerçek anlamda kimse sevmemiş, bir tek o parktaki heykel sevmiş, Leyla kimi zamanlar kadından bir heykele dönmüş, dönmüş kendi etrafında, bir yol aramış, bulur gibi olmuş bulamamış, üçüncü çocuğuna da hamile iken dünya yükü ağır gelmiş Leyla'ya ya da dünyanın yükünden daha ağırmış Leyla, çocukları, üzülmesin istemiş, hep onları düşünmüş, hani o televizyondaki mükemmel anneler var ya, sürekli doğuran, doğurdukları ile gurur duyan, çocuklarının psikolojisini düşünen, pozitif anneler, bir tek kendi evlatlarına duyarlı anneler, Leyla'yı duymayan, Leyla gibi kadınları duymayan anneler, kadınlar, erkekler, aileler, bekarlar, alt komşular, üst komşular, kenar mahalleliler, yüksek zümreler... Leyla kocasını öldürmüş, çocuklarını öldürmüş, kendini öldürmüş. Leyla dünya yükünden kurtulmuş ya da dünyanın yükünden daha ağırmış Leyla. 

Nihal Yalçın'a ve ekibine sevgilerle. Bizi muhteşem bir oyunun (gerçekliğin) içinde dört döndürdünüz. Var olsun sanatınız. 

8 Aralık 2016 Perşembe

Bütün Kozmetik Malzemelerimi ve Sosyal Medya Hesaplarımı Çöpe Attım!

Bir erkek olarak az sayıda kozmetik malzeme kullandığımı söylesem yalan söylemiş olurdum. Peki bugüne kadar neler kullanıyordum?

-Nemlendirici krem
-Yüz yıkama jeli
-Şampuan
-Duş jeli
-Saç köpüğü
-Sıvı keratin/Saç yağı
-Saç spreyi
-Saç şekillendirici krem
-Wax
-Dudak balmı
-Koltuk altı deodorantı
-Parfüm

25 yaşındayım ve saydığım tüm bu kozmetik malzemeleri lise yıllarımdan beri kullanıyorum. Vejetaryen beslenen, yediklerime içtiklerime dikkat eden bir insanım. Vejetaryen beslenmeyi yaşam tarzı haline getirmişken, daha doğal ne yapabilirim, hayatımda neleri değiştirebilirim diye düşünürken bu saydığım malzemelerin hepsini çöpe atmaya karar verdim. Ergenlik dönemimde bile yüzümde sivilce çıkmazdı, yıllarca işe yaraması gereken tüm bu kozmetik malzemelerin cildimi daha kötü yaptığını fark ettim. Bir tüketim hırsı, daha iyi görünebilme aşkı ile kullanıyoruz lakin tamamen kapital bir tuzak; yüzümde ufak tefek sivilceler çıkmaya başladı. Peki şimdi ne kullanıyorum? Bitkisel, tamamen doğal bir şampuan kullanıyorum. O bittikten sonra zeytinyağlı defne sabununa geçmeyi planlıyorum. Evet bunun haricinde kullandığım tek bir kozmetik malzeme kalmadı. Kendimi çok hafif ve çok iyi hissediyorum. Tüm bunlarla birlikte evimdeki gereksiz süs eşyalarını da attım. Evim şu an öyle ferah oldu ki anlatmam, üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi. 

Sosyal medya hesaplarıma gelirsek onları da elden geçirdim. Yalnızca facebook ve instagram kullanıyorum. Facebook'u uzun süredir yalnızca haber okumak ve işimle ilgili önemli paylaşımları takip etmek amacı ile kullanıyordum zaten. Paylaşım yapmıyorum. İnstagram'da ise hemen hemen tüm fotoğraflarımı sildim. İnstagram anlayışım zaten suratımı ve hayatımı paylaşmak konsepti ile oluşmuş bir hesap değildi. Doğa fotoğrafları çekiyorum, gezdiğim gördüğüm yerlerden güzel enstantaneler paylaşıyorum. Suratımı paylaştığım hiçbir fotoğrafım kalmadı, ne büyük bir mutluluk! 

Daha önce bunun üzerine uzun uzun yazmıştım. Artık hayatlarımızı sosyal medya üzerinden yaşıyoruz. Mutluymuş gibi görünüp, insanlara lüks ve mükemmel olduğunu düşündüğümüz hayatlarımızı gösterip, kendimizi bir şekilde tatmin etmeye çalışıyoruz. Sürekli birilerine bir ispat çabası içerisindeyiz. Böyle bir hayat algısından da mutlu ve samimi olduğumuz gerçeğini çıkaramayız elbette. 

Şimdilerde pek mutluyum efendim, vücuduma ve ruhuma zarar veren pek çok şeyden arındım, sadeleştim ve ferahladım. Hem duygusal anlamda hem de maddi anlamda sadeleşmek insana müthiş bir dinginlik veriyor. Deneyin derim, kendiniz için kıyısından köşesinden olsa dahi minik değişiklikler yapın, eminim çok daha huzurlu olacaksınız. 

6 Aralık 2016 Salı

Hasan Ali Toptaş: Heba

"Hasılıkelam, çerden çöpten de olsa insan bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup, ya da boşlukları bile tutup işte böyle bir babaya dönüştürüyor benim gibi. Hiç kuşkusuz insan başka yollarla da var edebilir kendini, diyelim uzun bir öpüşmenin derinliklerinde kaybolarak, bir bakışın ateşinde yanarak, bir kitabın ruhundan doğarak, bir dokunuşla sarsılarak ya da şu an hatırlayamadığım daha akıllıca yahut daha aptalca birtakım şeyler yaparak da var edebilir. Çarçabuk doyan küçük karınlı ruha sahipse, bir köşeye oturup sadece çekirdek çitleyerek de var edebilir söz gelimi. Mayasına karışan vahşi gölgelerin arasında yaşıyorsa, birtakım şeyleri kırıp dökerek de var edebilir. Hatta bütün bunların ötesinde, bazı şeyleri yapmamakla da var edebilir ama babayla var olmak bu saydıklarımla kıyaslanamayacak kadar farklı bir şey bence. Farklı olmasının yanı sıra, çok eski bir şey aynı zamanda; belki kuşlar, belki bulutlar, belki taşlar kadar eski bir şey."