29 Mart 2018 Perşembe

Korsan Çıkmazı II


Korsan Çıkmazı
"İstanbul'un ortasında, bir pansiyon odasının dört duvarı arasında geçen uzun geceler. Oturup memleketi düşünüyorum. Herkes bana karşı. Neden? Sudan bir sebep, örneğin şu kadının boşa gitmiş gençliği, örneğin istenmeyen amcamın oğlunun aşağılık duygusu vs., benim dürüst, iyi, temiz hayatımda yıkıcı olabiliyor. Ters anlaşılmış bir olay, insanların küçük hırsları... Sonunda sormaktan vazgeçiyor insan. Böyle. Yıkılmamak gerek. Kaçmamak, kaybolmamak. Eh, işte bu. İyi niyetimden adam olmak kaygımdan başka tutar yerim yok. Hepimiz iyi çocuklarız. Ne var ki, eski tekne yeni hamura dar geliyor."

Nezihe Meriç

Kadıköy'de Bir Akşam Vakti
















Sirkeci'den dönüyoruz bir arkadaşımla, vapurun dış kısmına oturmuşuz. Yol boyu sohbet ediyoruz, ben onun fotoğraflarını çekiyorum ardımızda Marmara denizi. Bir yandan kısa saçlarımız uçuşuyor rüzgarda. Sonra Kadıköy iskelesine yanaşıyoruz. İnsan kalabalığı, herkes birazdan inmeye başlayacak. Bense oturuyorum, ille de bir şeyler çekeceğim burada, insan yüzleri, günün batışı, lacivertten turuncuya çalan renkler... İskeledeki görevlilerden biri çıkıyor karşıma, bedenini denize dönmüş, kalabalık inmeden önceki son saniyeler, ufka bakıyor... 

Elimize Kadıköy'de bir akşam vakti kalıyor, bir fotoğraf kalıyor. İleride bakılacak belki, zamanın hızına şaşılacak, yine aynı duygular saracak. 

"talebim değil hanlar, hamamlar, gömme saraylar
sahibi olduğum her şey; ruyalar
herkesin doyduğu bir çıkma ekmek
senin de öyle..."

Bu fotoğrafa "Ruh" ile eşlik eden Rehber'e de selamlar olsun.

24 Mart 2018 Cumartesi

Korsan Çıkmazı

"İçim sıkılıyor ve bu hiçbir işe yaramıyor. Düşünüyorum, okuyorum, öğreniyorum. Bu, çevremdeki günlük hayatını yaşayan, düşüncesi, ancak bu çerçevenin içinde doğup gelişenlerden, biraz daha ayrılmama sebep oluyor. Gün geçtikçe, okuyup öğrendikçe, onların meselelerini, içinde dönendikleri olayları, ruh durumlarını, bütün bunların sebep ve sonuçlarını açıkça kavrıyorum. Her şey gizliğinden, karışıklığından kurtuldukça, benim için önemini kaybediyor. Düşçülüğüm bozuluyor. Yavana, tatsızca varıyor. Ben tek başıma kalıyorum. Kıyamet burada başlıyor."

Nezihe Meriç

Bir Fotoğraf
















İlk kez kendi çektiğim bir fotoğrafı paylaşıyorum. Yaklaşık bir senedir fotoğraf çekiyorum. Çok büyük bir istek ve heyecanla almıştım makinemi. Arkadaşlarımdan bazıları da fotoğraf çekiyorlar, bu süreçte bana destek oldular. Arada sırf bunun için buluşup sabahtan akşama fotoğraf çekiyoruz. Keyif alıyorum. 

Bununla ilgili bir eğitim almadım, temel şeyleri dahi bilmiyorum. Arkadaşların gösterdiği kadar işte, eğitim almak da istemiyorum. Kendime ait bir hobi, hakkında bir sürü şey bilmeme gerek kalmayan bir uğraş olarak kalsın istiyorum. Sadece benim için, benim objektifim. 

Fotoğraflarımı paylaşabileceğim bir sosyal medya hesabım yok. Bu nedenle paylaşmıyorum onları. Belki bir değişiklik yapar da arada burada paylaşırım. Teknik olarak bir bilgim olmadığı için haliyle fotoğraf üzerinde de bir oynama yapamıyorum. En güzeli böyle doğal halleri sanırım. 

Yine bir Eminönü dönüşü, yine bir vapur. 
Kaç canımız var, kaçı yerinde hala meçhul.
Bir hububat torbası, bir tütün çıkmazı sokağı dibimde.
Beyaz kuşların turuncuya dönüşümü, içimde tuhaf bir his ama güzel.
Ötesinden berisine uzanan bir yolculuk, kısa süre içinde iskele.
Olsun zaman, canım yansın, kimi zaman günlük güneşlik. 
İçinde İstanbul, içimde delişmen bir haller. 
Konaklamak için aranan yerler, laf olsun diye söylenmeler.
Belki görür belki işitirsin. 
Değişirsin.

23 Mart 2018 Cuma

Günebakan Çocuğun Sureti

Çavlanın kenarına bir kilim serdik, patikanın hemen bittiği yere. Tepemizde yükselen incir ağacının altına kurulduk. Hasır sepetimizi yavaşça açtım, ilkin içinden sigara böreklerini çıkardım, evde bir güzel almıştım yağlarını. En son meyve yeriz diye düşündüm, sepetin bir kenarında kalsınlar. Çatalları, bıçakları bir güzel dizdim karşılıklı. Alman porseleni kupaları da tabakların kenarına iliştirdim, hoşafları özenle doldurdum. Bir aralık yüzüne baktım, teni sıcaktan epey kavrulmuş, gözü hep suyun akışında. Arada dönüp bana bakıyor, kaşının üzerine düşen ince saçı bir o yana bir bana doğru savruluyor. Güneş bugün hiç batmayacak sanki.

Alacaceren III

"O hiç yaşlanmamıştı. Bana derdi ki, "Dara düştüğün zaman benim güzel ipek kızım, -neşeyle çınladığı zaman bile, demlenmiş bir ses yakıştırıyorum ona; insanı dinlendiren- hemen yaşadığın güzel günleri, güzel insanları, güzel şarkıları düşün. Sevdiğin şarkıları söyle. Ay ışığını, yolculuklarda geçtiğiniz yerlerde gördüğün dağları, ovaları, doğanın güzelliklerini, renklerini düşün. Çiçek kokularını, ben leylak kokusuna bayılırım. Fırının önünden geçerken duyduğun o ekmek kokusu yok mu hele, bir de kavrulmakta olan kahveninki..."

Nezihe Meriç

Alacaceren II

"Ev onları, onlar evi hep sevmişlerdir, çok sevmişlerdir.
Bir evi sevmenin, bir semtli olmanın tadını çıkarmacasına yakmışlardır ışıklarını. Arkadaşlarını, sevdikleri bir iki -ikiyi geçmez- apartman komşusunu, kitaplarını -paraları olunca yeni kitaplık yaptırmayı düşünerek- düşlerini, isteklerini, sevgilerini, abla kardeş, ana kız karışımı, sevgiden de öte, gizemli kutsal sözcüklerini de içeren bağımlılıklarını, birbirlerine olan düşkünlüklerini, onları çevrelerinin yozlaşmasından koruyan, dededen gelen, ondan geçen bozulmamış değerleri koruyarak, kurdukları yaşamlarını bir masal gibi yaşamaya başlamışlardır."

Nezihe Meriç

Alacaceren

"Dedem, kendisine verilen zamanı, kendi istediği gibi yaşamıştı; kimseyi karıştırmamıştı. Yaşama biçimini kınayanları, öğüt vermek, aklı vermek isteyenleri, hoşgörüsü olmayanları, sevgisizleri, kendini bir bok sananları elinin ucuyla şöylece iteleyivermişti. 

'Bunlar virüs gibidirler' derdi. 'Bunlar kıskanç, mütecessis, dedikoducu, ziyan mahlukattandır. Aman! Asla yaklaştırmayacaksın yanına." 

Nezihe Meriç

22 Mart 2018 Perşembe

İstanbul'un Bir Yüzü

Bugün sabahtan boşluğum vardı, okuldan çıkıp Kadıköy'e gittim. Oradan da vapur ile Eminönü'ne. Vapurdan indikten sonra Sultanahmet Meydanı'na kadar yürürüm genelde. Fakat bugün hava çok soğuktu, tramvay ile çıktım. Önce bir kahve içtim, meydanı izledim. Yanıma gebe bir kedi sokuldu, yiyeceklerimi onunla paylaştım. Soğuktan üşümüş olacak bir süre kucağımda oturdu. Alman Çeşmesine karşı sefa yaptık kedi ile. Sabahları o kadar kalabalık olmuyor meydan, ben de fırsattan istifade fotoğraf makinemi çıkarıp biraz fotoğraf çektim. Çok iyi pozlar çıkmadı bugün, şans. 

Meydanı gezdikten sonra Cağaloğlu'na çıktım. Ana Kitabevi sıklıkla uğradığım bir yer. Hem epey indirimli hem de çok sevdiğim bir dokusu var. Oradan çıktıktan sonra birkaç yayınevine daha uğradım. Bazı metinler aldım; Nezihe Meriç, Ece Ayhan... 

Aşağıya doğru indim, Gülhane'nin içinden geçip Sarayburnu tarafından çıktım. Sonra yürüyerek yine Sirkeci'ye ulaştım. Dönüş yine vapurla Kadıköy oldu. Yky'ye uğradıktan sonra bir de türk kahvesi içtim. Sonrası yine okula dönüş. 

İstanbul'da gezerken, kendimi yoklarken bu kalabalık arasında yalnız kalmaktan ne kadar keyif aldığımı düşündüm tüm gün. Birileri ile birlikte iken aynı hazzı alamıyorum. Sanki artık kimse ile konuşmak dahi istemiyor gibiyim. Konuşmak yoruyor beni, kelimeler, cümleler hiçbiri anlam ifade etmiyor sanki... Çok az konuşan, çokça bakan ve dinleyen bir insanım. Belki de mizacımın izdüşümleri ile İstanbul'un kaosu uyumlu değildir. 

Biraz dinleneceğim şimdi, sonra da Nezihe Meriç'in metinlerine dalarım. Belki de az zamanım kalmıştır İstanbul için, biliyorsunuz bu aralar kendisine fena taktım. Uğraşıp duruyorum, soda da içemiyorum ki bir güzel hazmedebileyim. Mamafih heyecan da kalmadı, ar da. İkisi bir arada olanların ise günleri bizimkinden daha güzel değil. Vücut bulan her şeyi satıyor insan, işitiyor, azıyor, kaçıyor. Yakalayıp bir ucunu tuttuğum şeylere sığınmaktan gayri ne gelir elimden, hepsini almış, yok etmiş İstanbul. Eşkiya çatı katından uçmakta.

18 Mart 2018 Pazar

Karaköy

Karaköy'e epey uzak oturuyorum. Birkaç ay olmuştu sanırım, dün eski okulumdan arkadaşlarla buluştuk. Her zamanki ekip. Bu sefer Karaköy olsun dedik. 

Restorasyon bekleyen tarihi binalar, dar sokaklar, her birinden ayrı cümbüş ve renk yükselen enteresan isimli barlar, kafeler ve tabii ki kalabalık.. Süslenmiş genç kadın ve erkekler, sürekli fotoğraf çekilenler, masalarda uçuşan biralar, birbiri ardına yakılan sigaralar, gençlerin hayalleri, avuçların arasında bira yanı mısır patlakları, çerezler... Karaköy'ü ancak bu sözcüklerle tanımlayabiliyorum. Ne içindesiniz ne de dışında işte. 

Benimse İstanbul'da en sevdiğim yer tarihi yarımada. Onca kalabalığa rağmen gitmekten kendimi alamadığım tek yer, tarihin içi. Cağaloğlunda birbiri boyunca uzanan kitapçılar, eskimiş sokaklar, hepsi benden bir parça taşıyor gibi. Dün arkadaşıma da şöyle söylediğimi anımsıyorum, "eğer İstanbul'dan gidersem en çok tarihi yarımadayı özleyeceğim."

Nedenini, nasılını pek bilemiyorum lakin insanlar değişik duyguların içinde karmakarışık hale gelebiliyor bir anda. Dün Karaköy'deki kalabalıktan başım döner gibi oldu, bir su bardağı bira ile sarhoş olabilen narin bünyelerden birine sahibim. Sesler, sesler ve hiç dinmeyen sesler... 

Duygusal olmanın, duyarlı olmanın da bir sınırı mı olmalı acep? Sürekli mana peşinde koşmak yorucu mu? 

Dünün en güzel hadisesi kuşkusuz Can Kazaz'ın yanından geçmem oldu. Yüzü aklımda, yürüyüşü aklımda. Uyku gibi döküldü gözümden.

9 Mart 2018 Cuma

İstifa

Geçtiğimiz günlerde çalıştığım okula istifa dilekçemi verdim. Kasım'da askere gidiyorum, en azından şimdilik böyle görünüyor mevzular. İşe geri dönmeyeceğim, böylesi daha iyi olacak. Şimdi neler mi olacak? 

Yazın biraz işler var burada, memlekette. Gidip geleceğiz büyük ihtimal. Beşinci yılımdan sonra çalışmaya ara vermek benim için kolay olacak mı bilemiyorum. Çalışmayı seviyorum. Sanırım Haziran'da okulların kapanması ile birlikte güzel ve uzun bir tatil yapacağım. Her ne kadar sigortasız ve işsiz olsam da iyi gelecek bana. Beş yılın yorgunluğu birkaç ayda gidecektir eminim. 

Askerlik nasıl geçecek hiçbir fikrim yok, askerden dönünce nerede nasıl iş bulacağım bu konuda da bir fikrim yok. İstanbul'da mı kalacağız yoksa başka bir memlekete mi taşınacağız bunu da bilmiyorum. Ne çok bilinmeyen var öyle değil mi? Enteresan lakin bunların hiçbirinden korkmuyorum. Parasız kalmak, işsiz kalmak, güvencesiz kalmak, öyle ortada kalmak... Korkmuyorum, cidden. 

Belirsizlikler de iyi geliyor bazen insana, bugüne kadar her şey nasıl yoluna girdiyse öyle yoluna girecektir. Bugüne kadar her şey nasıl kötü gittiyse o kadar kötü gidecektir. Güneş de bizim ay da, gündüz de bizim gece de. 

Yazın bol bol yazarım buralara, yani yapacak bir iş yok. Kitaplar okurum yine, beş yıl sonra ilk kez işsiz işsiz dolaşırım İstanbul sokaklarında. Şöyle bağımız bahçemiz olsaydı keşke küçük bir yerlerde, yerleşseydim içine. Ekip biçmeyi öğrenseydim. İçimdeki daim kaçma isteği nereye götürecek beni? Ben de bilmiyorum. 

Gelin bakalım bilinmezler, sarın dört bir yanımı. Bu hengameden çıkacağız ya bir şekilde, gelin gösterin yaşayalım uyuyalım uyanalım. Sağlıcakla kalalım. 

Yarım

Ağam, bizim hanım yazmalar işler güllü allı. Basmaları var bahar dalları, marifetlidir. Eli her işe yaraşır ya, bir gün görmedi garibim. Sesi soluğu çıkmaz, bağ bahçe işi diye erinmez güneş batana dek. Derler toplar, siler süpürür. Elimde biraz para olsa da gitsem diyorum şu şehir yerine. Çoluğu çocuğu toplayıp, gücüm yetmez ki tek başıma. Ocak bir yere kadar yanıyor, gerisi daim zorluk. Diyorum ki biraz borç para versen, bizim Hüseyin'in emmisi varmış. Gidince bana yer yurt sağlayacak inşallah, kavilleştik ya beri koymaz beni. Hani elimde az buçuk bir şeyler olsa, utanırım ya demeye. Yine de diyeceğim diye geldim sana, atasın bizi yarı yolda komazsın he mi?

8 Mart 2018 Perşembe

Günaşığı


Bugün oldukça yağmurlu bir İstanbul sabahında, Kadıköy sokaklarında gezerken Ahmet Ali Arslan'ın yeni albümü "Günaşığı"na rastladım. Ne güzel bir mutluluk oldu benim için, eve gelir gelmez önce albüm kartonetine uzun uzun baktım. Sonra bir türk kahvesi elbette, cama düşen yağmur damlalarını izleyerek doya doya dinledim.
Bitti, baştan dünledim. "Rüya bitti, biz uyandık."
Gönlüne sağlık Ahmet Ali.

6 Mart 2018 Salı

Gurbet Kuşları

Orhan Kemal'in Gurbet Kuşlarını okuyorum şu sıra. Bizden bir şeyler okumaya ihtiyacım var, kaosun hakim sürdüğü bu şehirde gurbet kuşlarının samimiyetine ihtiyaç duyuyorum. İstanbul'a geldiğimden beri en çok ihtiyaç duyduğum şey bu belki de. 

Uzun süredir evden dışarı çıkmıyorum. Haftada bir, bazen hiç. İşten eve geliyorum, okuyorum bol bol. Çok sevdiğim tarihi yarımadaya dahi gitmiyorum. Çalışmak zaten ayrı hengame, İstanbul'un derdi tasası yetmiyormuş gibi.

Her gün beton görmekten, gökdelen görmekten bıkıp usandım. Birbirine sıkışık dairelerden güneşi bile göremiyorsunuz doğru düzgün. Tek avuntum oturduğum muhitin İstanbul'un içinde olmaması. Ben üniversitede öğrenciyken Kadıköy bu kadar kalabalık değildi mesela. Artık iğne atsanız yere düşmüyor. Her dışarı çıktığımda düşünüyorum, bunca insan ne yapıyor sokaklarda? Füruzan'ın "Gecenin Öteki Yüzü" adlı öyküsünden uyarlanan mini dizide Zuhal Olcay kızı ile birlikte bir daire tutmuştu kendine. Yanılmıyorsam Yeldeğirmeni taraflarındaydı. Aklıma hep o sahneler geliyor, gece yüzünü öteye çevirdiğinde gündüzün örttüğü insanlar ve yaşamlar beliriyor Kadıköy sokaklarında. Böyle zamanlarda hemen eve kaçasım geliyor. Kaçıyorum da. Eve gelince derin bir nefes alıyorum. 

Kamu personeli sınavına hiç hazırlanmadım. Sınava girmiyorum da. Kafamda hazırlanmak gibi bir düşünce var. Özel sektörde çalışmak oldukça zor. Beşinci yılımdayım ve yoruldum. Herkes birbirini çiğnemek derdinde. Kimsenin de eğitim öğretimi umursadığı yok açıkçası. İyi eğitimli, yüksek lisanslı, birkaç dilli diye göklere çıkarılan öğretmenlerin aldıkları maaşlardan ve yaptıkları tatillerden başkaca dertleri yok. Hal böyle olunca bir türlü ait hissedemiyorum kendimi. Yanlış anlaşılmasın, bir öğretmen olarak ben de isterim şartlarımız çok iyi olsun. Lakin şu ana kadar kendini işine ve çocuklarına adayan bir öğretmene rastlamadım. Belki sınava hazırlanıp atansam benim için daha iyi olacak. Küçük bir kasabaya giderim, huzur içinde çocuklarımla birlikte olurum. 

Gurbet kuşları İstanbul'un her yerinde. Vapurlarda, tramvaylarda, ekmek aslanın ağzında. Bir milyoncular, erotik şoplar, sayısız betonlar ve giderek kaybolan insanlardan ibaret bir şehir. Soğuk yüzlü, maziye özlemli. 

Belki de yanlış bir zamanda geldim dünyaya. Vesikalı Yarim'de Sabiha'nın o meşhur sözleri gibi: "Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık."

Çok eskiden rastlaşacaktık İstanbul. 

2 Mart 2018 Cuma

İtiraz Edebilmeyi Öğrenmek

Son bir haftadır çalıştığım okulda gerilimli bir hava var. Elbette bu gerilimin sebeplerinden biri de benim. Üç yıldır herkesi ve eğitim ortamının işleyişini anlayışla karşılamaya çalışıyorum. Ciddi bir emek veriyorum kendimce, uykusuz kaldığım pek çok gün oluyor. Bunun yanında bugüne değin hiçbir çalışma arkadaşımı kırıp incitmişliğim yok. Fakat işleyiş ile ilgili kendi fikirlerimi söylemeye başladığımdan beri tepki çekiyorum. İnsanların sevgileri itaatiniz ile doğru orantılı olarak değişiyor. Yani itiraz etmeden çalışmaya devam ederseniz sizden iyisi yok, biraz sesiniz çıkmaya başladığında ise gerilim yaratmakla suçlanıyorsunuz. Oysa kendi fikirlerimi söyleyebilmek, çalıştığım ortam adına en doğal hakkım. İş yerlerinde idareciler tarafından çalışanlara daha fazla özgürlük alanı verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Esasen bu, birilerinin vermek zorunda olduğu bir şey de olmamalı. Doğal olarak bu özgürlük alanı olmalı zaten. Yoksa başarıdan ve üretimden bahsedemiyoruz ne yazık ki. 

Bir "eğitimci" olarak söylemek istediğim bazı şeyler var, itiraz edebilmeyi öğrenmek konusunda. Eğitimci tanımını bilerek tırnak içine aldım, ne yazık ki günümüzde herkes eğitimci, herkes bir şekilde öğretmen oluyor. Bunların dışında tek tip bir eğitim anlayışından bahsetmek oldukça yersiz. Her çocuğun özel, kendine özgü olduğunu düşündüğümüzde ülke olarak ne yazık ki uzun yıllardır tek tip eğitim ile başarılı olamıyoruz. Çocukların öğretmenlerinin fikirlerini, bilgilerinin hepsini doğrudan kabul etmesi hatalı. Çocuklarımızda ve genel olarak insanlarımızda itiraz edebilme yetisi yok. Bunun altında bazı kaygıların yattığını düşünüyorum. Örneğin, iş kaygınız varsa itiraz edemiyorsunuz. Not kaygınız varsa itiraz edemiyorsunuz. Ve buna benzer pek çok kaygı örnek verilebilir.  

İtiraz etmekten kastım her şeye itiraz etmek değil. İtirazın bir gerekçesi olmalı, çocuklar özgürce, uygun ortam ve koşullarda yine uygun üsluplarda fikirlerini beyan edebilmeliler. Aynı şekilde yetişkinler de öyle. Önemli olan ortak bir noktada da buluşmak değil. Kimse ile, çocuklar ile de ortak bir noktada buluşmak zorunda değiliz. Yalnızca birbirimizden farklı fikirlerimizin olduğunu kanıksamalıyız. İletişim de burada başlamıyor mu zaten? 

Eğitim sisteminde yapılandırmacı yaklaşımdan bolca bahsederiz. Tezimi yazarken de bahsetmiştim. Bunun yanında eleştirel düşünce de bizim olmazsa olmazımızdır. Lakin bunların hepsi müfredatlara sıkışıp kalmış enstantaneler. 

Her "şu şöyledir" diyenin dediğini onaylamak ve yapmak durumunda değiliz. İtiraz ettiğiniz takdirde kendi fikirlerinizi beyan etmiş oluyorsunuz. Üstelik benim eğitim anlayışım, eğitime bakış açım herkes gibi olmayabilir. 

Anne babalar çocuklarını yetiştirirken, öğretmenler de çocukları eğitirken "itiraz edebilme" kısmına dikkat etmeliler kanımca. Yıllar yıllar geçmiş olduğu halde üretebildiğimiz, geleceğimiz olarak baktığımız nesil yani bizler ortadayız. O zaman bir yerlerde yanlış bir şeyler var öyle değil mi? 

1 Mart 2018 Perşembe

Karın Tokluğu

Hikayelerimiz var bu şehirde, kolay mı öyle tası tarağı toplayıp gitmek. Didinip durmak boşuna mı söylesene? Kim alır beni başkası yerine. Ederi nedir hepimizi toplasan? Köprü üstü evimiz, minareler suyun altında. Balıkların renkleri belli belirsiz, kimin kudreti kime yetmiş? Alırsın eline sazını, dolaşırsın diyarları. Bir fırından sıcak ekmek buldun mu, yetişir umut peşin sıra. Karın tokluğu dedikleri, ahiretin ta kendisi değil mi? 

Yılanı Öldürseler

"Dört kişi öldürüp de gece gündüz namaz kılan hapisteki o Ağayı anımsadık. İnsanlık dışı Lütfiyi anımsadık... Çukurova insanları gittikçe zalim, kötü, sevgisiz oluyorlarmış... Dost diyecek hiç dost kalmamış. Herkes herkesin gözünü oyuyormuş, beş kuruşa insan babasını öldürürmüş. Kendisi o kadar insan içine girmiyormuş. Baharda portakal çiçekleri öyle bir kokarmış ki kokularından insan sarhoş olurmuş..."

Yaşar Kemal

Mart Kitapları

Geçtiğimiz iki ay boyunca Rus edebiyatının klasik metinlerini okudum. Epey keyif aldığımı söylemem gerekir. Bir yandan da Rus tarihi çalışmak istiyordum lakin bu konuda pek muvaffak olamadım. Rus tarihi biraz daha bekleyecek sanırım. 

Mart ayı gelmişken kendime Türk edebiyatı seçkisi oluşturmak istedim. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Necati Cumalı, Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halid Karay ve Kemal Tahir metinlerinin bir kısmını okumak niyetindeyim. 

Uzun yıllardır Batı edebiyatı yani çeviri edebiyat ile besleniyorum. Bu geleneği birkaç ay önce Sait Faik ile bozmuştum. Geçen yıl ise Füruzan, Vüsat O. Bener, Bilge Karasu, Tomris Uyar ve Yusuf Atılgan ile seyreden bir okuma serüvenim oldu. Akabinde Oğuz Atay, Şule Gürbüz, Hasan Ali Toptaş ve Sevgi Soysal geldi. 

Edebi metinlerin yanında şu sıralar yine insan ruhuna merak saldığım için yeni keşiflerde bulundum. İtalyan psikiyatrist ve öğretmen Borgna'nın Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan "Ruhun Yalnızlığı" ve "Bekleyiş ve Umut" adlı eserlerini aldım. Bölüm bölüm onları da okumaktayım. Belki başka bir yazıda bu kitapları ayrı ayrı tanıtırım. 

Bugün de yine Yapı Kredi Yayınlarından çıkan, Claude Levi Strauss'un "Hüzünlü Dönenceler" isimli metnini aldım. Ercan Kesal bir video röportajında tavsiye etmişti bu metni. İlk kez antropolojiye giriş yapmış olacağım. 

Bir hafta-on gün kadar süren nekahet döneminden sonra tekrar okumaya başlıyorum. Diğer türlüsü bana hiç mi hiç iyi gelmiyor zira. O vakit Mart okumalarım başlasın efendim.