6 Mart 2018 Salı

Gurbet Kuşları

Orhan Kemal'in Gurbet Kuşlarını okuyorum şu sıra. Bizden bir şeyler okumaya ihtiyacım var, kaosun hakim sürdüğü bu şehirde gurbet kuşlarının samimiyetine ihtiyaç duyuyorum. İstanbul'a geldiğimden beri en çok ihtiyaç duyduğum şey bu belki de. 

Uzun süredir evden dışarı çıkmıyorum. Haftada bir, bazen hiç. İşten eve geliyorum, okuyorum bol bol. Çok sevdiğim tarihi yarımadaya dahi gitmiyorum. Çalışmak zaten ayrı hengame, İstanbul'un derdi tasası yetmiyormuş gibi.

Her gün beton görmekten, gökdelen görmekten bıkıp usandım. Birbirine sıkışık dairelerden güneşi bile göremiyorsunuz doğru düzgün. Tek avuntum oturduğum muhitin İstanbul'un içinde olmaması. Ben üniversitede öğrenciyken Kadıköy bu kadar kalabalık değildi mesela. Artık iğne atsanız yere düşmüyor. Her dışarı çıktığımda düşünüyorum, bunca insan ne yapıyor sokaklarda? Füruzan'ın "Gecenin Öteki Yüzü" adlı öyküsünden uyarlanan mini dizide Zuhal Olcay kızı ile birlikte bir daire tutmuştu kendine. Yanılmıyorsam Yeldeğirmeni taraflarındaydı. Aklıma hep o sahneler geliyor, gece yüzünü öteye çevirdiğinde gündüzün örttüğü insanlar ve yaşamlar beliriyor Kadıköy sokaklarında. Böyle zamanlarda hemen eve kaçasım geliyor. Kaçıyorum da. Eve gelince derin bir nefes alıyorum. 

Kamu personeli sınavına hiç hazırlanmadım. Sınava girmiyorum da. Kafamda hazırlanmak gibi bir düşünce var. Özel sektörde çalışmak oldukça zor. Beşinci yılımdayım ve yoruldum. Herkes birbirini çiğnemek derdinde. Kimsenin de eğitim öğretimi umursadığı yok açıkçası. İyi eğitimli, yüksek lisanslı, birkaç dilli diye göklere çıkarılan öğretmenlerin aldıkları maaşlardan ve yaptıkları tatillerden başkaca dertleri yok. Hal böyle olunca bir türlü ait hissedemiyorum kendimi. Yanlış anlaşılmasın, bir öğretmen olarak ben de isterim şartlarımız çok iyi olsun. Lakin şu ana kadar kendini işine ve çocuklarına adayan bir öğretmene rastlamadım. Belki sınava hazırlanıp atansam benim için daha iyi olacak. Küçük bir kasabaya giderim, huzur içinde çocuklarımla birlikte olurum. 

Gurbet kuşları İstanbul'un her yerinde. Vapurlarda, tramvaylarda, ekmek aslanın ağzında. Bir milyoncular, erotik şoplar, sayısız betonlar ve giderek kaybolan insanlardan ibaret bir şehir. Soğuk yüzlü, maziye özlemli. 

Belki de yanlış bir zamanda geldim dünyaya. Vesikalı Yarim'de Sabiha'nın o meşhur sözleri gibi: "Sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık."

Çok eskiden rastlaşacaktık İstanbul. 

2 yorum:

Dr.eamer dedi ki...

Öğrencilik yıllarımda sık sık kaçardım İstanbul’a bir nefes bir tazelik bir huzurdu benim için. İki gün önce eski bir arkadaşımla Kadıköy’de oturduk ve bunları konuştuk gerçekten böyle kalabalık değildi bu muhit. İnsanların karşının kalabalığından kaçıp geldiği tüm semtlerde artık insanlar birbirine çarpa çarpa yürüyor! Herkes tahammülsüz,herkes huzursuz,herkes kaçacak delik arıyor. O güneş girmeyen odalarımıza bir kabuk gibi sığınıyoruz. Hala sevmeye çalışıyorum hala vazgeçmemeye,dostların akrabaların “vazgeçmeli buralardan” telkinlerini duymamazlıktan gelmeye çalışıyorum; ama eski Yarımadanın bile tadı yok artık gerçekten. Hiçbir meslekte -ne yzık ki kendim de dahil- idealizm,aldığımız kararlar,kendimize verdiğimiz sözler kalıcı olmuyor.çevrenin yozlaşmışlığı sebebiyle ideallerini sürdürebilmek,bozulmadan kalmak neredeyse imkansız.. Gelecek neyi gösterir nerede alırız soluğu hiç bilmiyorum sevgili Beyaz ama buaralar ben de sık sık kendime aynı cümleyi kuruyorum “eski ben olacaktım ve eskiden karşılaşacaktık İstanbul”

Beyaz Çiklet dedi ki...

Dr. eamer ;)

Çok güzel anlatmışsın, defalarca okudum yazdıklarını. Giderek mapusa dönen bir şehir, belki de böyle hissetmemiz bizim kırılganlığımızdandır. Olana biten kırılmak, sesimizi yalnızca kendimize duyurabilmektendir. Olan biten yürüyor, sürgit hayat buralarda. Feraha çıkmak için dilekler dilemekten, kendimizden vazgeçmemekten başka hal çare görünmüyor gibi. Bir umut işte, hep umut insanın içinde.