4 Aralık 2020 Cuma

Budala

Dostoyevski yolculuğunda üçüncü durağım "Budala" oldu. Bu metinde "Karamazov Kardeşler" ile "Cinler" adlı metinlerden daha farklı bir atmosfer var. Dostoyevski, Budala'da saf, katışıksız ve olduğu gibi temiz bir karakter yaratmak istemiş. Hakikaten de Prens Mışkin böyle biri. Gerçek hayatta bir Prens Mışkin tanıyabileceğimizi zannetmiyorum, ya da şu ana kadar benim karşıma böyle biri çıkmamış olabilir. 

İnsanlar kendisini "budala" olarak adlandırsa da, o kendi varlığına asla ihanet etmez. Olduğu gibidir ve tekdüze de değildir. Duygusal olaylar karşısında ne yapacağını bilemese de epey zekidir. İsviçre'den Rusya'ya uzanan macerası boyunca, bir günde tanıdığı insanlarla şekillenen hayatı onu bambaşka bir yolculuğa sürükler. Bunun içinde bir aşk hikayesi de var; hatta yaptığım araştırmalarda okuyucular bu metindeki durumu büyük bir aşk olarak değerlendirmişler fakat bunun hatalı olduğunu düşünüyorum. Roman boyunca hiçbir şekilde gerçek, saf ve büyük bir aşktan söz etmek mümkün değil. Prens'in Filippovna'ya karşı hissettikleri bana kalırsa asla aşk değildir. Zaten metnin içinde kendisi de bunun bir acıma duygusundan kaynaklandığını itiraf eder. 

İlginçtir ki Dostoyevski'nin çoğu metninde muhakkak tutkuları ve saplantıları ile hareket eden bir karakter vardır. Karamazov Kardeşler'de Mitya'dır bu mesela. Budala'da ise bu karakter Rogojin'dir. Kendisini çözebilene aşk olsun. Metnin baş karakterlerinden biri sayılabilecek Aglaya Yepançin'den ise hiç hoşlanmadım. 

Budala'yı başarılı bulmakla birlikte bir Karamazov Kardeşler olmadığını söyleyebilirim. Prens Mışkin'in, edebiyat tarihinde belki de eşi benzeri olmayan bir karakter olması, metnin en ilgi çekici bulduğum yanı. 

Keşke diyorum, hayatımda Prens Mışkin gibi bir dost olsa. Sonra da diyorum ki, belki de olmaması daha iyidir. 

29 Kasım 2020 Pazar

Truth and Justice

Estonya'dan bir masal, bir sinema şöleni. Soğuk bir atmosfer, tarihte en sevdiğim yıllar olan 1800'ler. Muhteşem doğa manzaraları ile pek çok insanın hayat mücadelesi bir bütünlük oluşturmuş filmde. 

İzlekte, hayata dair her şeyi buldum desem abartmış olmam sanırım. Tıpkı bir Tolstoy romanı gibi, romanesk havası ile doğa manzaralarının uyumu filmin muhteşem bileşimini oluşturuyor. 

Sevgi, iş ve emekten sonra mı gelir? Bizi var eden doğaya borcumuz nedir, insanoğlunun kişisel evreni ile doğanın var olan gücü arasındaki savaşın galibi kimdir? Veyahut savaşta her zaman bir galip mi gereklidir? 

Kendimizi var ederken, insani duygulardan sıyrılmanın bizi koruduğunu ve çoğu zaman bir zayıflık olduğunu düşünüyoruz. Oysa filmde de aynen söylendiği gibi; aidiyet duygumuzu oluşturan toprak değil de sevgi. Ve sanırım bu filmin bilgesi genç yaşında hayatını kaybeden çiftliğin hanımı. 

Bunca hayat mücadelesinin içinde kendimizi var etmeye çalışırken yok oluyoruz. Sorunlu komşunun da söylediği gibi; hayat orak karşısında bir saman. Bir alev, bir basit eylem inşa ettiğimiz her şeyi yıkmaya, kesip biçmeye ve yok etmeye yetiyor. 

Uzun süredir bu kadar iyi bir film izlememiştim. Sade, açık, net ve bir o kadar da düşündürücü. Romanlarda ve sinemada, bir ömrü anlatan hikayeleri severim; bir karakterin yaşamı ya da bir hayatın izleri genelde bende farklı bir duygu oluşturur. 

Öyleyse doğruluk ve adalet nedir? Dünya kime doğrudur, kime adildir? Cevaplarını bilmediğimiz soruların peşinde koşmak bizi nereye götürür? Hayat nedir? 

Belki bir tutam cevap bulduk, belki de yine hiçbir şey anlamadan yolumuza devam ettik. Ta ki beklenen son gelene, ömür tamamlanana kadar. 

15 Kasım 2020 Pazar

Cinler

Karamazov Kardeşler'den sonra okuma yolculuğuma Cinler ile devam ettim. Dostoyevski'nin metinleri üzerine konuşmak, bir şeyler yazmak kolay değil. Bazı metinleri okuduktan sonra üzerine bir şeyler söylemek zordur, metin okurken size şahane bir edebi şölen yaşatır, siz de metin ile birlikte yaşar ve her şey bittikten sonra da metni yaşatmaya devam edersiniz. Dostoyevski sanıyorum ki böyle bir yazar. 

Dönem Rusya'sında epey kalabalık bir kurgu ekibi ile birlikte ilerler metin. Yer yer Rus insanı hakkında o bildiğimiz usta işi eleştirilerini sıralar Dostoyevski. Cinler'de, dahil olduğu örgütten ayrılmak isteyen bir gencin infazından yola çıkarak yeni bir kurgu yaratır yazarımız. Epey farklı karakterlerle dolu olan metnin bana kalırsa en ilginç kişisi Stavrogin'dir. Onun ruh halini anlamak, başarma arzusu ile olduğu yerde kalma isteği arasında gidip gelen o ince çizginin, hem haz hem de acı ile bütünleşmesi söz konusudur Stavrogin'de. Elinde var olan şeyler o kadar fazladır ki, usta işi bir maharetle hepsini yok etmeyi başarır. Kaldı ki, bu uğraşı içerisinde pek çok insanı da heba eder. Heba edilenler ise bir köşede yok olup gider fakat Stavrogin'in içindekiler yaşamaya devam eder. 

Taşralı olmak ile değişen Rusya'nın modern çehresine ayak uydurmak arasında gidip gelen karakterlerin iç hesaplaşmaları dikkat çekicidir. Politika ile yakından uzaktan ilgili olmayan fakat yaşadıkları dönemin siyasi koşulları içerisinde kendini var etmeye çalışan bir sürü metin kişisi çıkar karşımıza. Gerçekte var olmayan bir örgütten hayali bir gerçek yaratmışlar ve buna inanılmaz biçimde inanmışlardır. Politik aklın dönem Rusya'sı ile birleşmesi ile ortaya çıkan kurgu, bazı bölümlerinde insanı dehşete düşürür. Politik bir var oluş ile harekete geçen karakterlerin, içinde bulundukları taşrada kendilerine yarattıkları bir internasyonal vardır. Örgütlü olmak, çarı eleştirmek, sosyalizme meyletmek bir yana; karakterlerin metin boyunca sürdürdükleri bu düşünce dünyası sonunda bir genci öldürmeleri ile sonuçlanır. Bir zamanlar mağrur olduğunu düşündüğüm Şatov, bir anda maktul olur. 

Metnin farklı karakterlerinden biri de Kirillov'dur. İntihar düşüncesi üzerine kafa yoran, hiç olmak ve var olmak arasındaki düşünsel istekleri arasında Tanrı olma fikrini eyleme dönüştürmeye çalışan oldukça ilginç bir karakterdir. Metnin içinde dikkatimi çeken düşünceler hep Krillov'a aitti. 

Cinler, en iyi politik metinlerden biri olarak görülüyor. Lakin Cinler'i tek başına politik metin kategorisi içinde ele almak bana pek doğru gelmiyor. Dostoyevski'nin tüm metinleri az ya da çok politiktir. Zaten insan hayatı da olduğu gibi politiktir. Özellikle Stavrogin'in psikolojisi ile ilgili çıkarımlarla dolu olan bölümlerin büyüleyici olduğunu söyleyebilirim. Karamazov Kardeşler'in Smerdyakov'u ile Cinler'in Stavrogin'i arasında bazı bağlantılar keşfettim. Sanırım Stavrogin, şu ana kadar okuduğum metinler içinde en ilginç karakter oldu. 

Dostoyevski, yaşadığı çağı anlayabilme ve anlatabilme yetisine sahip bir yazar. Düşünsel açmazları bazı kurgularında karışık bir atmosfer yaratsa da, bütüncül bir bakış açısı ile değerlendirdiğimizde; onun gibi başka bir yazar daha okumadığımı söyleyebilirim. Her gün bir şekilde ritmini bozduğumuz ve yeniden yoluna koymaya çalıştığımız kişisel hayatlarımız, az ya da çok politize edilmiş durumda. Bize de kendi hayatlarımızı oturup değerlendirmek, ele alıp var olmaya çabalamak kalıyor. Olmak ile var olmak arasında bir fark olmalı. 

17 Ekim 2020 Cumartesi

Karamazov Kardeşler

Bugün, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler isimli metnini bitirdim. Yaklaşık iki haftalık bir yolculuk oldu benim için. İletişim Yayınlarından, Ergin Altay çevirisi ile okudum. 

Bir baba ile üç oğlu arasındaki ilişkileri anlatsa da, metin sanırım başlı başına hayatın tam da kendisi. Kurt Vonnegut bu metin için şöyle demiş: "Hayatta öğrenmek istediğiniz ne varsa hepsini Karamazov Kardeşler'de bulursunuz."

Bana kalırsa Fyodor Pavloviç'in üç oğlu hayatta boğuştuğumuz üç temel yönü yansıtıyor: Büyük oğul Mitya için tutku ve şehvet, ortanca oğul Ivan için akıl ve mantık, küçük oğul Alyoşa içinse masumiyet ve iyilik diyeceğim. Yalnızca meta ile var olabilen fakat bana kalırsa oldukça da zeki bir adam olan Fyodor Pavloviç'in yaşamı, kendisinin hiç de beklemediği bir son ile bitiyor. Babanın hayatının bittiği yerde, oğulları kendilerini var etme savaşı veriyor. Mitya, babası ile girmiş olduğu rekabetin sonucunda talihsiz bir vaziyetin içine düşüyor. İnsanoğlunun içindeki tutkuyu ve şehveti yansıtan büyük oğul, aynı zamanda hukuksuzluğun girdabında boğuluyor. Metin boyunca Mitya'nın karakterinde beni kendine çeken bir şeyler bulamadım lakin yaşadıklarından çok etkilendim. 

Metindeki favori karakterlerimden biri Ivan oldu, bazı açılardan onu kendime benzettim. Soğuk ve mesafeli bir yapısı olan Ivan, kendi düşüncelerine ve zihnine sıkı sıkıya bağlı. Çağın masumiyetini temsil eden iyi kalpli küçük oğlan Alyoşa ise; henüz tam yolunu bulamamış masum bir melek. Onu da bazı açılardan kendime benzettim. 

Üç kardeşin babalarını tanımaları ve babalarını kaybetmeleri arasında geçen uzun süre boyunca satırların çoğunu büyük bir merakla okudum. Dostoyevski'nin kalemine diyecek hiçbir sözüm yok, Rusya; topraklarında böyle bir kalem yetiştiği için çok şanslı. 

Metnin en ilginç karakteri ise Smerdyakov'du bana göre. Kişiliği, yapısı ve kendi olma çabası ilk etapta dikkat çekmese bile, metnin kilit karakteri olmayı başarıyor. Metindeki en zeki fakat en duygusuz karakterin de o olduğunu söyleyebilirim. Yaşamın onu savurduğu noktada, sanki çocukluğunun intikamını alıp bu dünyadan çekip gidiyor. Hem ürkek hem de cesur bir karakter. İnsan; geçmişi muamma olunca geleceği daha hızlı görmek istiyor. Zihninden geçenleri tam olarak anlamak mümkün değil; duymuyor duyumsuyor. 

Metin yalnızca baba ve oğulları arasında ilerlemiyor; Rus ülküsü, toplum yapısı, tarihi, sosyalizm, din ve dünya işleri üzerine öyle bölümler var ki; insan gerçekten okurken hayret ediyor. Özellikle "büyük engizisyoncu" ve "mahkeme" bölümlerinde soluğum kesildi. En çok hüzünlendiğim yer de İlyuşacığın hayatı oldu. 

Bir metin okursunuz ve metin sizi sağaltıp dönüştürür, elbet her metin yapamaz bunu. İnsan değişmez fakat kulağına bir parça öykü çalınır. Siz de kendi öykünüzle okuduğunuzu birleştirip yol alırsınız. Böylesine bir metni açıklayabilmek, üstüne laf da söylemek hiç haddime değil. Zaten genel olarak bunu başaramadım okuduğunuz üzere. Son olarak şunu söylemek isterim; bu metni okumadan hayattaki yolculuğunuzu tamamlamayın. Belki yolculuk bitince masum İlyuşacık ile karşılarız bir yerlerde. 

16 Ekim 2020 Cuma

13 Ekim'e Bir Not

13 Ekim, doğduğum gün. Babamın; annem ile beni bir doğum hastanesine bırakıp terk ettiği gün. Acı ile dünyaya gelmek ile neşe ile dünyaya gelmek arasında bir fark olmalı. İnsanı yok eden ve insanı yeniden var eden bir fark. Hep bu hikaye ile büyüdüm, çocukluğumda arkadaşlarım hep babamın nerede olduğunu sorarlardı; doğru düzgün bir cevap veremezdim 'yaşıyor' derdim, 'yaşıyor, gelecek elbette bir gün...

Gelmedi, annemle birlikte büyüdüm. Neler olup bittiğini ancak büyüyünce fark edebildim. Hayatın eğrisinin doğrusunun olduğuna inanmam; bizi var edenin yalnızca hikayeler olduğunu düşünüyorum. Bir de acı. Acı ile büyümek, acının olduğunu bilerek var olmaya devam etmek bence yaşayabilmenin kendisi.

Yirmi dokuz yaşına girdiğim şu günlerde, geriye dönüp baktığımda hep bir yaşam mücadelesi olduğunu görüyorum. Şimdi beni ben yapan, ismime yeni anlamlar yükleyen, biriktirdiğim hikayelerim ile sadece ben. 

Birbirimizin acısını anlayabilmemiz mümkün değil; var oluşumuz bunu olanaklı kılmamış. O yüzden insanların; "seni çok iyi anlıyorum" gibi saçma sözlerine asla inanmadım. Karşıma bazı insanlar çıktı, inanmak istedim, hayal kırıklığına uğradım. Herkesin kendi ile meşgul olduğu, kendine yonttuğu, kendi ile derdi olduğu bu dünyaya çok kırgınım. İçimde olup bitenler, beni yıllar içinde insanlardan uzaklaştırdı. Duygularımı da kendime sakladığım için, hep geri adım attım. Şu son birkaç yılda; çok fazla insan beni sevdiğini söyledi, ellerimden tutmak istedi. İnancım öylesine köreldi ki, yalnızlıklarını devşirmek isteyen, kendi ölümcül yalnızlıkları ile kendilerini var edemeyen bu insanlardan hep kaçtım. 

Annemin ölümcül bir rahatsızlığa yakalandığı altı yıl önce, o gece, hastaneye adım attığımda iki yıl boyunca hastaneden çıkamayacağımızı bilmiyordum. Bir baktım ki bir başımayım. Yüklenmem gereken kocaman bir sorumluluk var, üstelik çok da belirsiz bir süreç. Bir gece yarısı yoğun bakımın lavabosuna girdim usulca. Kimsecikler yoktu, aynaya bakıp uzunca bir süre ağladım. İnsanın kendisi ve gerçek ile baş başa kalması ne demek o an farkına vardım. Ağlayan gözlemlerimle kendime bir söz verdim; bir başına da başarabilir, anneni kurtarabilirsin. Derslere devam etmeye başladığım dönemde öğrencilerimin yaşları gereği durumumu anlaması mümkün değildi. Derslerimi işleyip on dakikalık arada lavabolarda ağlayıp hiçbir şey olmamış gibi devam ederdim. Şimdi, geriye dönüp baktığımda ne ara yirmi dokuzuna basmış bir adam oldum, anlam vermeye çalışıyorum. 

Bazı hikayelerimiz var, bizi biz yapan, acılarımız çok değerli. Hala kendi başına ayakları üzerinde durmaya çalışan ve artık güçlü de bir adamım. İnsanın başkasının derdini anlaması mümkün değil, duygularınız da, dertleriniz de sizinle birlikte kendilerini var edip bir müddet sonra yok oluyorlar. 

Hayatı toz pembe yaşayan insanlardan çok açık bir şekilde hoşlanmıyorum, çünkü hayat böyle değil. Üstelik hayatımın beş yılını böyle bir insan ile geçirdim. Ne acı...

Şimdi kendimle, acılarımla, buruk tebessümüm ile huzurlu bir adamım. Otuza bir kala, yirmilere henüz veda etmeden; kendim için sessizliğimi ve sakinliğimi korumaya devam edebildiğim bir dünya diliyorum. İnsanın kendini anlatması zordur ya, içimde tarif edemediğim iyi bir adam var. Hoş geldin yirmi dokuz, olduğum "beni" yarattığın için minnettarım sana.

9 Ekim 2020 Cuma

Satantango

Satantango yani şeytanın tangosu, bir başlangıçtan ve hiç bitmeyen bir sondan ibaret gözümde. Bela Tarr, dünya sinemasının en büyük hazinelerinden gözümde. Çocuktan yetişkine, doğadan varlığa, olmaktan yokluğa kadar betimleyemediğimiz, anlam veremediğimiz ne varsa Satantango'da bulmak mümkün. Aforizmalar çıkarmayacağım ya da buna benzer yorumlarda bulunmayacağım. Lakin başlı başına, bir hissin, bir çok hissin kesiştiği bir an sunuyor bu film. Hiç bitmeyen, insanı olduğu gibi anlatan, zaafları, umutları ve beklentileri birleştirirken; insanın hem acziyetini hem de nasıl da fütursuzca var olabildiğini sergiliyor kanımca. Çelişkili duyguları severim, bir yere varmaktan çok daha iyi ve doğru gelirler bana. Satantango ise çelişkilerle dolu, üstelik bir dengenin üzerinde.

İrimias ve Petrina, gelmelerini beklediğimiz mucizeleri temsil ediyorlar bana göre. Mucize geliyor gelmesine ya, hiçbir mucize beklendiği gibi olmuyor hayatta. Mucizeye inanmak ve gerçeği var kılmak arasındaki amansız uçurum, insanı oracıkta olduğu gibi bırakıyor. Mucize arıyorlar, zenginlik arıyorlar, yollara düşüyorlar, birleşseler mi yoksa ayrılsalar mı bilemiyorlar, ihanet etmek istiyorlar, akıllarından türlü türlü fenalıklar geçiyor, sonunda tüm ikiyüzlülükleri ile bir araya geliyorlar, insan ortak olmayı hiç başaramıyor, yalnızca hayal ediyor, o da sanırım sırf kendi rahatı için. 

Bir kurtarıcı düşlüyorlar, çünkü özgürlük istemiyorlar, özgürlükten korkuyorlar, onun yerine biraz parayı, biraz da karınlarını doyuracak ekmeği tercih ediyorlar. Pencere kenarlarında, tarlalarda, yol kenarlarında, fırtınanın içinde, yağmura bulanmış, elleri cebinde, biraz para biriktireceğim diye, biraz daha fazlası olacak diye, para ağacına inanan, içinde her koşulda bir inanç taşıyan, inanç devşiren, olduğu gibi insanoğlu. Hep başlarında onları yöneten biri olsun istiyorlar, özgürlük demek dert demek.  

Satantango üzerine söylenecek çok söz var elbet, yedi küsür saatin sonunda insan uzunca bir süre düşünme ihtiyacı duyuyor. Sanırım bu film, hayatın kendisini anlatıyor. Olduğu gibi, hükümsüz ve bir başına. 

4 Ekim 2020 Pazar

Fourth of July

Sufjan Stevens ile "Call Me by Your Name" isimli filmi izledikten sonra tanışmıştım. Sonra diğer albümlerini dinledim, kendisinde naif, insanın içine sıcaklık ile hüzün dolduran bir şeyler var. Bir şarkısı var ki, sanırım dünyada benim için en hüzünlü parça. Her dinlediğimde içimde bir şeyler sıkışıyor. "Fourth of July" hem tınısı hem de özellikle şarkı sözleri ile çok etkileyici bir bütünlük yakalamış. Sufjan Stevens'ın annesi ile olan ilişkisini anlatıyor şarkı; bir yandan da annesinin ölümünün ardından yakılmış bir ağıt. Belki de annemle büyüdüğüm için beni bu kadar çok etkiliyor her seferinde. 

"Birlikte aya bakalım mı benim küçük dalgıç kuşum?

Neden ağlıyorsun? 

Hayatını dolu dolu yaşa, hala yaşanabilirken, hala aydınlıkken 

Hepimiz öleceğiz..."

26 Eylül 2020 Cumartesi

Alexis

Dışarıda öyle güzel bir lodos var ki, bir müddet oturup geceyi izledim. Evlerden yansıyan sarı ışıklar, günün yorgunluğu ve gecenin belirsizliği ile evlerine sığınmış yorgun insanlar. Elimde yine Marquerite Yourcenar'ın Alexis Ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı adlı metni var. Diyor ki bir yerinde; "kelimeleri o kadar çok kişi kullanıyor ki Monique, artık kimseye uygun düşmüyorlar". Dünyanın en dokunaklı vedasına sahiptir nazarımda bu metin. Uzun bir mektup olmasına rağmen; Alexis'in naif itirafları sarıp sarmalar her seferinde beni. İtiraf etmeliyim ki, tarifsiz bir hüzün de verir. İnsanın açmazları ne kadar acı, bir o kadar da kıymetli. 

Hayatım boyunca taraf seçmekten çekindim, ille de bir tarafta yer almak gerektiğinde hep kendi tarafımda yer almayı seçtim. Benliğime ulaşmaya çalışırken aslında beyhude bir çabanın içinde olduğumun farkında değildim. Belki de hala farkında değilim tam olarak; kendimi eğitmem gereken konular ile kendimi serbest bırakmam gereken konular arasında bocalayıp duruyorum. Kendimize dair ne kadar az şey biliyoruz; oysa her konuşmamızda ne kadar çok şey bildiğimize dair tasarrufsuz sözcükler kullanıyoruz. Dilin, çoğu zaman hisleri aktarmakta yetersiz olduğunu düşünürdüm; Yourcenar da öyle düşünüyormuş. Bir şeyleri yazıya dökmek ile yazıdan anlam çıkarmak arasındaki mücadelem, sanırım tam olarak beni yansıtıyor. Başlığın altında yer alan henüz yirmisine bile girmemiş gencin söylediği "ne orada ne de burada" ifadesinden anladığım ise; zaman içinde pek de değişmediğim. 

Zamanı çizgisel olarak değil de sarmal olarak algılamaya başladığımdan beri; dönüp dolaşıp aynı yere geldiğimiz kanaatindeyim. Olmaya çalışmak yerine var olmak sanırım benim için en doğrusu. Bir türlü gerçekleştiremediğim şey de buyken üstelik. Belki de tamamen bırakmak, kendimden vazgeçmeden zamanın beni alıp götürmesini istemekteyim, ama sürüklenmeden. 

13 Eylül 2020 Pazar

Gustave Flaubert: Madame Bovary

Elimde şu an, Hasan Ali Yücel klasikler dizisinden Madame Bovary var. Fransızca aslından Nurullah Ataç ve Sabri Esat Siyavuşgil tarafından çevrilmiş. Hazır, romanı yeni bitirmişken, kokusu burnuma kadar gelen taze bir ıhlamur kaynattım ve metin hakkında birkaç kelam etmek için buraya geldim. 

Dönemi için oldukça cesur ve çarpıcı bir metin olduğunu söylemem gerekir. Ahlak anlayışını sorgulayan bu metinde, Flaubert'in olabildiğince objektif davrandığını söyleyebilirim. Yer yer, içten içte Madame Bovary'i suçlu bulduğunu hissetsem de, okurlarına bunu elverdiğince sezdirmemeye çalışmış. Madame ise çok geniş çaplı bir incelemenin konusu olmalı kesinlikle. Özellikle günümüzde dahi tabu konular arasında yer alan yasak aşk ve kadın cinselliğinin, var oluşunun; 1850'li yıllardaki tezahürü var karşımızda. O dönemi değerlendirebilmek için, elbet Fransız tarihine de aşina olmak gerekli. 

Madame Bovary'i pek çokları pek çok açıdan suçlu bulmuş olabilir, okurlar hüküm vermek kısmında genel ahlak anlayışı çerçevesinde ona karşı bir hin beslemiş dahi olabilir. Fakat bir kadın düşünün, genç bir kadın, hayatı seven, hareketli ve içinde sonsuz bir yaşam enerjisi taşıyan bir kadın. Taşrada yaşamış, etrafında hep belirli hadiseler cereyan etmiş ve rutinin dışına çıkamamış bir kadın. Bir evlilik, bir çocuk ve oldukça iyi ve saf yaradılışlı bir koca. Elbette burada kocası Charles'ın durumu bambaşka bir boyut kazanıyor. Eşinden hiç şüphe etmiyor, ona sonsuz güveniyor, onun her hareketinde bir güzellik buluyor ve onun her istediğini yerine getirmeye çalışıyor. Bu öykü kimin öyküsü diye sorduğumuzda sanıyorum Charles'ın öyküsü demek daha doğru olacak. 

Madam Bovary'nin ruhu taşraya sıkışmış, Yonville'in rutin ve de değişmez ruhundan kaçıp kentin her saniye değişen, türlü hadiselerle dolu, renkli dünyasına adım atmak istiyor. Metin boyunca kendisine hiç kızamadım, hak da vermedim. Hepimiz bu sıkışmışlığı yaşamıyor muyuz? Bir türlü kendimizden ve seçimlerimizden emin olamıyoruz, bizi saran türlü ruh hallerinin içinden bazen öyle bir kasvet yükseliyor ki; Madame Bovary'nin hissettiği o sıkışmışlıkta buluyoruz kendimizi. Üstelik sevgi bir kereye mahsus mudur diye soruyor insan? Daha fazlasını istemek zayıf bir karakter belirtisi midir? Yoksa bazılarımız buna doğuştan mı meyyaldir? 

Aslında bu bir haklı haksız tartışması değil, etik bir tarafı ise asla yok bana kalırsa. Yargı dağıtmaya pek hevesli tavrımızın, Madame Bovary'e bol bol yargı dağıtması olasıdır. Ölmeden önce şöyle diyor:

"Ölüm de pek önemli değilmiş. Uyuyacağım ve her şey bitecek." 

Büyük bir hız içinde yaşadığı hayattan büyük bir hız ile ayrıldı. Belki de hiçbir şeyden pişman olmadı. 

Belki de kadını anlamaya Madame Bovary'i anlamakla başlayabiliriz, ilk etapta kulağa oldukça cüretkar geliyor. Fakat neden olmasın? Her birimizin ahlak anlayışı bizi Madame Bovary karşısında bir araya getirebilir hatta belki de uzlaştırabilir, hatta belki de bize set çeken o ahlak anlayışını yok edebilir. Birilerini yargılamak çok kolaydır, yaşamak ise zor. Madame Bovary'i ise yaşamayı seçti. Genç yaşında ölmesine rağmen. 

Son olarak, Charles'in son bölümde Rodolphe ile karşılaşmasında hissettikleri beni çok etkiledi. Çok sevdiği karısı Emma'ya kızmak yerine; karısının aşık olduğu adamın yerinde olmak istedi. Bunu tarif etmesi çok zor; katışıksız bir sevgiye rastlıyoruz belki burada. Üstelik sevmenin bir eğrisi doğrusu yok iken. Bence metnin en etkileyici bölümüydü. 

Bu güzel öykü için Flaubert'i minnetle anıyorum. Edebiyata bıraktığı bu metin, eminim ki daimi olarak yaşamaya devam edecek. 

1 Eylül 2020 Salı

Friedrich Seidel: Sultanın Zindanında (Osmanlı İmparatorluğu'na Gönderilen Bir Elçilik Heyetinin İbret Verici Öyküsü 1591-1596)

Daha evvel yazdığım yazılarımın birinde Kitap Yayınevi'nden ve yayıma hazırladıkları değerli eserlerden bahsetmiştim. Dün bitirmiş olduğum ve beni çok etkileyen bir anı-seyahatname kitabından bahsetmek istedim bu yazımda. 

Friedrich Seidel, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun Osmanlı İmparatorluğu'na 1591 yılında yolladığı elçilik heyetinde eczacı olarak görev yapmaktadır. Konstantinopolis'e gelip dönemin elçilerinin konakladığı Alman Evi'ne yerleşir. Önceleri her şey yolundadır, Seidel o dönemde Konstantinopolis'teki hayatın bir portresini çizer. Şehir yaşantısından bahseder, insanların gündelik yaşamlarını aktarır ve aynı zamanda Alman Evi'nde ve elçiliklerde yaşanan çeşitli olayları çok canlı bir şekilde anlatır. 

Fakat mutluluğu uzun sürmez; dönemin sultanı III. Murad Avusturya'ya savaş açınca Seidel ile elçilik heyetindekilerin başına gelmeyen kalmaz. Önce, Kadırga civarındaki hapishaneye kapatılırlar. Ardından taş kadırgalarında forsa olarak çalıştırılmaya başlanırlar ve bir süre sonra da Kara Kule'de bir esir hayatı yaşarlar. Eseri okurken Seidel'in ve arkadaşlarının başına gelen talihsiz durumlar beni çok üzdü. 

1596 yılına gelindiğinde III. Mehmet döneminde nihayet özgürlüklerine kavuşurlar ve Seidel de yaşadıklarını kaleme alır. Özellikle sultanın sarayına, özgürlüklerini talep etmek ve yaşadıkları durumu anlatmak için gittikleri kısımlar beni çok etkiledi. O dönemi canlı bir şekilde yaşamak ve Seidel ile birlikte hayatın birkaç yılını gözlemlemek, üstelik 1590'lı yıllara seyahat etmek isterseniz metin gerçekten büyüleyici. Türkis Noyan'ın emeğinin ve çevirisinin de hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum zira hiç kolay bir iş değil. 

Seidel özgürlüğüne kavuşunca ben de özgürlüğüme kavuşmuş gibi hissettim. Özgürlük ne kadar değerli!

30 Ağustos 2020 Pazar

Hatırlanmak

Bu hafta mezun ettiğim öğrencilerimden birinden mesaj aldım, görüşmek istediğini söyledi. Güzel bir buluşma ayarladık, oturduk uzun uzun sohbet edip eskileri yad ettik. Tıp okuyor, birkaç yıl sonra iyi bir doktor olacak. 

Okuldaki bazı sohbetlerimizi hiç unutmamış, onun hayatı üzerinde nasıl olumlu bir etki bıraktığımdan bahsetti. Onu karşımda kocaman, ayakları yere basan bir genç olarak görmek beni çok memnun etti. Olgunlaşmış, hayallerini gerçekleştirmek üzere çalışan ve çaba harcayan pırıl pırıl bir genç olmuş. 

İnsan ister istemez şaşırıyor, onlarla sohbet ederken hayatlarını nasıl etkileyeceğinizi kestiremiyorsunuz. Oysa söylediğiniz her söz, en ufak bir bakışınız dahi onları etkiliyor. Kurduğunuz bağ sağlam olunca, hayat boyu kök salmış bir sevgi doğuyor. 

Yarın itibari ile uzaktan da olsa eğitime başlıyoruz, seminer dönemimiz sona erdi. Bu sene beşinci sınıfların sınıf öğretmeni olacağım. Mail atmaya başladılar bile, çok heyecanlı olduklarını yazmışlar benimle tanışacakları ve eğitime başlayacakları için. O zaman tüm öğretmenlere ve kendime rast gele diliyorum. 

26 Ağustos 2020 Çarşamba

Emily Bronte: Uğultulu Tepeler

Bu yıl dönem metinlerini tekrar okumaya İngiliz edebiyatı ile başladım. İlk okuduğum metin ise Uğultulu Tepeler oldu. İngiltere'de 19. yüzyılın ikinci yarısını Victoria Dönemi olarak adlandırıyoruz. Özellikle bu dönemde hem toplumsal hem de ekonomik açıdan orta sınıfın yükselişe geçtiğine şahit oluyoruz. Dönemin kadın yazarlarının metinlerine baktığımızda ise genelde taşra portresi çıkıyor karşımıza. İngiltere'nin çeşitli bölgelerinde yaşayan orta sınıfın, çiftlik hayatının ve bu tekdüzeliğin içinde yaşanan sıradan olayların bir bütün olarak kahramanların ruhsal ve fiziksel durumlarını nasıl etkilediğine tanık oluyoruz. Hem dönemi açısından hem de kurgusu açısından ben Uğultulu Tepeleri başarılı buluyorum. 1848 yılında genç yaşta hayatını kaybeden yazar, ardından onun adını her daim yaşatacak olan bu güzel yapıtı bırakıyor bizlere. 

Victoria Dönemi İngiliz metinlerinde, 1800'lü yılların Rus metinlerindeki derinliği, mizahı, felsefeyi ve psikolojiyi bulmak çok mümkün değildir. Yüzeysel olduklarını söyleyemem lakin ele alınan konular hep belli başlı tipolojiler ve olaylar etrafında döner. Kır yaşamı, taşra heyecanları, sıkışmışlık hissi ve tabii bunlarla birlikte gelen bir aşk hikayesi mevcuttur. Fakat, Uğultulu Tepeler belirli özellikleri açısından bu mevcudiyetin dışında, ayrı bir yerde konumlanıyor. 

Romanın olumsuz kahramanı olan Mr. Heathcliff, kitabın içerisinde tam anlamı ile çözümlenmese de; onu rahatsız eden hayatın izlekleri direkt olarak okuyucuya tesir edebiliyor. Üstelik, Mr. Heathcliff kurgu içerisine öyle bir işlenmiş ki, yazarı bu konuda tebrik etmemek elde değil. Metnin içinde her bir karakterin hayatta temsil ettiği bir duruş var. Taşranın sunduğu olanaklar ve yaşam aşkı ile tutuşan genç karakterlerin dışında, evin içerisinde görev yapan hizmetlilerin tasvirleri ve yerleri oldukça güçlü. 

Metnin içerisinde muhakkak ki yazarın yaşamakta olduğu hayatın iz düşümleri de mevcut, bunu yadsımak doğru olmaz. Kendi adıma anti kahraman yaratmanın kurguda epey zor olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan da metin kendisini diğer dönem metinlerinden farklı kılıyor. Roman boyunca Mr. Heathcliff'i çözümlemeye çalışıyor ve onun suretinin niçin kötülüğe meyyal olduğunu tespit etmeye uğraşıyorsunuz; bu durum da son sayfalara kadar okuru canlı ve ayakta tutuyor. Nahid Sırrı Örik de, Kıskanmak adlı metnindeki anti kahramanı ile bence Mr. Heathcliff'e bir selam çakıyor. Karşılaştırma, bir başka konunun yazısı olmaya değer. 

Netice itibari ile, 'klasik' diye tabir ettiğimiz ve benim bu tabiri doğru bulmadığım dönem metinleri; dönemlerin toplumsal, tarihsel ve psikolojik özelliklerini keşfetmemiz açısından oldukça değerli. Kanaatimce; bir dönemi irdelemek isteyen bir araştırmacı ya da meraklı bir kişi; dönemi hem tarih hem de edebiyat olarak incelemeye başlamalı. Öteki türlü bu bütünselliği yakalamak epey güç olacak belki de yarım kalacaktır. 

Her birimizin hayatında bu kadar iddialı ve keskin birer Mr. Heathcliff olmasa da, ondan izler taşıyan tanıdıklarımız vardır diye düşünüyorum. Hikaye boyunca benim kahramanım ise kesinlikle Mrs. Dean oldu. Tüm yaşananlara rağmen ayakta kalmayı başarması ve her açıdan bir zamanlar bir parça bile olsa sevgi beslediği, tanıdığı kişileri asla yalnız bırakmaması takdire şayan. Bence hepimizin hayatında birer Mrs. Dean olmalı.

Tarih Vakfı Yurt Yayınları

Daha önce Kitap Yayınevi'nden bahsetmiştim, sıklıkla kitaplarını okuduğum ve biraz bahsetmek istediğim bir diğer yayınevi de Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Siyasi tarihten ziyade toplumsal tarihe ilgili duyduğum için, genelde toplumsal tarih çalışmaları hazırlayan yayınevleri ile iç içeyim. 

Tarih Vakfı bünyesinde yayıma hazırlanan kitapların bir çoğunu mikro tarih çalışmaları olarak tanımlayabiliriz. Bir şehir, bir insan, hatırat, kısa bir dönemin ayrıntılı tasvirleri gibi pek çok alanda ve özellikle çok sık çalışılmamış konularda çok değerleri üretimleri var. 

Hem sürekli okuduğum hem de derslerimde kullandığım kitaplar, kesinlikle toplumsal tarih severlere başka ufuklar açıyor. Aynı zamanda Tarih Vakfı, kendi bünyesi içinde çeşitli söyleşiler de gerçekleştiriyor. Karantina sürecine kadar düzenlemiş oldukları söyleşilerin bir kısmında bulundum ve faydalandım. 

Toplumsal tarih alanında nitelikli çalışmalar, sıkı araştırmalar bulabilmek çok mümkün değil. Bu alanda çalışmalar yapan çok fazla da yayınevi yok. Bu bakımdan Tarih Vakfı Yurt Yayınları da, tıpkı Kitap Yayınevi gibi ülkemiz için çok kıymetli.

Yayınlara ulaşmak isterseniz pek çok kitap satış sitesinde bulabileceğiniz gibi, Tarih Vakfı'nın kendi sitesinde de bulabilirsiniz. 

Yalnız; kitapların baskı adetleri çok değil. Bu yüzden geçmiş yıllarda basılmış kitapların bir çoğu yeniden basıma gitmediği için ulaşmakta zorluk çekebiliyorsunuz. Bu yıl geçmiş yıllarda basılmış bir kitabı sahaftan epeyce pahalı almak zorunda kaldım. Umuyorum, eski basım kitapların yenileri de tekrar basıma girer ve biz de faydalanmaya devam ederiz.

25 Ağustos 2020 Salı

Sıradan Birkaç Gün

Bugün TRT Belgesel'in Youtube kanalında çok güzel bir yapım izledim, "Sıradan Birkaç Gün". Yönetmenliğini ve yapımcılığını Pınar Nadide Okan üstlenmiş. Anadolu'nun farklı bölgelerinden ve şehirlerinden, ortaokul çağlarındaki dört farklı çocuğun yaşamlarından birer kesit sunulmuş. Taşrada yaşayan çocukların günlük telaşı, hayalleri, endişeleri ve istekleri yer alıyor belgeselde. Ülkemizde yapılan takdire şayan işler var, kendi adıma emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum, özellikle belgeselde yer alan çocuklara. 

Üniversiteden mezun olduğumda atanacağımı düşünmüştüm, taşrada bir yere gitmek istiyordum. Çocuklarım, annem ve doğa ile birlikte gül gibi geçinir gideriz diyordum. Öğrenci olduğum dönemlerde çeşitli projelerle Anadolu'nun farklı coğrafyalarında bulundum. Hakkari, Şırnak ve Van civarında çalışmalar yaptım, roman mahallerindeki okul onarım projelerine katıldım, bazı köyleri gezip çocuklar ile etkinlikler yaptım. Derken hayalime kavuşamadım, İstanbul'da kalıp özel sektörde çalışmaya başladım ve yedi seneyi bu şekilde devirdim. 

Bazen İstanbul'da fazlasıyla kirlendiğimizi düşünüyorum. Çalıştığım okulda ülkenin sayılı zenginlerinin çocukları okuyor. İşin içinde çocuk oldu mu, nerede olduğumuzun bir önemi yok bence. Fakat çoğu zaman bu durumu sorguluyorum, bir taşrada olsaydım daha mı faydalı olurdum diye düşünüyorum. Eğitim verdiğimiz küçük azınlığın gelecek ile ilgili kaygıları yok, çünkü maddi açıdan oldukça rahat durumdalar. İstediklerini hemen elde ediyorlar, şoförleri var, hizmetlerini gören personelleri var, dünyanın çeşitli yerlerinde malları mülkleri var ve aslında 'gerçek' hayatın farkında değiller. Bazen derslerimi yarıda kesip onları farklı coğrafyalara, kültürlere ve insanların yaşamlarına götürüyorum. Elimden ancak bu kadarı geliyor sanırım. 

Taşrada zamanı içselleştiren çocuklar ile zamanı tüketen ve isteklerine gem vuramayan şehirli çocukları zihnimde yan yana getirdiğimde bir şeyler eksik kalıyor. Bir yanda deniz görmemiş Muşlu bir çocuk ile diğer yanda bir haftalık ara tatilinde ailesi ile birlikte dünya seyahatine çıkan çocuklar. 

Bir gün her şey değişir mi bilemiyorum, bir gün canıma tak edip atanır da gider miyim onu da bilmiyorum. Şehir, insanı bilinmeze doğru öyle bir sürüklüyor ki; taşranın kaygısı ile şehrin kaygısının bile ortak bir paydada bütünleşemediğini hissediyorum. Taşradaki zaman algısı ve şehirdeki kaos birbirine bir türlü denk düşemiyor. 

Yine de belki bir gün diyorum kendime; bana epey ağır gelen bu şehirden alıp başımı gidebilirim. Yine de belki bir gün diyorum kendime; zorlandığım, giyinip kuşandığım, yaşıyormuş gibi yaptığım bu modern yaşamdan sıyrılabilir, soyunabilirim. 

17 Ağustos 2020 Pazartesi

İşe Dönüş

Çarşamba günü okula geri dönüş yapıyoruz. Bu demek oluyor ki seneye Temmuz'a kadar yoğun bir iş temposu ile çalışmaya başlıyoruz. Bazen bu kadar koşturmacanın içinde çok yorulduğumu hissediyorum, bir yanım İstanbul'a veda etmek istiyor. Bir yanım da öğrencilerimi gördükçe mutlu oluyor, online da olsa onlarla bir araya gelmek ve çalışıp bir şeyler üretmek bana iyi geliyor. Böyle de bir dilemma. 

Bu sıralar salgından dolayı arkadaşlarımla pek görüşemiyorum, ancak mesajlaşabiliyoruz. Hem ülkenin şartlarının hem de İstanbul'un gençleri çok yorduğunu düşünüyorum. Hemen herkeste bir kaygı, bir karamsarlık var. Ben de hayata çok pozitif bakabilen biri değilim lakin gençler olarak bu ülkedeki halimize üzülüyorum. Genç yaşta çok mücadele veriyoruz, bu yorgunluğun sebebi de tamamen bu. 

Geçtiğimiz günlerde Bal Ülkesi adlı belgesel filmi izledim ve hayran kaldım. Oradaki Hatice'nin yaşama tutunuşu, annesinin bakımını üstlenmesi, bir kadın olarak hayatla mücadelesi beni çok etkiledi. Gerçekten çok uzun süredir bu kadar etkileyici bir yapım izlememiştim. Bende pek çok sorgulamaya yol açtı Hatice'nin hayatı. Hatice'nin hayata bakışı ve hayattan beklentileri ile kendiminkileri karşılaştırıyorum, o kadar bencilce geliyor ve kendime o kadar kızıyorum ki...

Evde son saatlerimi sanırım hiçbir şey yapmadan geçireceğim. Çünkü tempo başlayınca tüm sene yorgunlukla geçecek zaten. Bu belirsizlik ortamında umarım güzel bir eğitim dönemi olur. Sıkıntısız, sorunsuz ve huzurlu bir yıl geçirmeyi diliyorum. 

16 Ağustos 2020 Pazar

Amazon Kindle Paperwhite 4 Deneyimim

Kitap okumayı sevenler ve kitaplara değer verenler için basılı kitapların ayrı bir değeri olduğunu biliyorum. Bu benim için de böyle. Kitaplarla haşır neşir biri olarak ki mesleğimin de bir getirisi olarak, kitaplara ayrı bir anlam ile bakıyorum. Çok uzun süre kararsız kalsam da bu deneyimi teknolojik bir alana kaydırmayı düşündüm ve deneyimleyebilmek için bir kindle satın aldım. Almadan önce de internette ne kadar bilgi varsa okuyup hemen hemen tüm videoları izledim. 

Fakat asla düşündüğüm gibi olumsuz bir deneyim elde etmedim. Şu an için benim favori ürünüm haline geldi. İçerisine yüklediğim kitapları çok severek ve büyük bir keyifle okudum, okumaya devam ediyorum. Örneğin şu an, birkaç ciltlik bir tarih kitabını kindle üzerinden okumaya devam ediyorum. Bu kitap almayı bırakacağım anlamına gelmiyor, kindle üzerinden okuma yapmak bana çok avantajlı geliyor. Özellikle dışarı çıktığınızda bu hafif cihazı yanınızda taşımanız ve her yerde okuyabilmeniz mümkün. Şarjı ise çok uzun ömürlü. İlk denememde sürekli kitap okumama rağmen şarjını tam bir ay sonra yeniden doldurdum. 

Eğer bir elektronik kitap okuyucu almak istiyorsanız kesinlikle kindle'ı tavsiye ederim. Diğer kitap okuyucuları deneyimlemediğim için onlar hakkında bir şeyler söylemem doğru olmaz lakin hemen hemen aynı görevi gördükleri için diğerlerinin de kullanışlı olduğunu düşünüyorum. 

Üzerine çok rahat not alabiliyorsunuz, kitaplığınızda kitaplarınız kayıtlı olarak duruyor. Sanırım benim aldığım model su geçirmeyen bir model, bunun da artı bir özellik olduğunu söyleyebilirim. Çok hafif bir cihaz olduğu için sadece seyahatte değil evde de rahatlıkla kullanabilirsiniz. Gözü hiç yormayan bir yapısı var, elektronik mürekkep adı verilen bir teknoloji kullanıldığı için göze zarar vermiyor. Ki ben göz kuruluğu olan, sürekli ilaç kullanan ve gözlük takan biriyim. Ona rağmen kullanmaya başladığımdan beri herhangi bir rahatsızlık hissettmedim. 

Eğer aklınızda soru işaretleri varsa onları bir kenara atın ve bu teknolojiye bir şans verin. Basılı kitapları çok seven ve sürekli kitap okuyan ben bile alıştıysam ve memnun kaldıysam bence herkes memnun kalabilir. Sorularınız olursa yazının altında sorabilirsiniz, onları da elimden geldiğince yanıtlamaya çalışırım. Keyifli okumalar dilerim herkese. 

13 Ağustos 2020 Perşembe

Bir Yerlerde

Çoğu zaman zihnimde biriken düşünceler ile boğuşuyorum, bu düşünceler hayatla olan bağımı kopardığı gibi etrafımda olup bitenleri algılamamı da engelliyor. Bazen, sadece kendi gerçekliğimde yaşadığımı düşünüyorum. Bir türlü etrafa açılamayan gözlerim, anın bütünlüğü ile olan eşsiz uyumu yakalayamıyor. Genelde etrafımı gözlemliyorum, dinliyorum ve çok az konuşuyorum. Tüm bunlar, sanki yorgunluk belirtileri, üstelik bu kadar genç yaşta. 

Bazı zamanlar kendimi daha enerjik olmaya zorluyorum, ivmemi artırdıkça zihnimin ve bedenimin mutlu olmadığını seziyorum. Dışarıda olduğum ya da olmak zorunda olduğum zamanlar, zihnim eve dönmem gerektiğini söylüyor. Eve dönmem, bir kitap alıp okumam, bir film izlemem ve kendi köşeme çekilmem... İnsan çoğu zaman kendi zihni ile boğuşuyor, kendi zihni ile dertleniyor ve soluklanıyor. Bazen de düşündükleriniz, yaşadıklarınız, yaşayacaklarınız ve etrafınızda olup bitenler zihninize ağır geliyor. 

Kalabalık ortamlarda insan gürültüsünden, sesinden, konuşmalarından hoşlanmıyorum. İşim gereği etrafımda olan insanlarla bir görevmiş gibi iletişim kuruyorum, derine inmekte zorluk yaşıyorum. Oysa tanıdığım pek çok insandan daha duyarlı, daha derin olduğuma inanıyorum. Bazen cümleleri toparlayacak, kendimi anlatacak gücüm bile kalmıyor. Belli ki bu yüzden yazıyorum, belli ki bu yüzden okumayı bu kadar çok seviyorum. 

Küçüklüğümde böyle olmadığımı hatırlıyorum, mahalledeki tüm arkadaşlarımı toplayıp, organize edip gece yarılarına kadar eve girmezdik. Çok fazla arkadaşım vardı, çok severdim, çok sevilirdim, o zamanlar içimde bitmek bilmez bir enerji vardı. Okuldaki sene sonu gösterilerinde başrollerde oynardım, hatta çevre ilçelerden ve illerden çağırırlar onlara da gider gösterimizi yapardık. İlçemizdeki herkes neredeyse tanırdı beni. Ne değişti, neler devindi içimde çözemiyorum. Bir şeyler ters döndü, bir yerde durakladım. İçime kapanıp, hayatı başka bir dünyadan, daha sakin ve daha kendi halinde yaşamaya başladım. Oysa bu halimden de memnunum lakin son zamanlarda çevremde sözlerine değer verdiğim tüm insanlar ağız birliği etmiş gibi bu halimi sorguluyor ve dış dünyayı görmem gerektiğinden bahsediyor. Ben de ısrarla bunun benim yapım olduğunu savunuyor, dünyayı ikiye ayırmadığımı izah ediyorum. 

Türlü duygular, türlü kapanışlar, türlü yorgunluklar ve kısa süreli adımlarla yol alıyorum. Bir yerde bir değişim olacak gibi sanki, ya da bir mucize işte, tıpkı klişe filmlerdeki gibi. Belki de tüm bunları beklerken yaşlanacak ve hayata veda edeceğim. Tüm bunları düşündükçe, yaşamın anlamının içinin hiç de dolu olmadığının farkına varıyorum. Bir yerlerde yaşanabilecek yeni bir hayat varsa eğer, bilmem ki, varsa kendini azıcık belli etsin. Denememe, düşmeme izin versin. Düşeyim de kaldırmasın. 

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Bir Parça Edebiyat

Kimdi kapıdan içeri giren? Belki de Madame Bovary'nin ruhunun sıkışmışlığı idi ya da Jane Eyre'in hayat mücadelesi. Kapıların ardından gizlice yükselen bir iç sesi, bazen bir taşranın orta yerine konmuş. 

Kimse bilmez içindekileri, anlatmaya da ihtiyaç duymazsın zaten. Herkes kendi derdi ile eğreti, herkes biraz da kayıp. Belki de eski zamanlardan birinde yaşasaydın, bir taşra sıkıntısı ile yaşayıp sonlandırsaydın hayatını. 

Sonra yine eski zamanlardan bir ses çınlıyor, edebiyat nedense hep kurtarıcı oluyor. Sosyal bilimler ve güzel sanatlar pek güzel, pek değerli. Lakin hiçbiri edebiyat kadar etkileyici değil. Gerçek hayatta tanıyamadığın bütün insanları orada tanıdın, bir sürü hikaye dinledin onlardan. Sen bir yolculuğa çıkarken, sen kendini yapayalnız sanırken; hep onlar vardı yanında. Gündelik hayatın ritminden uzaklaştın, çokça yoruldun, sarınıp sarmalandın, kimi zaman hastalandın, kimi zaman günlük güneşlikti her mevsim. Hep yanındaydı, sana başka insanları anlattı, başka kalpleri açtı, başka zihinleri yanı başına bıraktı. Bir tek edebiyatta can buldun, şu işi bir bıraksam, oturup hayatım boyunca okusam dedin. Ne hikmetse, hayatın bir gerçeği var, erken yaşta öğrendin. 

Yine ve yine klasiklere döndün, onlarla can buldun. Kimi canını yitirirken, sen canını yitireceğin güne kadar eşeleyip durdun. Oracıkta, kendi içinde, okudun, okudun, duygulandın, kimsecikler bilmedi. İnsanların bilmeye, tanımaya ihtiyaçları ve heyecanları yoktu.

Belki de Madame Bovary'i bir tek sen böyle anladın. 
Belki de Jane Eyre'in yüreğinde olup bitenlere bir tek sen böyle tanık oldun. 
Ne kıymetli, ne sonsuz.

10 Ağustos 2020 Pazartesi

Olimpos - Adrasan

Güney tatilimizi tamamlayıp İstanbul'a geri döndük. Bizim için çok güzel bir tatil oldu, gitmek isteyenler için biraz bahsetmek isterim. Olimpos'un çok güzel bir denizi var, su oldukça durgun ve gerçekten çok temiz. Deniz kenarı kumlu bir yapıya sahip değil, taşlık. Bu yüzden giderken bir deniz ayakkabısı götürmek çok işinize yarayacaktır. Dilerseniz Olimpos'taki dükkanlardan da alabilirsiniz. Benim ayaklarım biraz yara aldı. 

Olimpos bildiğimiz gibi antik bir yerleşim yeri, bu yüzden sahile inerken ormanlık alanın içerisinde antik dönemden kalma bazı eserler var. Onların arasında yürümek çok keyifliydi. Olimpos sahile doğru suyu oldukça temiz olan bir dere var, onun da keyfini çıkarabilirsiniz. Olimpos bir ören yeri olduğu için, müze kart ile sahile giriş yapılabiliyor. Dilerseniz birkaç kullanımlık müze kart alabilir ya da orada kendinize yeni bir müze kart çıkarıp sınırsızca sahile giriş yapabilirsiniz. Akşam 22.00'dan sonra ise giriş yapamıyorsunuz. 

Olimpos'ta ağaç evler ve çeşitli pansiyonlar var. Çoğu yeşillikler içinde ve gerçekten otantik. Biz de bu pansiyonların birindeki ağaç evlerde kaldık. Eğer pansiyonunuzda yemek yemek istemezseniz seçenekler de var, biz özellikle gözlemelerini çok beğendik. Muhakkak tadın derim, bir de kavunun içinde ballı dondurması meşhur. Gitmişken dondurmanın da tadına bakmalısınız ve son olarak kaktüs meyvesi tatmayı da unutmamalısınız. 

Olimpos'tan başka bir yere geçmek isterseniz yakında Adrasan var. Olimpos'tan belirli saatlerde Adrasan'a minibüsler kalkıyor. Adrasan'ın denizini Olimpos kadar temiz bulamadım. Lakin eğer çocuklarınız varsa Adrasan sizin için daha uygun olabilir. Sahil ve suyun altı kumlu olduğu için avantajlı. Aynı zamanda sahilde ücretsiz duş imkanı da var. Dilerseniz şezlong da kiralayabilirsiniz. Gün boyu bir şezlongun ücreti on lira idi. 

Yüzdük, güneşlendik, dinlendik ve döndük. Yakın zamanda çalışmaya başlayacağım. Bu yüzden çalışma öncesi tatil bize çok iyi geldi. Olimpos'u ve Adrasan'ı çok sevdik. Tatil rotalarınıza muhakkak eklemelisiniz. 

Sağlıcakla kalın.

3 Ağustos 2020 Pazartesi

Olimpos Tatili

Olimpos'a gitmek üzere yola çıkacağız. Daha önce yalnızca Kemer tarafında tatil yapmıştık, Olimpos'a ilk kez gideceğim. Eğer planlarımız uygun olursa; Kaş, Adrasan ve Çıralı taraflarına da gideceğiz. 

Esasen bu yaz tatile çıkma planım yoktu lakin öğretmen arkadaşlarım ve mezun ettiğimiz öğrencilerimiz ile güzel bir plan yaptık. Bir anda gelişti, çok iyi oldu. 

Umarım sorunsuz, sağlıklı ve keyifli bir tatil olur. Dönüşte tatil izlenimlerimi de muhakkak yazar ve tavsiyelerde bulunurum. 

O vakit başlasın güneye yolculuk. 

2 Ağustos 2020 Pazar

Kitap Yayınevi

Uzun süredir eserlerini okuduğum ve pek bilinmediğini, hakkının verilmediğini düşündüğüm bir yayınevinden bahsetmek istiyorum bugünkü yazımda sizlere. Tarih söz konusu olduğunda genellikle klasik bir eğitim alıyoruz, ülkemizdeki insanlarda genel bir tarih merakı olduğunu gözlemliyorum lakin bu tarih merakı çoğunlukla popüler tarih dediğimiz bir alan üzerinde yoğunlaşıyor. Malumunuz tarihi, televizyon dizilerinden ve filmlerden öğrenmek de doğru bir seçenek değil. Bunun yanında eğitim sistemimizde genel olarak savaş tarihi ve siyasi tarih üzerine yoğunlaşılıyor. Bunun da çok doğru olduğunu düşünmüyorum. 

Kitap Yayınevi, toplumsal tarih alanında çok kıymetli eserler yayımlıyor. Klasik Osmanlı döneminden tutun da, cumhuriyet tarihine uzanan bir perspektifte; çok çeşitli seyahatnameleri, mektup çalışmalarını, günlükleri, hatıraları ve tarihsel metinleri bulmanız mümkün. Bireylerin ve toplumların tarihlerine odaklanan, insanların günlük yaşamlarından izler taşıyan çok kıymetli metinler okudum ve okumaya devam ediyorum. 

Çok fazla kitapları yok fakat bu da Kitap Yayınevi'nin en güzel özelliklerinden biri. Çevirisinden, tasarımına ve baskısına kadar ince eleyip sık dokuyorlar. Toplumsal tarih alanında çok geniş çalışmalar ve nitelikli eserler bulabilmek; klasik tarih kitaplarına göre çok daha zor. Artık siyasi tarihten, padişah tarihinden ve savaş tarihinden sıyrılmak gerektiğini düşünüyorum. Bu bakımdan bence Kitap Yayınevi, ülkedeki önemli bir boşluğu dolduruyor. 

Şu ana kadar kendilerinden pek çok kitap okudum. Özellikle kendi internet sitelerinde kitaplarının fiyatları çok uygun, yüzde elliye kadar indirim bulabilmeniz mümkün. Aynı zamanda her kitap siparişimde bir kitap da kendileri hediye gönderiyorlar. Bu da, okurlarını ne kadar önemsediklerini gösteriyor. Aynı zamanda kitapları çok korunaklı gönderiyorlar, bu hususa da hassasiyet göstermeleri çok değerli. Eğer İstanbul'da yaşıyorsanız Kağıthane'de bulunan kendi yerlerine de gidebilmeniz mümkün. Toplumsal tarihe meraklı iseniz, Kitap Yayınevi'ni muhakkak değerlendirin derim. 

Başka yazılarımda, eserlerini okuduğum yayınevleri ile ilgili bilgilendirme yapmaya devam edeceğim. Sağlıcakla kalınız. 

1 Ağustos 2020 Cumartesi

Öğretmen Olmak

Bu yıl itibari ile meslekte yedinci yılını doldurmuş bir öğretmen olarak birkaç not düşmek istedim buraya. Sanırım tercih dönemindeyiz, belki  bir faydam dokunur. 

İstanbul'da bulunan köklü bir devlet üniversitesinin eğitim fakültesinden mezun oldum. Ardından yine aynı üniversitede tezli yüksek lisans eğitimimi tamamladım, eğitim bilimleri enstitüsünde. Benim tercih yaptığım dönemde iyi bir sıralama ile yerleştiğimi söyleyebilirim. 

Kamu personeli seçme sınavına yalnızca mezun olduğum sene, hazırlık yapmadan girdim ve atanamadım. Çok düşündüm ve kamu için mücadele etmemeye karar verdim. Çok ufak bir ilçede büyümüştüm ve mezun olduktan sonra memleketimde yapabileceğim bir iş ve kendimi geliştirebileceğim olanaklar yoktu. Bu yüzden mezun olduğum dönem, İstanbul'da pek çok özel okula başvuruda bulundum. Pek tabii, yeni mezun olduğum için, deneyimim olmadığı için ve henüz askerliğimi yapmadığım için kabul alamadım. Çok direndim, bir yerde umutlarım kırıldı, hatta bir görüşmeden çıktıktan sonra yol boyunca ağladığımı hatırlıyorum. Tam her şeyden vazgeçecekken bir okuldan olumlu yanıt aldım ve çalışmaya başladım. O gün bugündür aralıksız çalışıyorum. Düşük ücretlerle de çalıştım, hatta ev kiram belimi bükmesin diye eski, rutubetli bir dairede de oturmak zorunda kaldım. Tüm bunları yaparken akranlarımın bir kısmı gibi kendimi İstanbul'un cazibeli hayatına olduğum gibi bırakıvermedim. Biriktirdiğim ufak paralar ile eğitimler aldım, çok ama çok okudum, çeşitli projelere dahil oldum, gönüllü hizmetlerde bulunup, doğudaki sınır köylerine kadar gidip gönüllü öğretmenlikler yaptım. Katıldığım projeler ile tüm ülkeyi gezdim. Etnik kökeni, dili, dini ve mezhebi farklı dünya güzeli çocuklar ile çalıştım. Bir dönem işaret dili tercümanlığı eğitimi alıp, işitme yetersizliği olan çocuklar ile de çalıştım. 

Tabii ki bu süre zarfında çok çalıştım, İstanbul'da tutunabilmek ve kendime güzel bir gelecek sağlayabilmek için çok çaba harcamam gerekti. Sırtımı dayayabileceğim varsıl bir ailem de olmadığı için hayatın yükünü sırtlanabilmem gerektiğinin farkındaydım. 

Şu an ülkenin en köklü okullarından birinde çok severek ve güzel şartlarda çalışıyorum. O kadar çok insan yolumu kesmeye, engellemeye çalıştı ki anlatamam. Gerçek hayatı annemin hastalığı sırasında ve iş yaşamında öğrenebildim diyebilirim. Kendime bu şehirde ilk kez ev kurduğumda hiçbir şeyim yoktu ama yıllar içinde ihtiyacım olan şeyleri alıp, tasarruf da yapıp kendime sıfırdan bir hayat kurabildim. Bu süreçte annemi de gururlandırıp ona emeklerinin karşılığını verebildim. 

Evet, bu ülkede arkanızda kimse yoksa tutunabilmek gerçekten çok zor, bunun farkındayım. Öğretmenlik ise hiç değer görmeyen bir meslek, giderek de daha kötü hale geliyor. Özel okulların çoğunda öğretmene asgari ücret teklif ediliyor, atanmak ise zaten çok zor. Fakat buna rağmen, hep yapmak istediğim işi, beni mutlu eden işi yapmak istediğim için insanların dediklerini hiç önemsemedim. Şu an geldiğim noktada öyle bir emek ve ter var ki, gerçekten bunları yazarken bile duygulanıyorum. Hoş, bu hep böyle devam etmeyebilir. Hayatta hep inişler ve çıkışlar var. Fakat, gerçekten bu işi yürekten yapmak istiyorsanız insanları dinlemeyin. Atanamazsın, özelde çok düşük ücretlerle çalışırsın, aç kalırsın, herkes öğretmen oluyor, yapma diyen çok fazla insan oldu. Ama bu hayat sizin hayatınız, gerçekten bu işi yapmak istiyorsanız önünüzdeki onlarca engele rağmen başarılı olamamanız için hiçbir sebep yok. Yalnızca emek verin, çok çalışın, çok okuyun, sosyal medyanın, günümüz dünyasının renkli hayatına tümden kaptırmayın kendinizi. Her şey bir gün yoluna giriyor. 

Sağlıcakla kalın. 

29 Temmuz 2020 Çarşamba

Ufak Tefek Planlar

Geçtiğimiz yıllarda liseden mezun ettiğim öğrencilerimle bir araya geldik, hatta her hafta görüşüyor ve özlem gideriyoruz. Moda sahilinde seyyar sandalyelerimiz yanımızda, çimlere uzanıp sohbet ediyoruz. Çok güzel yerlere geldiler, içlerinden biri Yale'de okuyor, diğeri de Hollanda'da. Şimdi onları karşımda bu kadar güzel çocuklar olarak görmek, mesleğimin bana verdiği en büyük mutluluk sanırım. 

Bu yaz için birlikte güzel bir tatil ayarladık. Hep birlikte Antalya'ya gitmeye karar verdik, yerler ayarlandı, biletler alındı. Bayram sonrası bir haftalık bir tatile çıkıyorum. Üç sene olmuştu yazın bir yerlere gitmeyeli. İki yaz önce iş değişikliği, geçen yaz da taşınma derken senede bir kere gidebildiğimiz tatillere gidemez olmuştum. Benim için güzel bir değişiklik olacak, gerçekten denize girmeyi çok özledim. 

Karantina sürecini verimli geçirenlerdenim, verdiğim 12 kilo, yaptığım sporlar ve okuduğum kitaplar beni çok mutlu etti. Bedenen üniversite yıllarımdaki halime geri döndüm, aynada kendime bakınca daha iyi hissettiğimi fark ettim. Bir beslenme düzeni oluşturabilmek de çok sevindirici oldu benim açımdan, güzel bir düzen tutturdum kendime. 

Sanırım yaş aldıkça hayatımı daha derli toplu yaşar hala geldim. Gün içerisinde annemle vakit geçiriyoruz, akşamları balkonda oturup sohbet etmek bir ritüel haline geldi. O da artık yavaş yavaş dışarı çıkmaya başladı, rutin hayatına geri dönüyor. Bu durum da epey iyi geldi ona, tabii önemlerini alarak dışarı çıkıyor. Ufak alışverişler ve yürüyüşler yapmak da onu çok mutlu ediyor. Geçenlerde ona güzel bir sürpriz yaptım, mutfak araç ve gereçleri satan bir mağazadan istediklerini alabilmesi için bir süredir bir bütçe ayırmıştım. O bütçe tamamlanınca hemen onu istediği mağazaya götürdüm ve güzel bir alışveriş yaptı. Şu aralar mutfak malzemeleri ile bir aşk yaşıyor. Onu mutlu ve huzurlu görmek de bana çok iyi geliyor. Zaten şu dünyadaki tüm çabam onun sağlıklı ve mutlu olması. Ben bir şekilde yoluma devam etmeyi başarıyorum. 

Oturduğumuz dairenin arkasında, kocaman ve çok bakımlı bir orman var. İçinde kafeler, yürüyüş parkurları ve spor aletleri var. Aynı zamanda çocuk oyun alanları ile piknik alanları da çok geniş. Bu yaz orayı yeni keşfettik sayılır, sandalyelerimizi alıp annemle oraya yürüyüş yapmaya gidiyoruz. Gerçekten çok güzel ve huzur veren bir faaliyet oldu bizim için. Hatta bazen kahvaltılıklarımızı hazırlıyoruz ve ağaçların altında mis gibi bir gün geçiriyoruz. Çalışma yaşamının yoğunluğuna o kadar dalmışız ki, etrafımızı bile keşfedemez hale gelmişiz. Oysa kıyıda, köşede çok güzel yerler var. 

Belki tatilden de ufak notlar paylaşır, gezdiğim yerleri buradan tanıtırım. Tekrar görüşünceye kadar, sağlıcakla kalınız. 

10 Temmuz 2020 Cuma

Ka

Onlar, karanlığın ağırlığından kaçtılar
Düzinelerce dünya sunuldu önlerine, esefle kınadılar

Biliyorum, güneş yine ısıtacak
Her şey güneş ile ayın devinimi ile başladı 
Bitti
Bazen üzüldü, bazen çok açık
Lakin tepeler çökmeden, tavşanlar karaya ayak basmadan 
Bir mihenk taşı var köşede
Bir bekçi, bir bekleyiş daha üzerine
Ya, o Troya'da ölen yaşlı adam? 
Bilirsin, Troya'da da ölüm vardı 

Kaygan zeminde yol almak misali
Sen hiç korkmadan yürü-yürürken
Onlar karanlığın ağırlığından kaçtılar 
Işık ses verir mi onlara?
Hiç konuşabilir mi bir ışık?

Her şeyin içinde bir neden var, her şey bir sonraki
Devir içinde iken devinir, kimi diğerine 
Halden anlar mısın sen de?
Tek başına kaldı 
Karanlığın ağırlığından kaçtılar 
Zira aydınlığı seçmek en kolayıydı

22 Haziran 2020 Pazartesi

Bir Ay Sonra

Nihayet online eğitim sürecinin sonuna geldik ve bu hafta okulları kapatıyoruz, tabii ki evden kapatıyoruz. Bu süreçte özel okul öğretmenleri çok yoruldu, gece yarılarına kadar toplantılar yaptık hatta bazen gece yarısından sonraya bile sarktı. Öyle bir süreçti ki, göz kuruluğum ve göz kapağı şişmelerim tekrar nüksetti. Dünyayı kurtarabildik mi? Tabii  ki hayır. 

Mart ayından beri evde olma sürecini kendi adıma verimli geçirdim diyebilirim. Uzun süredir iş yoğunluğundan dolayı okuyamadığım kitapları okudum, notlar aldım, toplumsal tarih okumalarına ağırlık verdim. Biraz izledim, biraz dinledim, bolca spor yaptım, evde vakit geçirmek gibisi yok, en azından benim için. 

Bu süreçte evde olmak bana çok iyi geldi, hayatımda düzene sokmak istediğim şeylerin çoğu bir düzene girdi, böyle olunca kendimi daha iyi ve huzurlu hissediyorum. Seminer dönemimiz de bitince yaz boyu bir daha bilgisayarımı açmayı düşünmüyorum. 

Oturduğumuz yer ormanlık bir alan, İstanbul'da nispeten ormanlık bir yere yakın oturduğumuz için şanlı sayılırız. Sık sık ormana gidip gelmeye başladık annemle. Bazen ben kendimi gidiyorum, özellikle gece yürüyüşleri yapmayı seviyorum. Bazen de annemle birlikte gidiyoruz, bir tur atıyoruz. 

Bu süreçte biraz uyku problemleri yaşadım, normalde işe gidip gelirken çok rahat uyuyan bir insandım. Sanırım gün içindeki yorgunluk benim tatlı bir uykuya dalmama vesile oluyordu. Şimdi sürekli evin içinde olunca uykuya dalmakta güçlük çekiyorum. Bazen de o varlık ile yokluk arasında uyumaya çalışan bilincim, bana kısa süreli bir akış sağlıyor. O akış esnasında ise farklı bir boyut ile hemhal oluyorum. Bu dönem "hayatı sorgulama ritüellerini" bir kenara bıraktım. Her şey o kadar basit ve görece anlamsız ki, sanırım artık kendime yeni konular bulmanın zamanı geldi. Aşina olduklarımızdan daha aşinayız kendimize. Yelkenliniz hangi boyutta olursa olsun eninde sonunda bir karaya çıkıyorsunuz. Benimki de o hesap, kendime ait mevcudiyetim ancak diğerlerinin algıladığı kadar. 

Bugün bir e-kitap okuyucu aldım. Bu şekilde bir roman okuyup çabucak bitirdim, çok kullanışlı geldi bana. Sanırım kendisini seveceğim, her yerde okumaya devam etme fikri cezbedici. Tabii tüketmemek şartıyla. 

Bir ayda bunlar birikti sanırım, saat sabahın üç buçuğu. Kendimi yatmaya zorlasam iyi olacak. Yarın alışverişe çıkıp bir kilo fıstık almam gerek, çünkü fıstık ezmem bitti. Sağlıcakla.

21 Mayıs 2020 Perşembe

Aşk Durdukça

Yazmayalı neredeyse bir ay olmuş, yeni düzene alışma çabalarımızın üzerinden de ortalama iki ay geçmiş. Zamanın akışı konusunda hep şaşırırım, hala şaşırıyorum. Tabii, bu süreçte online eğitime yoğun bir şekilde devam ediyoruz. 

Evde olduğum süreçte kendime çok daha iyi bakmaya başladım. Yaklaşık bir buçuk aydır her gün spor yapıyorum, 7 kilo verdim, beslenme düzenimi de değiştirdim, bunun sonuçlarını da hızla görmek beni mutlu ediyor. 

Toplumsal tarih okumaya başladım, güzel kitaplar okuyorum, vakit olursa arada onlardan da bahsedeceğim. 

Bu süreçte bazı gönül meseleleri de olmadı değil; gene bir şeyleri yürütemedim. Bu sefer farklı gelişse de, yine tek başıma olmaya göz kırptım. Oysa pek güzeldi, yeşil gözler, masum surat, çocukça, çocuksu bir merhaba. Bilinmez bundan sonrası ne olacak. Bir şiir, birkaç şarkı, birkaç söz ve yine elveda. 

Evde kalmak kısmına gelirsek, ben mutluyum. İş zamanı yapamadığım her şeyi yapmaya çalışıyorum, bir yerlere koşturmuyorum, topluluk içinde olmaktansa ev içinde olmak bana çok iyi geliyor. 

Yüksek Sadakat'in "Aşk Durdukça" diye bir şarkısı vardı hatırlar mısınız? Ne de güzeldir. 

"Belki sana yazarım uğradığım bir şehirden
Renkli bir kart atarım, Mekke ya da Kudüs'ten..."

25 Nisan 2020 Cumartesi

Sessiz Dil

Harfleri rastgele ve yan yana dizdiğinizde, anlamsızlığın içinden kendine has bir anlam çıkabiliyor. İnsanları rastgele ve yan yana dizdiğinizde, anlamsızlığın içinden kendine has yeni bir karmaşa çıkıyor. 

Dışarıdan iyi görünse de insanlarla olan ilişkilerim hayatımın hiçbir döneminde iyi olmadı. Hep kendine dönen, kendi ile yaşayan bir benliğim olduğu için; yanılsamaların toplamı beni hep kendimle baş başa bıraktı. İnsanlarla yakından iletişim kurmak, onlarla uzun süre konuşmak bana pek iyi gelmiyor. Çok fazla ses, çok fazla sözcük ve çok fazla hikaye var içlerinde. Hakikat ile hikaye arasında bir fark vardır; hakikat insanı yok eder hikaye ise var eder. İnsan kendi yazdığı hikayeler ile yaşamayı seviyor, sürekli hikaye anlatıyor. Hatta bazı insanlar bu hikaye yazma işini çok ciddiye alıyorlar, bir zaman sonra kendi yazdıkları hikayelere dönüşüyorlar. 

Hep insan sevgisinden, insan olmaktan, insanın toplumsal bir varlık olduğundan bahsedildi. Herkesin her konuda bir fikri var, herkes eninde sonunda kendi hikayesinde soluk alıyor, hırsla hayatını yazmaya devam ediyor. İkili, üçlü, beşli ve çoklu ilişkilerde; insanlar sizinle konuşurken, aslında kendileri ile konuşuyor. Herkes kendini anlatmayı o kadar çok seviyor ki, herkesin en az bir konuda verebileceği bir tavsiye var. İnsan olmanın yükü altında ezilen ve bu yükün farkında olan insan sayısı çok az. Her zaman için yorumsuz, sessiz bir dinleyici olmayı tercih ediyorum. Bunun bir sıkıntısı da; siz dinledikçe insanların daha fazla anlatması. Diyalog sevmiyorum, diyalog kurmak zul geliyor bana. Bir şeylere cevap vermek, satır satır, uzun uzun nutuk atan insanları dinlemek; çok ama çok yorucu. 

Dilin kendimizi ifade etmek için yeterli olduğunu düşünmüyorum; dil tek başına yeterli olsaydı dünya, tarihinde bu kadar çok vahşete tanık olmazdı. Dile anlam da yüklemiyorum, ifade biçimlerimize, kullandığımız sözcüklere, sözcüklerin anlamlarına; özünde hiçbir şeyin hiçbir nesnenin bir anlam taşımadığını düşünüyorum. Her cümleye "ben" ile başlarken, benliğimizin birer yanılsamadan ibaret olduğunun bile farkında değiliz. Herkes kendi ekseni etrafında dönüyor ve herkes kendi kabını dolduruyor. Az biraz tarih bilmek yeterli sanırım, insanlar tarihin hiçbir döneminde birlik olmayı başaramadı, başaramayacaklar da. Tıpkı birey olmayı başaramadığımız gibi. Sırf dil ile yaşayan insanlarız, dilde duygular arıyoruz, hata ediyoruz, kırılıyoruz, sonra tekrar o dil ile çareler arıyor ve konuştuğumuz dile sığınıyoruz. Kimi dili ile binbir ayıp örtüyor, kimi dilini teneşirle paklıyor. Kiminin diline pelesenk, kimi ise bir dirhem bir çekirdek. Kimi de hep sessiz hep kendi köşesinde, cebinde bir güneş ile. 

6 Nisan 2020 Pazartesi

Bir Başka Gecede

Elinde bir liste; kitaplar ve filmler. Bir de dizi üstelik. Sabah kalkıyor, kendine bir rutin de tutturdu. Hayatında ilk kez egzersiz yapıyor, o minik ayva göbek erisin diye. Bir de evin içinde hareketsiz ya, bacakları ağrıyor gece uykuya dalmadan önce. Alıştırmışlar sisteme, alışmış koşmaya, bacaklar belli ki hareket istiyor. Artık sabah erken kalkmıyor, odasının perdesini de hiç açmıyor, teknoloji ile aralarında soğuk rüzgarlar esse de, işini evinden yapıyor. Böyle de mümkün müymüş efendim? Tabii ki. 

Uzun süren sessizlikler, hayatı birkaç parçaya ayırırlar, sessiz kaldıkça zaman sanılanın aksine çok daha hızlı akar. Yıllarca hayal kurun dediler, düşleyin, daha fazlasını isteyin, bu sizsiniz, kendiniz olun, kendinize en güzelinden bir hayat bahşedin ve daha fazlasını  isteyin elbette. 

Şimdi gökyüzünde şimşekler dans ediyor, Schubert 20 nolu eserini kim için bestelemiş ola ki? Balthazar'a sadece bir eşek gözüyle baktılar oysa, bir insan olabileceği akıllarına bile gelmedi. Sonra aynı kefeye insanı da koydular, modern insanın modern sonatı. 

Herkesin bir yüzü yarımdır, o yarım yüzler de darda kalınca meydana çıkar. Bu hiç şaşmaz, siz 1966'dan kalma siyah beyaz bir film seyrettiğinizi sanırsınız, çünkü kolaydır öyle oturduğunuz yerden izlemek, peki ya yaşamak? Yaşamak da bu kadar kolay mıdır? Evvelinden öncesini bilemediğimize göre, tuhaf soruları da yanıtlayacak mecalimiz kalmasa gerek? Biri de çıkıp demiyor ki, "bak, kar yağıyor". 

Karanlık gecelerin sabaha varan uhrevi saatlerinde, insan kendini ne de güzel hissediyor. Uzun zaman olmuş insanın kendisini hissetmeyeli. Yeryüzü perdesini açmış, güneşin etrafında dört dönüyor. Herkes, aynı ekmeği yiyor. Bir takım felaketler ve ritüeller, acizliği çağrıştırıyor. Hep bunu düşünürdüm zaten, acizliğimizi. 

Balthazar filmin sonunda bir koyun sürüsünün ortasında öylece ölür kalır, Marie ise ortadan kaybolmayı tercih eder. İkisi de bir tür ölümdür. Balthazar'ın sırtındaki ceket bir kefen midir? O kefeni bir insan mı giymiştir? Ölüm anında bile terziye ihtiyaç duyulur. Kumaşa, dokuya, dikime, yeniden yaratmaya. İhtiyaç duyulmayan tek şey geçmiştir, ölüm anında geçmişe asla ihtiyaç duyulmaz. Gelecek ise an ve anın arasında beliren ince bir çizgide kaybolur. Gerisine akıl ermez ya, dönsün yine gün geceye ve yine sabah olsun. Ay, güneş ile dünyanın arasından usulca çekilsin. Hep böyle olmadı mı? Biri başladı ve biri bitti. Biri bitti ve biri başladı. 

9 Mart 2020 Pazartesi

Çöküş

Her gün saat 05.30'da kalk, 05.50'de evden çık, 05.58'de servise bin. 07.30'da işte ol. 08.10'da derslerin başlasın, 16.00'da servise bin, 18.15'de evde ol. Bol bol trafikte boynun ve başın ağrısın, İstanbul'un bir yakasından öbür yakasına kadar seyahat et. Kariyerin zirvesi dedikleri yer de böyleymiş, iyi kazan ama kendinden geriye bir şey kalmasın. Her yerde avazım çıktığı kadar okulsuz toplumu savunuyorum, çünkü bu çocuklar eğitim almak istemiyor, çünkü bu çağda bu çocukları beton binaların arasında sıkıştırıp akşama kadar oyalayamıyorsunuz. Sistem çöktü, finito.

Eve geliyorum ve öylece oturuyorum, tek bir his yok, tek bir hayal yok, tek bir umut ışığı yok, 28 yaşında, enerjisi tükenmiş genç bir adam, yorgun, yoğun, uykusuz, kalabalıktan sıkılmış, bu şehirden sıkılmış, kendi içine sıkışmış, kaba insanlardan sıkılmış, bedenine sıkışmış, bitmeyen kaostan sıkılmış, her yerde beton görmekten sıkılmış, okuldan, çocuktan, sistemden, hayatın düzeninden her şeyden ama her şeyden sıkılmış, sıkıldıkça sıkışmış. Yabancı'nın başkahramanı, sıkıcı Fransız edebiyatından bir yan karakter. 

Masamda duran Doğu Öykülerine, Bir Ölüm Bağışlamak'a ve Üç Kadın'a öylece bakıyorum. Artık edebiyattan, yazın sanatından, yazmaktan da umudu kestim. Kurgudan, sinemadan, gezip görmekten, yeni şeyler öğrenmekten ve en kötüsü kendimden de vazgeçtim sanırım. 

Böyle yazınca kulağa kötü geliyor, gelsin de, yazının gücü de bir yerlerde kendine olan inancını yitirdi. Söze bel bağlamayı seneler evvel bıraktım zaten. Şimdi masamın ölü sarı ışığının başına oturmuş, Rehber'den Büyük Saat'i dinliyorum, Uyar'a selam olsun, biz çoktan unuttuk dünya dediklerini misal. 

"Gerekli miydi gördüğün? Karanlık işte..."

6 Mart 2020 Cuma

Resim

Sonra wang-fo resimler yaptığı için suçlandı. Zalim imparator onu kendi resminin içine hapsetmeye çalıştı. Önce su durgundu, sonra suyun içinde boğuldu. Bir ressamı, kendi resminin içinde yok etmeye çalıştı. Çocukluğu, ilk gençliği, yetişkinliği; hep onun resimlerine bakarak geçti. Yalın çocuk, inmiş dünyadan. Ilık bir yaz akşamı ne demek, sıcacık bir bahar öğleden sonrası insana ne hissettirir bilemedi; hepsini onun resimlerinden öğrendi. Sonunda kehanet gerçekleşti, wang-fo imparatorun karşısına çıktı. "Yok edeceğim seni" dedi zalim imparator, bir imparatoru zalim yapan nedir? Bir dağın içinden saraya çıkan yolda; çırak gözyaşlarına boğuldu. Biliyordu, ölse de geri gelecek, düşler görecek, sonra iyi ki resimler yapmışım dedi wang-fo; kendi resmindeki denizin içinde bir kayığa bindi, küreğin başında çırak. İmparator sulara gömüldü. İnsan kendi yaptığı resmin içinde yüzebilir mi? İnsan kendi suretinin resmini çizebilir mi? Bir bilmece wang-fo, cevabı olmayan. Hep sondan bir önceki sırada bekleyen, sondan bir önceki fırça darbesini bekleyen. 

25 Şubat 2020 Salı

Yarım

Sonra, bir yokuşun dibinde uyuyakaldı. Elinde siyah beyaz gazete kağıtları, vadinin yeşilinden sarıya çalan gün dökümü eşliğinde. Kimine göre bir oyun, kimine göre bir dertti yaşamak. İçinde bulunan şeylerden cebine doldurabildiğin kadar, kimi ala kimi hissiz. Belki de üç beş süslü kelimeyi bir araya getirince hayatın anlamını çözdüğümüzü düşünüyoruz. Ne biliyoruz oysa? Hiçbir şey bilmezken, bilgiler sıralayıp ahkam kesiyoruz. O böyle değildi, sadece donar kalır ve dünyayı izlerdi. İnsanlar öylesine korkunç, yaşam öylesine durgun. Belki de kelimeleri kullanmayı bilmiyoruz, biçimle üstünü kapatıveriyoruz düşüncelerimizin. Ama sessizdi, ıssız. 

Neresinden tutarsanız tutun hayat başlı başına bir saçmalık. Ötesinde, berisinde, içinde ya da dışında, hepsi dünya ile güneşin arasına giren ay kadar karanlık. "Oysa karanlığın ağırlığından kaçtılar", bölük pörçük, ezcümle, bilfiil girdabın içinde. Dünyanın matematiği ile insanın matematiği aynı. Fiziki, ruhi ve gıyabında yakın. Bir bakmaşsın sonlanıvermiş. Senin daha yapacağın her şey yarım. 

5 Şubat 2020 Çarşamba

Kalp

Nereden anlatsam nasıl başlasam bilemiyorum. Uzun zamandır hayatımda kimse yok, yaklaşık beş yıldır. Bu süreçte pek çok insan tanıdım, pek çoğu ile bir ilişkiye başlamaya karar verdik lakin ben kendimi bir süre sonra hep geri çektim. Geçmişten gelen kaygılar mı, yalnızlığımla mutlu olmam mı, yalnızlığın lüksünden vazgeçmek istememem mi, sorumluluk almaktan kaçınmam mı, üşengeç olmam mı ya da sebebi bunların hepsi mi inanın bilemiyorum. İnsan bu tür durumlarda kendini pek iyi tanıyamıyormuş bunu anladım. 

Birkaç gün önce biri ile tanıştım. Bir yandan birileri ile tanışmayı istiyorum, kendimde bunu fark ediyorum. Ama işler ciddiye binmeye başlayınca kendimi geri çekiyorum. Hissizleşmiş, yabancılaşmış gibiyim, birini sevebilmek benim için çok zor hale gelmiş. Tanıştığım kişiden hoşlandım, bir kere görüştük, hala konuşmaya devam ediyor ve hafta sonu için plan yapıyoruz. Ama ben ne kadar istekliyim bilemiyorum. Hem fiziken hem de ruhen beğendim. Fakat kıpırdayacak gücü kendimde bulamıyorum. Yıllardır aynı kısır döngü ve ben bunu bir türlü aşamadım. Kendime ayıracağım vaktin azalmasından, iş verimimi kaybetmekten, konforumu yitirmekten korkuyorum. Zaten bir süredir hayattaki bazı şeylerle mücadele etmek yerine ya onları erteliyorum ya da onlardan tamamiyle kaçınıyorum. 

Kaygıların ve korkuların üzerine gitmek gerekir onları aşmak için, bunu biliyorum. Ama yine de zorlanıyorum, bir insanı sevmeye dair hissi çoktan kaybetmişim. Ne doğru düzgün heyecan duyabiliyorum ne de kendimi iyi hissediyorum. 

Yalnızken de mutluyum ve pek çok şey ile ilgilenebiliyorum. Sevdiğim arkadaşlarım var, annem var, yoğun bir iş tempom var ve bunlar beni az da olsa hayata bağlıyor. Bir ilişiki yaşamak ise bambaşka bir şey, vakit ayırmak, ilgilenmek, konuşmak, görüşmek gerekiyor. Bazıları için bunlar çok kolay ya da çok güzel görülebilir. Ama nedense benim için pek öyle değil. Birine en baştan kendimi anlatmak, mesajlaşmak için zaman ayırmak istemiyorum. O kişiden etkilensem bile. 

Karşılıklı bir etkileşim oldu bu sefer yine. Devam edip etmemek konusunda çok kararsızım çünkü iyi niyetli biri karşımdaki. Kırmak istemiyorum onu. Bir yandan da böyle olduğum için kendime çok kızıyorum. 

Yine büyük bir açmazdayım ve uykularım kaçıyor. 

2 Şubat 2020 Pazar

Tatilin Son Günü

Yarıyıl tatili bugün itibari ile sona eriyor. Bir kahve yaptım, bu güneşli ve güzel İstanbul sabahında balkon manzaramdan şehri izliyorum. Bir yandan da içim biraz daha umut dolsun diye Pinhani'den "Haftanın Sonu" adlı şarkıyı açtım. 

Umuyorum yaz tatiline kadar sorunsuz bir iş dönemi geçirir ve yaz tatili ile kucaklaşırız. Çok da uzun bir zaman kalmadı şunun şurasında. Yeni dönem güzellikler getirsin efendim. 

27 Ocak 2020 Pazartesi

Karanlık Armoniler

Bela Tarr'ın Karanlık Armoniler adlı filminin başında bir güneş tutulması sahnesi vardır. Bir taşra barının içindeki adamlar ile canlandırılan sahne, daha filmin en başında sizi kendine çeker. Janos Valuşka'nın anlatımı ile şekillenen bu dokunaklı sahne, hayata dair detaylar barındırır. Varlık ve yokluk arasındaki ince çizgide ilerleyen Valuşka; günün ve geleceğin insanın üzerinde bıraktığı tüm sirayeti ekrana taşır. Bir bölümünü aşağıda paylaşmak istedim: 

"Her şeyin içinde hala yaşam var. Tepeler çökecek mi? Cennet üzerimize mi düşecek? Dünya altımızdan açılacak mı? Bilmiyoruz. Bilmiyoruz, bize hücum eden tam tutulmayı. Ama yersizdir korkmak. Bitmedi. Güneş’in yanan kütlesinde Ay yavaşça süzülüp geçer. Ve Güneş tekrardan, Dünya’ya doğru patlar ve parıltı tekrar ulaşır. Sellere karşı Dünya’yı ısıtarak kurtarır. Derin duygu herkesin içine işler. Karanlığın ağırlığından kaçarlar."