26 Eylül 2020 Cumartesi

Alexis

Dışarıda öyle güzel bir lodos var ki, bir müddet oturup geceyi izledim. Evlerden yansıyan sarı ışıklar, günün yorgunluğu ve gecenin belirsizliği ile evlerine sığınmış yorgun insanlar. Elimde yine Marquerite Yourcenar'ın Alexis Ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı adlı metni var. Diyor ki bir yerinde; "kelimeleri o kadar çok kişi kullanıyor ki Monique, artık kimseye uygun düşmüyorlar". Dünyanın en dokunaklı vedasına sahiptir nazarımda bu metin. Uzun bir mektup olmasına rağmen; Alexis'in naif itirafları sarıp sarmalar her seferinde beni. İtiraf etmeliyim ki, tarifsiz bir hüzün de verir. İnsanın açmazları ne kadar acı, bir o kadar da kıymetli. 

Hayatım boyunca taraf seçmekten çekindim, ille de bir tarafta yer almak gerektiğinde hep kendi tarafımda yer almayı seçtim. Benliğime ulaşmaya çalışırken aslında beyhude bir çabanın içinde olduğumun farkında değildim. Belki de hala farkında değilim tam olarak; kendimi eğitmem gereken konular ile kendimi serbest bırakmam gereken konular arasında bocalayıp duruyorum. Kendimize dair ne kadar az şey biliyoruz; oysa her konuşmamızda ne kadar çok şey bildiğimize dair tasarrufsuz sözcükler kullanıyoruz. Dilin, çoğu zaman hisleri aktarmakta yetersiz olduğunu düşünürdüm; Yourcenar da öyle düşünüyormuş. Bir şeyleri yazıya dökmek ile yazıdan anlam çıkarmak arasındaki mücadelem, sanırım tam olarak beni yansıtıyor. Başlığın altında yer alan henüz yirmisine bile girmemiş gencin söylediği "ne orada ne de burada" ifadesinden anladığım ise; zaman içinde pek de değişmediğim. 

Zamanı çizgisel olarak değil de sarmal olarak algılamaya başladığımdan beri; dönüp dolaşıp aynı yere geldiğimiz kanaatindeyim. Olmaya çalışmak yerine var olmak sanırım benim için en doğrusu. Bir türlü gerçekleştiremediğim şey de buyken üstelik. Belki de tamamen bırakmak, kendimden vazgeçmeden zamanın beni alıp götürmesini istemekteyim, ama sürüklenmeden. 

13 Eylül 2020 Pazar

Gustave Flaubert: Madame Bovary

Elimde şu an, Hasan Ali Yücel klasikler dizisinden Madame Bovary var. Fransızca aslından Nurullah Ataç ve Sabri Esat Siyavuşgil tarafından çevrilmiş. Hazır, romanı yeni bitirmişken, kokusu burnuma kadar gelen taze bir ıhlamur kaynattım ve metin hakkında birkaç kelam etmek için buraya geldim. 

Dönemi için oldukça cesur ve çarpıcı bir metin olduğunu söylemem gerekir. Ahlak anlayışını sorgulayan bu metinde, Flaubert'in olabildiğince objektif davrandığını söyleyebilirim. Yer yer, içten içte Madame Bovary'i suçlu bulduğunu hissetsem de, okurlarına bunu elverdiğince sezdirmemeye çalışmış. Madame ise çok geniş çaplı bir incelemenin konusu olmalı kesinlikle. Özellikle günümüzde dahi tabu konular arasında yer alan yasak aşk ve kadın cinselliğinin, var oluşunun; 1850'li yıllardaki tezahürü var karşımızda. O dönemi değerlendirebilmek için, elbet Fransız tarihine de aşina olmak gerekli. 

Madame Bovary'i pek çokları pek çok açıdan suçlu bulmuş olabilir, okurlar hüküm vermek kısmında genel ahlak anlayışı çerçevesinde ona karşı bir hin beslemiş dahi olabilir. Fakat bir kadın düşünün, genç bir kadın, hayatı seven, hareketli ve içinde sonsuz bir yaşam enerjisi taşıyan bir kadın. Taşrada yaşamış, etrafında hep belirli hadiseler cereyan etmiş ve rutinin dışına çıkamamış bir kadın. Bir evlilik, bir çocuk ve oldukça iyi ve saf yaradılışlı bir koca. Elbette burada kocası Charles'ın durumu bambaşka bir boyut kazanıyor. Eşinden hiç şüphe etmiyor, ona sonsuz güveniyor, onun her hareketinde bir güzellik buluyor ve onun her istediğini yerine getirmeye çalışıyor. Bu öykü kimin öyküsü diye sorduğumuzda sanıyorum Charles'ın öyküsü demek daha doğru olacak. 

Madam Bovary'nin ruhu taşraya sıkışmış, Yonville'in rutin ve de değişmez ruhundan kaçıp kentin her saniye değişen, türlü hadiselerle dolu, renkli dünyasına adım atmak istiyor. Metin boyunca kendisine hiç kızamadım, hak da vermedim. Hepimiz bu sıkışmışlığı yaşamıyor muyuz? Bir türlü kendimizden ve seçimlerimizden emin olamıyoruz, bizi saran türlü ruh hallerinin içinden bazen öyle bir kasvet yükseliyor ki; Madame Bovary'nin hissettiği o sıkışmışlıkta buluyoruz kendimizi. Üstelik sevgi bir kereye mahsus mudur diye soruyor insan? Daha fazlasını istemek zayıf bir karakter belirtisi midir? Yoksa bazılarımız buna doğuştan mı meyyaldir? 

Aslında bu bir haklı haksız tartışması değil, etik bir tarafı ise asla yok bana kalırsa. Yargı dağıtmaya pek hevesli tavrımızın, Madame Bovary'e bol bol yargı dağıtması olasıdır. Ölmeden önce şöyle diyor:

"Ölüm de pek önemli değilmiş. Uyuyacağım ve her şey bitecek." 

Büyük bir hız içinde yaşadığı hayattan büyük bir hız ile ayrıldı. Belki de hiçbir şeyden pişman olmadı. 

Belki de kadını anlamaya Madame Bovary'i anlamakla başlayabiliriz, ilk etapta kulağa oldukça cüretkar geliyor. Fakat neden olmasın? Her birimizin ahlak anlayışı bizi Madame Bovary karşısında bir araya getirebilir hatta belki de uzlaştırabilir, hatta belki de bize set çeken o ahlak anlayışını yok edebilir. Birilerini yargılamak çok kolaydır, yaşamak ise zor. Madame Bovary'i ise yaşamayı seçti. Genç yaşında ölmesine rağmen. 

Son olarak, Charles'in son bölümde Rodolphe ile karşılaşmasında hissettikleri beni çok etkiledi. Çok sevdiği karısı Emma'ya kızmak yerine; karısının aşık olduğu adamın yerinde olmak istedi. Bunu tarif etmesi çok zor; katışıksız bir sevgiye rastlıyoruz belki burada. Üstelik sevmenin bir eğrisi doğrusu yok iken. Bence metnin en etkileyici bölümüydü. 

Bu güzel öykü için Flaubert'i minnetle anıyorum. Edebiyata bıraktığı bu metin, eminim ki daimi olarak yaşamaya devam edecek. 

1 Eylül 2020 Salı

Friedrich Seidel: Sultanın Zindanında (Osmanlı İmparatorluğu'na Gönderilen Bir Elçilik Heyetinin İbret Verici Öyküsü 1591-1596)

Daha evvel yazdığım yazılarımın birinde Kitap Yayınevi'nden ve yayıma hazırladıkları değerli eserlerden bahsetmiştim. Dün bitirmiş olduğum ve beni çok etkileyen bir anı-seyahatname kitabından bahsetmek istedim bu yazımda. 

Friedrich Seidel, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun Osmanlı İmparatorluğu'na 1591 yılında yolladığı elçilik heyetinde eczacı olarak görev yapmaktadır. Konstantinopolis'e gelip dönemin elçilerinin konakladığı Alman Evi'ne yerleşir. Önceleri her şey yolundadır, Seidel o dönemde Konstantinopolis'teki hayatın bir portresini çizer. Şehir yaşantısından bahseder, insanların gündelik yaşamlarını aktarır ve aynı zamanda Alman Evi'nde ve elçiliklerde yaşanan çeşitli olayları çok canlı bir şekilde anlatır. 

Fakat mutluluğu uzun sürmez; dönemin sultanı III. Murad Avusturya'ya savaş açınca Seidel ile elçilik heyetindekilerin başına gelmeyen kalmaz. Önce, Kadırga civarındaki hapishaneye kapatılırlar. Ardından taş kadırgalarında forsa olarak çalıştırılmaya başlanırlar ve bir süre sonra da Kara Kule'de bir esir hayatı yaşarlar. Eseri okurken Seidel'in ve arkadaşlarının başına gelen talihsiz durumlar beni çok üzdü. 

1596 yılına gelindiğinde III. Mehmet döneminde nihayet özgürlüklerine kavuşurlar ve Seidel de yaşadıklarını kaleme alır. Özellikle sultanın sarayına, özgürlüklerini talep etmek ve yaşadıkları durumu anlatmak için gittikleri kısımlar beni çok etkiledi. O dönemi canlı bir şekilde yaşamak ve Seidel ile birlikte hayatın birkaç yılını gözlemlemek, üstelik 1590'lı yıllara seyahat etmek isterseniz metin gerçekten büyüleyici. Türkis Noyan'ın emeğinin ve çevirisinin de hakkını vermek gerektiğini düşünüyorum zira hiç kolay bir iş değil. 

Seidel özgürlüğüne kavuşunca ben de özgürlüğüme kavuşmuş gibi hissettim. Özgürlük ne kadar değerli!