31 Mart 2016 Perşembe

Küçücük, Minicik, İçi Dolu Turşucuk Mutluluk

Herkesin mutlu olduğu şeyler farklıdır öyle değil mi? Mesela sizi en çok mutlu eden şeyler nelerdir günlük rutininiz içinde? Öyle ütopyalara, hazmı zor hayallere ve reyhanlı rüyalara gerek yok. Merak ediyorum sadece. 

Misal ben bugün neler yaptım? Gün içinde nasıl mutluluklar çıkardım ve neler pay biçtim kendime en pileli, en gösterişlisinden?

Sabah çalıştığım okuldan geldim, on günlük bir bahar tatiline girdik. Sonra biraz müzik dinledik annemle. Ödemelerim vardı onları yaptım internet üstünden. Sonra annemi de aldım yürüyüşe çıktık, o sırada bir ucuzcu dükkan bulduk. Ucuz bir masa aynası, bir adet bodrum menekşesi (en beyazı ve en laciverdinden, tanrım o ne güzel bir renk uyumu öyle), sarı renkli bir saksı beğendim, annem el radyosuna pil aldı, masama ucuzundan bir not kağıdı aldım ve çıktık. Eşyaları eve bırakıp kahve faslına başladık. Annem kahve yaptı, ben de balkonda çiçeği diktim. Can suyunu verdim. 

Sonra ben kitapçıya gittim. On günlük tatilim için üç kitap aldım. Oğuz Atay, Bilge Karasu ve Ali Lidar. Yanına da indirimlisinden iki dvd aldım. Arjantin Hikayeleri ve Hayatımın Yazı.

Ben kitapçıdan geldim, yine dışarı çıktık annemle. Hava güneşli, güzel ya. Mutluluk dozajını en üstte tutmaya çabalıyoruz. Gelirken dükkandan kır pidesi almıştım. Fırında patates yaptık hemen. Plastik kaplara ve bez torbaya doldurup parka gittik. Oturduk, sohbet ettik yedik içtik. Ben anlattım annem dinledi, annem anlattı ben dinledim ama en çok ben anlattım. 

Asansöre binerken: "Hadi anne, asansöre oynayarak binelim" dedim. "Tamam" dedi, gülüştük. 

Bazen ruhum sıkılıyor, kendimi çok melankolik buluyorum. Hatta kendim için burada melonkalik yazarken bile gözüm seyirebiliyor, seyirdi. Ruhu uyanık tutmanın formülü ya da mutlu olmanın ezeli iksiri nedir bilmiyorum, bilen var mı onu da bilmiyorum. Ama küçücük, minicik içi dolu turşucuk mutluluklar, o geri dönülemez anlar var ya. Yalnızca o zamanlar ruhumu huzur kaplıyor. Gece yarısı kalkıp portakal yemek gibi, ya da ağza bir tanecik karanfil atmak gibi. Gece yarısı çişe gidip uyuklamak ya da yorganın altından uykulu uykulu uzanıp, ayak altını kaşımak gibi. Minik ama değerli, tatmin edici. 

Çorap

aç değil, açık değilim
kaçığım çorap gibi
kış gününde
ufaldım, ezildim
öldüm de dirildim ah önünde

neden istiyorsun 
uzaklara gitmemi
neden götürmedin
bir çay bahçesine
ne bir sinema
ne bir burgazada oldu ömrümde

içi su dolu odalarda
boğulduğu cümlelerde
ayrılmak için aradığım cümlelerde
kutularda, bavullarda ve kolilerde
ayrılmak için aradığım cümle
hangi çekmecede

kalben

30 Mart 2016 Çarşamba

Eurovision 2016 Favorilerim












Eurovision benim için çocukluğumdan beri çok başka bir heyecan, mutluluk. Her sene aylar öncesinden şarkıları takip etmeye, şarkıcılar hakkında geniş araştırmalar yapmaya ve favoriler listesi yapıp, çıkarımlarda bulunmaya bayılıyorum. Bu sene okuldan iki öğrencimin de Eurovision hayranı olmasını öğrenmem ile birlikte iş daha da keyifli hale geldi. Aralarda sürekli yorumlar yapıp şarkıları dinliyoruz. O zaman geçen seneki Eurovision için yaptığım gibi sondan başa favorilerimi sıralamaya başlıyorum: 

6. Macaristan 

Bu yıl Macaristan'ı, Pioneer adlı şarkıcı temsil ediyor. Oldukça güçlü ve tok bir sesi var. Şarkısı "Freddie"nin de güzel bir tınısı var. İlk dinlenildiği andan itibaren kendini diğer sıradan şarkılardan ayırt ediyor. Macaristan'a yarışmada başarılar diliyorum.

5. İsveç 

Bu yıl İsveç'i temsil edecek olan genç şarkıcı Frans Melodifestivalen'de çok beğenildi. Şarkısı "If I Were Story", Eurovision standartlarının oldukça üstünde bir şarkı. Gayet özgün ve hoş tınıları var. Bu yıl Melodifestivalen'e katılan Oscar Zai'nin "Human" isimli şarkısını daha çok beğenmiştim. Lakin finalden Frans ismi çıktı. Şüphesiz ki ilk beşte yer alacaklar. Başarılar diliyorum İsveç'e.

4. Hırvatistan

Hırvatistan benim Eurovision'da başarılı bulduğum ülkelerden biri. Ülkelerine, kültürlerine has çok güzel tınıları var. Bu onları Eurovision sahnesi için farklı kılıyor. Bu yıl Hırvatistan'ı Nina Kraljic "Lighthouse" adlı melodik, şiirsel şarkısı ile temsil ediyor. Şarkı çok çok güzel, içe işleyen bir havası var. Hırvatistan'ın da ilk beşte yer alacağını düşünüyorum. Başarılar Nina.

3. Hollanda

Bu yıl Hollanda'yı Douwe Bob "Slow Down" adlı şarkısı ile temsil ediyor. Douwe çok genç bir adam, oldukça sempatik ve tatlı bir duruşu var. Şüphesiz bu ona, Eurovision için artı puan getirecektir. Şarkısı Slow Down'da biraz country havası var. Ben çok beğendim, umarım başarı olurlar. 

2. Estonya

Bu yıl Estonya'yı Jüri Poostmann adlı genç şarkıcı temsil ediyor. Şarkısının adı "Play." Kimse Estonya'yı ikinci sıraya alıyor olmama anlam veremedi lakin bence enfes bir şarkı. Jüri'nin soğuk ve asil bir havası var. Bu tarz şarkıcıları çok beğeniyorum. Şarkısının da hem hüzünlü hem de güç verici bir yanı var. Çok başarılı olabileceğini düşünmüyorum; Eurovision kitlesinin verdiği oylara bakıldığında. Lakin benim uzun süreler dinleyeceğim bir şarkı olacak Play. Başarılar Estonya. 

1. Fransa

Şüphesiz ki bir numaramda Fransa var. Amir'in seslendirdiği "J'ai Cherche" bence bugüne kadarki Eurovision şarkıları içerisinde en iyi olanlardan biri. Şarkıya hakim olan umut ve başarı duyguları, beni her dinlediğimde kamçılıyor. Klip ayrı güzel, Amir ayrı güzel, şarkı ayrı güzel. Gerçekçi bakıldığında Amir iyi bir sıralama alacak gibi ama maalesef önümüzde kocaman bir Rusya engeli var. Her ne kadar benim hiç desteklemediğim Rusya birinci çıkacakmış gibi dursa da, bence kesinlikle bu Fransa'nın hakkı. Başarılar Amir.

29 Mart 2016 Salı

Deniz Arslan: Rehavet Havası

Hikaye, bir süre önceye kadar çok fazla okuduğum bir tür değildi. Romanın yeri gözümde çok başkaydı. Lakin son dönem yazarlarının öykü kitaplarını okumaya başladıkça, bunun bir ön yargıdan ibaret olduğunu anladım. Eskilerden gelen sağlam edebiyatçılarımızın yanında, yeni nesil yazarlar öykü dalında iyi işler çıkarıyor. Bunlardan bir tanesi de Deniz Arslan. 

Mine Söğüt'ün öykülerinden sonra Deniz Arslan'ın İletişim Yayınlarından çıkan "Rehavet Havası" adlı öykü kitabı, yoğun iş temposu arası molalarımda çok iyi geldi bana. Çok eğlenceli ve çekincesiz bir dili var. Genel olarak kitabı okurken epey güldüğümü belirtmeliyim. Özellikle "Çaresizlerin İç Çekişi Keşanlı Maksut Hoca" isimli öyküsünü çok sevdim. Toplumsal gerçekleri epey eğlenceli bir dil ile işlemiş yazar. Öyküden bir alıntı yapmak istiyorum: 

"Şimdi hocam kayfede yahut evde yeri geliyo ağzımızdan küfür gaçıyo, öyle sinkaflı deel. Ama, söz meclisten dışarı, mesena dürzü diyoz, yeri geliyo pezevenk yahut dambılağızlı, annaçgötlü, gabazeyin gibi kelimeler gullanıyoz. Bunnarın günahı nidir hocam? Sinkaflı küfürnen aynı mıdır? Ayriyeten hocam gayrıihtiyari çıkmışsa bunnar ağzımızdan, aptesti bozar mı?" 

28 Mart 2016 Pazartesi

Mandalina Rengi Bir Kedi ve Geçen Her Ayrı Gün

Her günün ardından eve dönüş, ciddi anlamda huzur bulduğum tek hadise. Yorgun ve uykusuz iş dönüşü, çocuk gürültüsü yok. Huzurla ortanca anahtarı çevirip açtığım evimin kapısını bile seviyorum. Kapıyı açıp iki dakika aralık tutuyorum çünkü sitede beslediğim kediler geliyor kapıya, kendini sevdirmeye. "Bütün gün kapıdalar. Sen gelince canhıraş sevinç çığlıkları yükseliyor küçücük bedenlerinden. Düpedüz heyecanlanıyorlar, seni çok özlüyorlar. Aşık bunlar sana bak, bak demedi deme. Kedi ile insanın aşık olduğu görülmüş mü ayol, ilahi neler geveliyorum ben de" diyor annem.

Eve girer girmez bir kahve yapıyorum kendime, yeni aldım daha, ucuz bir şey. Kapsüllü. Kredi kartıma hediye gelen puanlardan. Aldığım yerde çok ilgileniyor bir adam benimle. Küçük boylu, yüzü yorgun ama gözleri gülüyor. Usanmadan yarım saat bana kahve makinesini anlatıyor, sonra da üç çeşit kahve yapıyor. Üç çeşit, üç özellik, üç duygu, üç adımda kasaya varıyorum. Önlüğünün altından uzattığı karttan ismini gösteriyor. Hani abi diyor, gidince eve yeni makinende kahveni içerken mis gibi, bizim firmanın sitesine girip benim hakkımda güzel şeyler yazar mısın? Karşımızdaki insandan bir şeyler isterken utanıp sıkılırız ya, hemen yüzü değişiyor, mahcup. Elbette diyorum, eve gelince kahve makinesini açmadan önce birkaç bir şey yazıyorum adam hakkında. Çalıştığı dükkanda daha iyi yerlere geldiğini düşünüp seviniyorum. 

Gün içinde tanımadığım insanlarla kurduğum diyaloglar beni çok etkiliyor. Oturup, onların hayatları hakkında düşünüyorum. Market insanları mesela… Bazen hiç umursamıyorum onları, tek amacım kasadan geçirdiğim ürünleri alıp eve gitmek. Her seferinde ihtiyacından daha fazla alan insanlar, her seferinde gerekenden daha fazla zaman harcayan insanlar. Bazen de yüzlerine uzun uzun bakıyorum. Kasa insanları mesela… Nasıl bir his acaba? Saatlerce kasa başında durup bir sürü yüze, mimiğe, saça, tene, tırnağa, kıla, tüye bakmak. Acaba onlar ne düşünüyor bizim hakkımızda? Mesela bizim evin üstündeki market, marketteki kasiyer kız. Her gün eşarbını değiştiriyor. Her seferinde bana abi diye hitap ediyor. Oysa aynı yaştayız.

"Abi 20 lira tuttu bunlar."
"Abi iki lira on beş kuruşun var mı?"
"Bizde o dediğinden yok abi ama patrona sorarız yine de."

Neden karşısında gördüğü ve hiç tanımadığı gençten bir erkeğe abi diyor? Toplum bunu mu istiyor? Bana ismimi sorsa, bana ismimle hitap etse ya da sadece beyefendi dese daha eşit konumda olmuyor muyuz o zaman? Abi demek onu geri plana itmiyor mu? Toplumdaki kadın erkek eşitsizliğinin altında aslında bu nüans yatmıyor mu? Ne çok abimiz var öyle değil mi?

O gün market çıkışında mandalina renginde, kabarmış diş etli, yaşlıca, tombul bir kedi görüyorum. Hemen markete dönüp bir paket balıklı kedi maması alıyorum. Ayaklarıma sırnaşıyor. Oturup onun mamayı bitirmesini izliyorum. Bu bana zevk veriyor. Neden başkaları yemek yerken izleme ihtiyacı duyarız? Bu bize ismini koyamadığımız bir çeşit tatmin mi sağlar? Anneler de çocukları yemek yerken bundan zevk alırlar ya, içimizde bir tutam anne kırıntısı mı var acaba? Keşke öyle olsa. 

İnsanlar akın akın markete geliyor, bense çıkıyorum dışarı. Elimdeki kedi mamasını gelişigüzel serpiştirerek. Hansel ve Gratel gibi. Yorgun ve argın ilerliyorum sokakta. Mandalina rengi bir kedi için… Yaşama sevincim birden mandalina rengi kedi oluveriyor.

26 Mart 2016 Cumartesi

Bazı Günler Unutulmaz

Ayaklarım değiyor suya
Yaz mı geldi, bu bir hayal mi
Bilmem boş ver

Bir öykü var kucağımda
Ama uyuttum
Uyanmaz artık asla

Bazı günler unutulmaz
Kokusu vardır, rengi hatta
İnan bana

Bazı günler hatırlanır
Tek taraflı
Bir taraf söner gider daima

Veda zamanı, veda 
Ağlama, ağlama sadece el salla
Yok olanlar, unutuldu, unutulsun
Geriye dönüp bakma
Kendine bunu yapma

Ayaklarım değiyor suya
Yaz mı geldi, bu bir hayal mi

Melis Danişmend

24 Mart 2016 Perşembe

Etin Cinsel Politikası: Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram

Vejetaryen olmamın üzerinden tam yedi ay geçti. İnsanların, herhangi ciddi bir hastalıkla karşılaşmadıkları sürece beslenme hususunda radikal kararlar almaları oldukça zor. Bu kararı alırken elbette bir araştırma evresinden geçtim. 23 yaşıma kadarki beslenmemi gözden geçirdiğimde az sayılamayacak miktarda tavuk ve balık eti tükettiğimi fark ettim. Kırmızı eti çok az tüketmekle birlikte yine de tüketir durumdaydım. Genel olarak et yemeyi seven bir insan değildim. Evimizde de sebze ve zeytinyağlı ağırlıklı besleniriz. 

Çevreye karşı olan duyarlılığımın da artmaya başladığı, daha doğrusu daha fazla bilinçlenmeye başladığım bir dönemde et yeme durumumu da sorgulamaya başladım. Televizyonlarınızı açtığınızda et yemenin sağlık açısından oldukça gerekli olduğunu söyleyen bir sürü diyetisyen, doktor bulabilirsiniz. Ama ne hikmettir ki bir tane bile vejetaryen beslenmenin sağlık açısından mühim olduğunu söyleyen bir diyetisyene ya da doktora rastlayamazsınız. 

Vejetaryen olmaya karar verdiğim dönemde bir takım belgeseller izledim. Mesela "Forks Over Knives", "Food INC." ve "The Cove" gibi... Düşüncemin şekillenmesinde bu tarz belgesellerin oldukça etkisi oldu. Daha sonra biraz döküman analizi yaptım. Ardından elime harika bir kitap geçti. Carol J. Adams'ın kaleme aldığı, Ayrıntı Yayınları tarafından basılan "Etin Cinsel Politikası: Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram."

Vejetaryen olduğumdan beri girdiğim tüm ortamlarda insanlar benimle alay etmeye başladı. Başlarda bu moralimi çok bozuyordu. Çalıştığım okulda vejetaryen menünün olması benim için bir avantaj iken ve beni çok mutlu ediyorken, yanımda et yiyen insanların sürekli beni eleştirmelerinden ve alaylı ifadelerinden sıkılır hale gelmiştim. Yaşadığım bu durum ile ilgili tezlerimi kuvvetlendirmek adına, bu kitap bana çok büyük bir referans oldu. Asla çantamdam ayırmıyorum.

Adams, kitabında feminist-vejetaryen kuram eşliğinde; ataerkil düzeni ve muktedirliği et tüketimi ve toplumsal yemek alışkanlıklarımız üzerinden değerlendiriyor. Kadının toplumdaki yeri, cinsel hayattaki konumu, pornografi, ilk insanlardan itibaren süregelen beslenme biçimlerimizin kadınlık ve erkeklik algısı üzerindenki etkilerini gayet açık ve bilimsel araştırmalar eşliğinde anlatıyor. 

Vejetaryen arkadaşlara şiddetle tavsiye ediyorum. Bu kitap; bir ortama girdiğinizde, neden vejetaryen olmayı tercih ettiğinizi, bunun size ve doğaya kattıklarını gayet açık ve bilimsel şekilde aktarmanızda çok büyük destek olacaktır. Et tüketen insanların da muhakkak okuması gerektiğini düşünüyorum. Et yemeyen insanların bu konudaki düşüncelerini, argümanlarını öğrenmeleri ve onlarla empati kurabilmeleri için. 

20 Mart 2016 Pazar

The Motel Life

The Motel Life, dilimize Yaşamın Kıyısı ismi ile çevrilmiş, 2012 yapımı bir Polsky Brothers filmi. Kenarda kalmış filmlerden bir tanesi, es geçilmiş. 

Annesiz ve babasız büyümüş iki erkek kardeş. Frank ve Jerry Lee. Oradan oraya sürüklendikleri bir hayat, peşlerinde bıraktıkları bir ceset, birbirlerine ve hayata tutunma çabaları...

İki yetişkin erkek kardeş arasındaki ilişki ve dayanışma bu kadar içten, sade ve apaçık anlatılabilirdi. Bir kış filmi The Motel Life. Dakota Fanning'i de görmek oldukça güzeldi. Kendisi filmde Frank'in sevgilisini canlandırıyor. 

The Motel Life'ı güzel kılan hususlardan biri de, Frank'in kardeşine anlattığı hikayeleri, kısa animasyonlar olarak izleme olanağı bulmamız. Enfes olmuş. Pazar sineması için, içten bir seyirlik. 


19 Mart 2016 Cumartesi

Bilge Karasu: Kılavuz

İlk kez Bilge Karasu okuyorum, satırlar arasında kaybolurken bir anda bir paragrafta tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Defalarca okudum paragrafı. Buradan da paylaşmak istedim, paragrafın beni bu kadar etkilemiş olması eski sevgilimle yaşadığım ayrılığı ifade ediyor olmasından kaynaklanıyor. Sürekli düşündüğüm ama bir türlü dile getiremediğim hissiyatı Bilge Karasu sanki yıllar önce benim için ifade etmiş, kaleme dökmüş. Edebiyat da bu değil midir zaten? Okuduklarımızda kendimizden izler bulmak...

"Kişilere, nesnelere, kendine bağlanırsın; bir gün bunlardan koparsın da. Gerekeni yapmadığını düşündüğünde haklısındır, değilsindir, bilinemez ama, o anda, kopmuşluğunu yaşıyorsundur belki. Kopmuşluk, ölüm de demektir. Bir ölümü yaşarken -ya da, beklerken- bağını öldürmen, duyacağın acıyı azaltmak istediğinden ilerigeliyor da olabilir. Senin sözündü: 'İkimizle ilişkili kararlarını kendine kendine veren bir sevgili karşısında', öyleydi, değil mi?, 'çekilmekten başka çıkar yol bulamadım.' Kırıldığın, gücendiğin için yaptığını sanmış olabilirsin bunu. Bana sorarsan, kendini savunuyordun, daha çok acıyı daha çok duymamak için; sevgiyi kendi elinle azaltmağa, koparıp yolmağa kalkıyordun... Bir şeyleri silerek bir geçmişin yükünü yeğnileştirmek, azaltmak... O ölçüde, kim bilir, geleceğini biraz olsun özgürleştirmek... Öyle kopuşlar güçtür, izi kalır; kopmağa kalkmak kendini de parçalamaktır." 

Tezer Özlü: Çocukluğun Soğuk Geceleri

"Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun. Bir haykırış! Sessizce yatağa dönüyorum. Ölümü ve yokluğu uzun süre düşünmeye zaman kalmıyor. Şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor. Korkacak bir şey yok. Kırlarda koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum. Hep kırlar. Esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım. Birazdan ölüm beni alacak."

17 Mart 2016 Perşembe

Üç Yol

Üç Yol, Faysal Soysal'in yönetmenliğini yaptığı muhteşem bir güzelleme. Bosna Hersek, Batman Hasankeyf ekseninde gelişen hayatlar. Bir acının peşinden koşan Bünyamin, kendini asla affetmeyen ve ilmek ilmek hikayesinden kaçan... Bosna'da, Bünyamin'in rüyalarını süsleyen mavi elbiseli bir kadın, Züleyha.

Üç Yol, Bünyamin ve Yusuf'un hikayesinin peşinden giderken Anadolu'yu, Bosna Katliamı'nı, Hasankeyf'in sular altında kalacak olmasını aynı potada birleştiriyor ve ortaya adeta görsel bir şölen, bir yaşanmışlıklar bütünü çıkıyor. 

Kürtçe, Türkçe, Boşnakça ve İngilizce... Her biri kültürümüzün içinde, içimizde... Yusuf ile Züleyha'nın aşkı... Mesnevi'den öyküler, hat sanatı, Anadolu kültürü...

Üç Yol enfes bir film olmuş, masalsı anlatımı ve müthiş kareleri ile iliklerime işledi. Emeği geçen tüm herkese canı gönülden teşekkür ederim. 

Hep söylerim, hikayelerimizi sandıklarımızdan çıkarmadıkça ortak bir dil geliştirmemiz mümkün değil. Dağlar ile denizler, acılar ile mutluluklar, uzaklar ile yakınlar birleşmediği sürece birbirimizi anlamamız çok güç, barışmamız çok güç. Oysa kültür birliği ne de güzel bir şey öyle değil mi?

Hep hayalimdir, bir gün tek başıma Anadolu turuna çıkmak. Hikayeler dinlemek, semboller toplamak, kendimi bulmak... Bir kısmını Hakkari ve Van maceram sayesinde çok erken yaşlarda gerçekleştirme şansı buldum. Umuyorum ki devamı gelecek, zamanı var... 

15 Mart 2016 Salı

Bilme İsteği

Bilmiyorum sizde de böyle bir his var mı? En açık şekilde nasıl ifade edebilirim emin değilim ama bende, beni çok fazla rahatsız eden bir "bilme isteği" var. Buna "bilme isteği" diyorum. 

En büyük hayalim olan üniversiteyi İstanbul'da, iyi bir okulda okudum. Öğretmen oldum. Ki bunu istiyordum. Ardından benim için yeterli gelmedi bu. Yine aynı üniversitede yüksek lisans eğitimime başladım. Bitmek üzere, tez yazıyorum. Ama aradığım şey bu da değilmiş. Tamamladıktan sonra bir bölüm daha okumak istiyorum. Sanat ile ilgili olsun diyorum. Bu beni tatmin edecek mi ondan da emin değilim. 

Bir sanat ve kültür sitesinde yazılar yazıyorum. Tiyatro, edebiyat, müzik ve sinema üzerine genelde. Bu beni çok mutlu ediyor. Blogumda aktif olarak sekiz yıldır yazılar yazıyorum. Sanat, edebiyat ve kişisel yaşam ağırlıklı. Bu da beni çok mutlu ediyor. 

Bunların dışında, iki yıl bir vakıfta eğitim sorumluluğu ve gönüllülük yaptım. Roman mahallesinde bir okul, doğu topraklarında sınır bölgelerinde gönüllü öğretmenlik yapmışlığım var. İşaret dili tercümanlığı eğitimim var. Tüm bunların dışında bir sürü sertifikam, aldığım kısa süreli eğitimler var. Kişilik analizinden tutun da çocuk bakım uzmanlığına kadar pek çok eğitim aldım. Doğa kamplarına katıldım, bilimsel kamplarda bulundum. Mesleğimle ilgili pek çok eğitim aldım. Yeterli mi? Asla değil. 

Ülkenin en iyi okullarından birinde çalışıyorum. Bir önceki okulum da çok prestijliydi. Bu idealimi de gerçekleştirdim. Ama bir şekilde bu da yeterli değil benim için. Bazen çıldıracak gibi oluyorum, rahat zamanlarımda kendime çok kızıyorum. 

Çok fazla edebiyat okuyorum. Roman, hikaye, dergi, gazete elime ne geçerse okuyorum. Bilinçli bir okuyucuyum bu konuda. Hatta bu aralar bu "bilme isteğinin" endişesini hat safhada, iliklerime kadar hissediyorum. Sosyal hayatımı son iki aydır neredeyse sıfırladım. İşten artan kalan vakitlerimde sürekli edebiyat okuyor ve sanat filmleri izliyorum. Bağımsız sinema benim için bir tutku. 

Tüm bunları yaparken hala büyük bir arayış içerisindeyim. Öğrenecek ve okuyacak onca şeyimiz var. Bu sizi rahatsız etmiyor mu? Ben sürekli bunun endişesini duyuyorum. Daha fazla ne yapabilirim diye soruyorum kendime, yaptığım şeyler yeterli gelmiyor. Farkındayım ki her şeyi öğrenmem mümkün değil, her şeyi bilmem. Ama daha fazlasını yapabilirim diyorum. 

Bazen bunun için mutluluk duyuyorum. Yaşam nedenimizden tutun da dinlere kadar her şeyi sorguluyorum. Sorgulayabildiğim için mutluluk duyuyorum. Ama bir yanım da hep endişe halinde. Daha çok genç olmama rağmen zaman çok hızlı akıyor gibi geliyor ve daha kat etmem gereken çok fazla yol var. Yoksa aklımı mı oynatıyorum emin değilim? Bu arayış hali akıllı işi mi yoksa deli işi mi inanın onu da bilmiyorum. Sonu nereye varacak merakla bekliyorum.

Gönlümdeki Köşk Olmasa

Gönlümdeki Köşk Olmasa; Danimarka, İzlanda ve Türkiye ortak yapımı 2002 tarihli bir sinema filmi. Filmin Türkiye yapımcılığı Ömer Kavur'a ait. Yönetmeni ise Elisabeth Rygaard. 

Film, küçük Osman'ın gözünden anlatılıyor. Anadolu'nun küçük bir bölgesinde, bir köyde yoksullukla büyüyen Osman. Dedesinin kızgınlığı, kini yüzünden ailecek sokağa atılmışlar. Köylülerin yardımı ile bir çadırda yaşıyorlar, bir yandan da kendilerine kerpiçten bir ev yapma telaşındalar. 

Osman'ın hayalleri var. Her şeye rağmen çocuk mutluluğu gönlünden hiç eksik olmuyor. Aşık Emmi'nin yanından ayrılmıyor, onun öğütlerini, hayata dair kıssadan hisselerini ve türkülerini dinliyor. Tek isteği dut ağacından yapılma bir saza sahip olmak. 

Film, Anadolu geleneklerini anlatırken, binbir güçlükle, yoksullukla, yaşam mücadelesi ile hayatını devam ettiren halkın hayatına da ışık tutar. İyiler ile kötülerin savaşı, aile bağları, ölüm, hastalık, terk edişler... Anadolu'daki aşık geleneği...

Küçük Osman'ın hayat hikayesi izlemeye değer. 

Mine Söğüt: Deli Kadın Hikayeleri












"Bir keresinde
yerkürenin çekirdeğinde yanan 
ateşe tutulmuştum.
Saçlarımdan tutuşmuştum.
Bir keresinde bir jilete aşık olmuştum.
Ne kadar ince damarım varsa hepsini tek tek kesmiştim.
Akan kanda geleceğimi içmiştim.

Annesinin kocaman parlak gözleri vardı. Saçları, oksijenle açılmış, kalın kızıl sarı halatlar gibi omzundan beline akardı. Kocaman kalçaları, kocaman elleri ve kocaman ayaklarıyla etrafına her daim asabiyet saçardı. Henüz annesinin onu dolunaylı bir gecede, kasabanın garındaki hurda vagonlardan birinde, bir başına, çığlıklarını demir gürültüsüne kata kata doğurduğunu bilmiyordu. Dünyayı pis bir döşek, bitmesin diye az, çok az yakılan ve üstünde yoksul çorbalar kaynayan küçük mavi bir tüp, bir de içi paçavra dolu tahta bir valizden ibaret sanıyordu... Annesi onu gün boyu uyumaya zorluyordu. Yaşama anca geceleri izin vardı. Gündüzleri demiryolunda deli bir anne kızıyla saklambaç oynuyordu.

Birki üçdört beşaltı yedisekizdokuz on...
önümarkamsağımsolum sobe saklanmayan ebe."

14 Mart 2016 Pazartesi

Jüri Pootsmann: Play

Birkaç gün önceki yazımda Eurovision 2016 şarkıları hakkında kişisel yorumlarımı belirtmiştim. Şarkıların hemen hemen hepsi yayınlandı. Hal böyle olunca favoriler de bir bir açığa çıkmaya başladı. En büyük favorimin Fransa olduğunu söylemiştim. İki numaralı favorim ise, bu yıl ülkesi Estonya'yı temsil edecek olan Jüri Pootsmann.

"Play" isimli şarkısı oldukça güzel, iddialı. Vakur bir parça. Ses tonu da oldukça tok, genç bir yetenek Jüri. Sanatsal bir duruşu, hoş bir havası var. Estonya, genel olarak Eurovision'u önemseyen ve kaliteli şarkılar çıkaran bir ülke. Bu seneki seçim de çok doğru olmuş bence, başarılar diliyorum Estonya'ya ve Jüri'ye. 

12 Mart 2016 Cumartesi

Ve Ev



















Uzun süreli bekleyişimden sonra huzura erdim. Melis Danişmend'in yeni albümü Ve Ev çıktı. Henüz albüm şeklinde mağazalardan alamıyoruz ama yakın zamanda albüm satışı da başlayacak bildiğim kadarı ile. Şu an için dijital platformlardan edinmeniz mümkün. 

Melis Danişmend benim hem hüzünlü hem de umut dolu sığınağım. Kendisini çok seviyorum, müziğini çok seviyorum, naifliğini çok seviyorum. Onu dinlerken; yatıştırıcı sesinin ardındaki hüznü anlayabiliyorum. Hissedebiliyorum, her sözü dokunuyor bana. Müziği ahenkle karışık, hüznün son durağı gibi. Onca hüzünden sonra bir anda mutluluğa geçebiliyorsunuz. Bir tünel gibi, arası karanlık ama sonu umut dolu. 

Ve Ev'i edinip baştan sona dinledim, çok çok beğendim. İlk iki solo albümün yeri ayrıdır bende. Ama Ve Ev bir başka güzel, bir başka dolu olmuş. En çok beğendiğim şarkılardan biri Sinan Kaynakçı'nın imzasını taşıyan "Ondan Öyle" oldu. Şöyle diyor şarkının sözlerinde;

İnsanları tanımadığım içinmiş
Onlar yüzünden tüm korkular
Umutları birer birer tükenmiş
Ondan öyle davranıyorlar...

Albümün mağazalarda satışa çıkmasını heyecanla bekliyorum. Ayaklarımı kıçıma vura vura koşup alacağım. Mis gibi gecelerimde, mum ışığı eşliğinde dinleyeceğim her zaman yaptığım gibi. Var ol Melis. 

Mine Söğüt: Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey

"Erkeklerle erkeklerin aşkı, kadınlarla erkeklerin aşkına hiç benzemez. Bir iktidar büyüsüdür onlarınki. Hele kadınadam, kadından çok erkekse dünyayı yönetebileceklerine inanırlar birlikte. Her şeyi değiştirebileceklerine ve her şeye hükmedebileceklerine. Onlar bunun için bir araya gelmişlerdi. Dünyayı yerinden oynatmak için. Birisi gerçekleşen hayaller kuruyordu; diğeri hayallerin bile fotoğrafını çekiyordu. Evreni, birbirini tanımamakla mükellef parçaları ustalıkla bir araya getiren kadim irade yönetir. O yüzden Madam Arthur Bey ve Keşşaf Hanuman, zamanı geldiğinde aynı pastanede, aynı arzularla, yan yana oturdular. Ve elleri birbirine değdiğinde, yeryüzünde bir bütünün birbirinden uzak ne kadar parçası varsa, onlar da birbirlerine değdiler."

Mine Söğüt, romanı Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey'de; Madam Arthur beyi tüm gizemi ve açıklığı ile anlatıyor. Bir kadınadam, kadınadamın etrafındaki herkes, sır perdesinin arkasına gizlenmiş pek çok ama pek çok başka kişi. Kişilerin yaşamından izler. Bunun yanında pek çok ayrıntıyı, kafamızı kurcalayan konuları da sorguluyor Mine Söğüt. Yazma eylemi, Tanrı'nın varlığı, insanoğlunun özünde hissettikleri, kadınlar, adamlar ve kadınadamlar... Yine derin yine enfes bir kitap. 

10 Mart 2016 Perşembe

Eurovision 2016














Bu yılki Eurovision Şarkı Yarışması heyecanı benim için start aldı. Hatta uzun bir süredir şarkıları dinleyip yorumlar yapıyorum. Bildiğimiz gibi bu yıl Eurovision İsveç'in başkenti Stockholm'de gerçekleştirilecek. Mans Zelmerlöw geçen yıl Hereos isimli şarkısı ile birinci olmayı başarmıştı. Benim pek ahım şahım bulmadığım, çok beğenmediğim bir şarkı idi. Neticede kazanan kendisi oldu. 

Bu yıl ise öyle bir şarkı var ki, gerçekten enfes olmuş. Fransa adına katılan Amir'in J'ai Cherche isimli parçası çok ama çok kaliteli hatta bana göre Eurovision standartlarının da çok üstünde bir şarkı. Kazanamazsa kesinlikle çok üzülürüm. Tek favorim Fransa bu yıl. Başarılar diliyorum yürekten.

Hoşuma giden bir diğer şarkı da Hollanda adına katılan Douwe Bob'un Slow Down isimli şarkısı oldu. Bunun dışında bildiğimiz gibi bu yıl San Marino'yu Serhat adında bir Türk sanatçı temsil ediyor. Serhat'ın önceki çalışmalarından Je M'adore isimli şarkısını dinlediğimde çok hoş bulmuştum. Bu tarz bir şarkı ile katılırsa başarılı olabileceğini düşünüyordum ama Eurovision şarkısı tam bir hayal kırıklığı, üstüne çekmiş oldukları klip daha beter büyük bir hayal kırıklığı. Kesinlikle şarkıya ve klibe hiçbir anlam veremedim. Bence Eurovision tarihinin en kötü şarkılardan biri olmaya şimdiden aday, çok üzgünüm. San Marino bu işi bilmiyor ne yazık ki.

Son olarak Rusya adına katılan Sergey Lazarev'in şansını epey yüksek görüyorum.You Are The Only One isimli şarkısı bildiğimiz Eurovision stili şarkılardan, oldukça pop. Ne yazık ki Eurovision kitlesi bu tür şarkıları çok seviyor. Daha özgün, daha rock altyapılı şarkıların pek şansı olmuyor. Ben de bu durumdan hiç hoşlanmıyorum esasen. Yine de Fransa'ya inanıyorum, umarım bu yıl hakkı ile kazanır.

9 Mart 2016 Çarşamba

Füruzan: Parasız Yatılı

"Sen okulu bitirip öğretmen olunca, ben de çalışmam hastanede. Beraber çıkar gideriz. Koltuklar alırız. Onlara çiçekli basma örtüler dikerim ben. Bir de kabul günümüz olur. Konukları ağırlamak için, eğer unutmadımsa anasonlu galeta yaparım. Masraf kapısı olmaz. Belki, bir de küçük halı alırız. Bize bir ev, kışın kömürlüğümüzde odun kömür gerek. Bir de mutfağımız olur değil mi?"

"İlk evden ayrılacağı gece tahin helvası aldılar bakkaldan. Peynirle tükenmez yaptılar, masalarına mavi çiçekli muşambalarını serdiler. Bu muşamba eve babasının yaşadığı günlerdeki düzenden kalmış, ferahlığın, korkusuzluğun anısıydı. Niçin babasını hep yaşayacak sanmışlardı? O da ölecek gibi görünmüyordu. Öyle dürüst, öyle kesin bir adamdı ki; ölümün sinsiliği ona hiç gölge düşürmemişti. Evine her gece ekmek alıp gelen bir erkeğin yokluğu, sessizlik olup yerleşmişti odalarına. 

"Yaşlı da değildi," demişti annesi. "Hiç sekiz yaşında bir çocuk babasız kalır mı?"

8 Mart 2016 Salı

Kıyıdan

Kıyıdan bir ses duymuştu, dönüp bakmaya mecali yoktu ama bakacaktı az sonra. Beklenti içindeydi hayatı boyunca; bir ses, bir çığlık, bir sevgi belki bir soru bekliyordu. Eninde sonunda diye düşünüyordu. Betona çarpan su sesleri ile yüzüne çarpan rüzgar sesleri arasında bir adım daha atmıştı. 

Şimdi arkasını dönme vaktiydi, ardına bakma vakti. Baktı, upuzun bir yol ve uçsuz bucaksız bir sis gördü. Devrildi gülüşü, boşluğa baktı uzunca. Kendinden başkasını bulamayacağını biliyordu. O en doğal, en içten, en yakın, en derin kendisiydi. Kendi ruhuydu. Adımlarını hızlandırdı. Bir daha dönüp bakmayacaktı asla, söz vermişti kendine. 

5 Mart 2016 Cumartesi

Ayakkabılar

Annem belirli aralıklar ile fizik tedavi görüyor. İki yıl önce talihsiz bir beyin rahatsızlığı geçirmiştik. Geçirmişti demiyorum, geçirdik birlikte atlattık bu süreci. Beyin rahatsızlığının verdiği fiziki zarar çok büyüktü. Uzun süre konuşamadı ve yemek yiyemedi. Hareket edemedi, yürüyemedi. Onu çay kaşığı ile ellerimle beslediğim günleri hatırlıyorum. Yoğun bakımda verdiği yaşam mücadelesini. Tekrar konuşmayı öğrendiğimiz günleri, her gün saatlerce çalıştığımız zamanları. Yanındayken espriler patlatıp, odadan çıkınca hüngür hüngür ağladığım günleri. 

İlk zamanlar onu tekerlekli sandalye ile dışarı çıkarıyordum. İnsanlar dönüp bakıyorlardı, bense başımı dik tutuyordum. Biliyordum düzelecekti. Sonsuz bir mücadele verdik, başardık. Başarıyoruz. Ona bir günlük tuttum aylar boyunca. Her gün. İlk kelimesini söylediği, parmağını oynattığı, adım attığı, yemek yemeye başladığı günleri. Hiç usanmadan her gün yazdım. O uyurken yanı başında sabahladım. 

Şimdi tedavi için yine benden uzakta. Son iki haftamız kaldı kavuşmaya. Doktoru artık spor ayakkabıya geçmemiz gerektiğini söylemiş. Ben de hemen internetten güzel bir çift ayakkabı beğendim ve hastaneye yolladım. Üzerine de küçük bir not yazdım: "Bu ayakkabılar ile koşmadan sakın geri dönme, güzel annem." Ağlayarak okumuş notumu, bugün konuştuk. Koşacağım oğlum diyordu. 

Yaşamı zorluklarla geçmiş insanlar daha derin oluyorlar. Daha hisli, hayata bakış açıları daha farklı. Yüzeysel yaşayamıyorlar. Gözlerinden bile anlayabiliyorsunuz hüzünlerini. Ben de onlardan biriyim sanırım. Başıma ne gelmiş olursa olsun dünyayı ve yaşamayı seviyorum. Döndüğüm her köşeden mutluluk çıkacak biliyorum. Vazgeçmek yok. 

3 Mart 2016 Perşembe

Inch'Allah

Anadolu Yakasında evime yakın olan bir D&R mağazası var. Küçük ama beni idare ediyor. Uzun süredir birçok dvd'de promosyon var. Bir alana bir bedava şeklinde. Gün aşırı gidiyorum neredeyse, aralarından kaliteli yapımları kimse kapmadan alıyorum. Bugün dikkatimi çeken film İnşallah oldu. 

Rota, Batı Şeria. Kanadalı bir doktor, Filistin, İsrail ve Tel Aviv üçgenindeki hayatlar. Yaşama tutunma çabası, savaşın ortasında büyüyen çocuklar, kayıplar, adaletsizlik...

Genç doktor Chloe'nun düşünceleri, hisleri, yaşadıkları, yalıtılmışlığı, ailesine olan özlemi, kurduğu dostluklar, çocuklar ile olan iletişimi, hastalarına yaklaşımı... Hepsi çok derinden işlenmiş filmde. Özellikle Mika'nın doğum sahnesi... Chloe'nin doğar doğmaz hayatını kaybeden Mika'ya sarılıp çaresizlik içinde ağlayışını hafızamdan silmem mümkün olmayacak. 

2 Mart 2016 Çarşamba

Stephen Grosz: İncelenen Hayatlar (Kendimizi Nasıl Yitirir, Nasıl Buluruz)

Sürekli bahsederim; Kadıköy Rıhtım'da bulunan Yapı Kredi Yayınlarının minik dükkanını çok seviyorum. Kadıköy'e çok yakın oturuyor olmamama rağmen sıklıkla gidip, yarım saat ve bir saat arası zaman geçirip bir sürü kitap alıp dönüyorum. Birkaç gün önceki gidişimde, Stephen Grosz'un kitabı "İncelenen Hayatlar" dikkatimi çekti. 

Yazar bir psikanalist. Psikolojiye karşı özel bir merakım var. Öğretmen olmasaydım sanırım bir psikolog olmayı isterdim. Irvin Yalom bu konuda en beğendiğim yazarlardan bir tanesi. Hemen hemen bütün kitaplarını okudum, her birini de çeşitli notlar eşliğinde başucumda tutarım. Benim için bir nevi bibliyoterapi demek Irvın Yalom. 

Stephen Grosz da, yılların tecrübelerini ve psikanaliz deneyimlerini bir deneme kitabında toplamış. Danışanları ile yaşadıklarını, danışanlarının birbirinden ilginç hikayelerini okudukça kendimden de pay biçiyorum. Küçük nüanslar yakalamak hoşuma gidiyor. Sanki ruhuma daha iyi geliyor. Bilhassa gerçek yaşanmış psikanaliz deneyimleri olunca, daha da cezbedici hale geliyor. 

Kişisel gelişim kitaplarını oldum olası sevmem, okumam da. Stephen Grosz'un kitabı bunlardan biri değil, sizi yanıltmasın. Grosz, bir bilim insanı ve sunmuş olduğu bilgiler, deneyimler oldukça mühim. Okumak isteyenler için tavsiye ederim.