27 Ekim 2018 Cumartesi

Yıkılmadım Ayaktayım Serisi III

Tıpkı eski filmlerdeki gibi Haydarpaşa'ya tren ile gelen genç bir oğlan çocuğuydum o zamanlar, yurda yerleşmiştim. Vapurlar, bitmek bilmeyen bir döngü, kalabalık, deniz hemen hepsi beni kendine çekmişti. Üniversite yıllarım boyunca İstanbul'un neredeyse her yerini gezip gördüm, ilk kez büyük bir kente geliyordum, içimde bitmeyen bir heyecan vardı. İlk sene, içimdeki bu heyecan ve sevgi beni sevgilim ile tanıştırdı. Birbirimizi bir şekilde bulduk, adımlarımızı birlikte atmaya başladık. Çok bağlıydım ona, aynı okuldaydık. Üniversite yıllarım onun sayesinde çok güzel geçti. Benden farklıydı, çok renkli ve sosyaldi. Bir sürü arkadaşı vardı, insanları mutlu etmekten çok hoşlanırdı, yardımseverdi ve iyi kalpliydi. Tüm lisans hayatımı onunla birlikte geçirdim. Sonra yollarımız ayrıldı, beşinci yılımızdı, hiç bitmez sanmıştım ama bitti. Uzun bir süre bu durumu kabullenemedim, çalışmaya yeni başlamıştım, önümde upuzun bir hayat vardı. Tüm acılar peşi sıra gelir ya, annem de tam bu zamanlar çok ciddi bir rahatsızlık geçirdi, uzun süre ölümle mücadele etti. Tam iki yılımızı hastanelerde geçirdik, o dönemle ilgili çok yazı yazdım, tekrar anlatmak istemiyorum. Hem ayrılık hem de annemin bir anda rahatsızlanması derken kendimi kaybetme noktasına geldim. Ama pes etmedim, hem anneme baktım hem de hayatıma devam ettim. 

Kendi kendimi telkin ettim bu dönemde. Yoğun bakımın önünde yatıp kalktım uzun süre, bir yandan çalışmaya devam ettim. Bir dakika bile uyuyamadığım bir dönemdi. Hastanede geçirilen iki koca yıl, şimdi tekrar eskiye gidiyorum da hayat gerçekten çok tuhaf bir şey. Mezun oldum, çalışmaya başladım hayatımız düzene girdi derken hem ayrılık hem de annemin hastalığı ile sarsılmıştım. Hayat hiç de iyiye gitmiyordu; ya pes edecektim ya da küçük bir umut ışığı ile yoluma devam edecektim. Bir gün hastane lavabosunda saçlarımı yıkarken aynaya, kendime uzun süre baktım. Pes edemezdim, annem için bu mücadeleyi tek başıma üstlenmek zorundaydım. İlk kararımı orada aldığımı anımsıyorum. Yatağa mahkum olan, konuşamayan, yemek yiyemeyen, vücudunun hiçbir yerini hareket ettiremeyen annemi hep sağlıklı hayal ettim. Her gün bir deftere not tuttum, iyileşeceğine dair. Annem yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı, yanından bir dakika bile ayrılmıyordum. Tüm bu süreçte yüksek lisans mülakatlarına hazırlanmaya başladım. Anneme hastanede baktığım dönemde, geceden sabaha ders çalıştım ve istediğim bölüme girdim. Şimdi düşünüyorum da, nasıl bu kadar büyük bir mücadele vermişim, nasıl savaşmışım hayret ediyorum. Acı ile karşılaşınca insan kendi benliğinden çıkıyor, gerçek savaş o zaman başlıyor. 

Tüm bu üzücü maceranın içinde çok çalıştım, kimim kimsem yoktu yardım isteyebileceğim. Biz bu hastalık savaşını yendik, annem yavaş yavaş toparlandı. Ona alfabeyi, yeniden konuşmayı öğrettim aylarca. Çay kaşıkları ile besleyip, tekerlekli sandalyede dolaştırdığım annem adım atmaya başladı, sonra yavaş yavaş yürüdü ve çok şükür şu an mutfakta yemek hazırlığı ile meşgul. Sağlığı yerine geldi, dört yılın sonunda biz iyileştik ve eski yaşantımıza geri döndük. 

Ben mi? Çok yıprandım, annemin ölüm tehlikesi karşısında hissettiğim tek şey hayatın bomboş olduğuydu. Gelip geçiyorduk, bir yolcu gibi. Hiç beklemezdim, bu kadar erken, annem hep benimle olacakmış gibi hissederdim. Zaman geçtikçe ayrılığı da atlattım, artık ona hiç kızmıyorum. Umarım bir yerlerde mutlu ve huzurlu hayatına devam ediyordur. Büyüdük artık, kızgınlıklar ve kırgınlıklar geride kaldı. Sonrasında da bazı ilişkilerim oldu lakin çok uzun sürmedi. Bir şeyler kopmuştu içimde, hayat mücadelesi beni yormuştu. Yapamadım, devam ettiremedim. İçimde hep kendimle kalma isteği vardı, sonunda bunu başardım. 

Akabinde türlü okullarda çalışmaya devam ettim, memleketteki evimizi bırakıp komple İstanbul'a yerleştik. Hayat bir şekilde akmaya devam ediyor, 27 yaşına girdiğim şu günlerde kendimi daha olgun, daha sade ve daha hafif hissediyorum. Geleceği bilmiyorum, sanırım bilmemek daha iyi. Sade bir yolculuk, annemle iki yolcuyuz. Biri daha katılır mı aramıza bilemiyorum, gelirse hoş gelir gelmezse de canı sağ olsun. 

Seriyi burada tamamlıyorum, İstanbul'un bir köşesinden küçük bahçeli bir evden, pencere önü çiçeklerimin arasından hikayemi anlattım, sandıktan çıkardım. Yolculuğum hep çiçeklerin arasında devam eder umarım, sakince, güzelce.

6 yorum:

Kim Bilir dedi ki...

Gerçekten çok güzeldi. Çok teşekkür ederim. Benim sadece platonik aşkım oldu. Platonik aşkı beddua olarak düşmanıma bile dilemem. Geriye dönüp çektiklerime bakıyorum da, en son evlenmesine sonra da çocuğunun olduğu haberlerini aldım. Yıllar geçti ama hala haberleri geliyor. Ben de platonik olduğu için bana ondan haberler getirmeyin diyemiyorum tabii. Kimse platonik aşık olmasın...

Beyaz Çiklet dedi ki...

Rica ederim, bir hikayeydi bitti. Bittiği yerden gerçeği devam edecek :)
Herkesin istediği, hayal ettiği hayatı hayal ettiği kişi/kişiler ile yaşamasını dilerim, senin de. Günlerimiz güzel geçsin.

Kim Bilir dedi ki...

Belki daha önce hiç yaşamadığım içindir bilemiyorum ama biri ile gerçek anlamda bir aşk yaşamak, yıllarca uzaktan film gibi seyrettiğim aşıklar gibi olmayı çok istiyorum.

Beyaz Çiklet dedi ki...

Kim Bilir,

Aslında hiçbir aşk filmlerde ya da romanlardaki gibi olmuyor. Gerçek hayat başka bir düzlemde. Elbette güzel, yüce bir duygu. İnsan güzelleşiyor, belki değişiyor. Fakat en nihayetinde yalnız olduğumuzu unutmamak lazım. Bunun için çabalamanın da gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bir gün geliyor ve aniden karşısına biri çıkıyor insanın, er ya da geç. Eğer yürekten bunu diliyorsan gerçek oluyor. Biraz duyumsamak yeterli bence :)

Kim Bilir dedi ki...

32 yaşıma kadar beni bekleten hayat bana bir şekilde beklediğime değer bir şeyler vermeli. Hayat bana borçlu bence :)))

Beyaz Çiklet dedi ki...

Kim Bilir,

Cidden kim bilir? Belki yarın belki yarından da yakın :)