6 Ekim 2017 Cuma

Thomas Mann: Venedik'te Ölüm ve Daha Fazlası

Mevsim geçişinden ve havanın değişken vehametinden nasibini almış bir vaziyette evde yorgan döşek yatarken "Venedik'te Ölüm'ü" okumaya başladım. Thomas Mann ile "Buddenbrooklar" adlı romanı ile tanışmıştım. Büyük bir hayranlıkla romanı bitirdikten sonra, yüksek lisans tezim için literatür çalışması yaparken kendisine tekrar rastladım. Roman sanatı ile ilgili kimi görüşlerini tezimin bir bölümünde kullandım. Bir roman yaratma süreci nasıl gerçekleşir ve romanı oluşturan unsurlar nelerdir? Tarihin romanın seyri üzerindeki etkisi nedir? Tüm bu soruların yanıtlarını incelikle, Buddenbrooklar adlı romanda bulabilmek mümkün. 

Venedik'te Ölüm'de bir bölüm çok hoşuma gitti. Burada da paylaşmak istedim:

"Girgin, konuşkan bir adamınkine oranla içine kapanık, suskun birinin gözlem ve izlenimleri daha bulanık olmakla birlikte daha derinlere işler, onun düşüncüleri daha ağır, daha gariptir ve daima hüznün gölgesini taşır. Bir bakış, bir gülüş, bir fikir değiş-tokuşuyla kolayca geliştirilecek imgeler, algılar, onu aşırı derecede meşgul eder, suskunluğunda derinleşir, önem kazanır; bir olay, bir serüven, bir heyecan olurlar. Yalnızlık özgünlüğü, o cesurca ve yadırgatıcı güzelliği, şiiri yaratır. Yalnızlık aynı zamanda ters, orantısız ve saçma olanı, izin verilmeyeni de yaratır."

Yaratma cesaretinin ve yaratımın kendisinin sık sık yalnızlık ile yakından ilintili olduğunu düşünürüm. Kafka'nın da benzer bir görüşü vardır. Yazmak için yalnız kalmak ve sevmek arasında gidip gelir. Mann'in ifadesi de benzer bir özellik taşıyor. 

Sanat yaratımı olayını şimdilik bir kenara bırakırsak, günümüz insanlarının yalnızlıkla büyük problemleri olduğunu düşünüyorum. Bir başkasına, bir başkasının faydasına duyulan ihtiyaç, insan ilişkileri arasındaki bağı seyreltiyor. Ortaya çıkan ilişkiler bütünü de karmaşadan ve ziyandan ibaret kalıyor. Sanattaki bu doyumsuz ve Mann'in de ifade etmiş olduğu gibi zıtlıklarla dolu yaratımın bir özelliği var: "İzin verilmeyenin yaratımı". Bu ifade oldukça önemli, nitekim sanat yapıtlarındaki bu "izin verilmeyenin yaratımı" geç algıladığımız yeknesak dönemler için bir kurtuluş yolu! Pavese'nin yalnızlığı ve acıları sahte değildi, Heinrich Böll'ün ikinci dünya savaşından izler sunan sayfaları da öyle. Suskunun duygularına ise en güzel yorumu getirenlerden biri olmuş Mann. Bir de aklıma hemen yerli edebiyattan İhsan Oktay Anar'ın Suskunları ve nitekim Eflatun geliyor elbet. 

Sağlıcakla.

Hiç yorum yok: