28 Şubat 2016 Pazar

7 Avlu

7 Avlu bir Semir Aslanyürek filmi. Kıymeti bilinmemiş, değerli bir eser. Film bizi Hatay'ın geniş avlulu evlerine götürüyor. Bir mahalle boyunca uzanan 7 tane avlu. Farklı aileler ve farklı yaşamlar. Mercek altındaki kahramanımız Eleni. Üç çocuklu dul bir kadın. Aslında ne kadar itici bir kelime değil mi dul? 

Eleni tek tek her avlunun kapısını çalıyor film boyunca. Her avluda ise karşısına farklı kültürden, dilden, milletten insanlar çıkıyor. Ermeni, Rum, Süryani, Kürt ve bir sürü karakter. Hepsi de Eleni'nin komşuları. Peki Eleni ne istiyor bu insanlardan? 

7 Avlu; bir yandan sosyalizmden bahsederken bir yandan da ülke olarak, kültürler arası diyaloğu ve iletişimi ne denli kaybettiğimizden dem vuruyor. Kendi derdine düşmüş bir sürü insan... Başkalarının derdi özellikle kendi dilimizden, dinimizden ve milletimizden olmayan insanların derdi bizi pek ilgilendirmiyor günümüzde. Eleni konuşmak istiyor, iletişim kurmak ve dostluğu tatmak istiyor. Bir olmanın verdiği yürek ferahlığı ile yaşamak, solumak istiyor. 

7 Avlu'yu izlemenizi ve Eleni'nin derdine kulak vermenizi tavsiye ederim. Eleni'nin de filmin sonunda söylediği gibi: "Hepimiz Tanrı'nın çocukları değil miyiz?"

27 Şubat 2016 Cumartesi

Mine Söğüt: Beş Sevim Apartmanı (Rüya Tabirli Cinperi Yalanları)

Beş Sevim Apartmanı, Doktor Samimi ile tanıştıracak sizi. Ama öncesinde Beş Sevim Apartmanına ismini veren hanımefendi ile tanışacaksınız. Onun kedilerini de tanıyacaksınız tabii ki. 

Bir apartman düşünün, içinde birbirinden farklı insanlar. Her birinin bir geçmişi var, Pürtelaş Sokağı sakinleri. Canhıraş yaşamları. Doktor Samimi ile karşılamaları ve Doktor Samimi'nin günlüğü. Cinler, periler ve cinperiler, rüya tabirleri...

Mine Söğüt'ü gazeteci kimliği ile, güçlü duruşu ile tanıyordum şu zaman kadar. Kitaplarından birini alıp okumak kısmet olmamıştı hiç. Beş Sevim Apartmanı'na başlamam ile bitirmem bir oldu. Gün aydınlıktı, bir kalktım başından hava kararıvermiş. Ruhumu bir güzellik ve hafiflik kapladı. Çok güçlü bir kalem Mine Söğüt, kurgusu enfes. 

Bu hafta ilk iş kitapçıma gidip, Deli Kadın Hikayeleri'ni alacağım. Arayı soğutmadan Mine Söğüt yolculuğuma devam etmek istiyorum. Kadınları, edebiyat dünyasında bu kadar iyi ve güçlü bulmak çok mutlu ediyor beni. Tavsiye ederim, Mine Söğüt okuyun derim. 

24 Şubat 2016 Çarşamba

FARRO / HalfNoise













Paramore'u bilenler Zac Farro ve Josh Farro kardeşleri tanıyacaklardır. Uzun yıllar Paramore ile yollarına devam ettiler. İlk çıktıkları andan beri takip ettiğim ve gerçekten çok sevdiğim bir grup. Geçtiğimiz yıllarda Farro kardeşler gruptan ayrıldılar. Haberi ilk duyduğumda üzülmüştüm. Çünkü Paramore'u Paramore yapan şarkılarda Farro kardeşlerin emeği çok büyük. 

Uzun yıllar kendilerinden haber alamadık, müzik adına çalışmalar yapıyorlardı lakin bunlar bir oluşum ve ciddi albümler şeklinde değildi. Hoş, Novel American adından bir grup kurmuşlardı ama sanırım devamı gelmedi. Neredeyse kendilerini unutmuştum. Geçtiğimiz günlerde bir sosyal medya taraması yapayım derken çok şaşırdım. Josh Farro bir albüm çıkarmış. Cliffs isimli şarkısını neredeyse her gün dinliyorum. Çok ama çok güzel olmuş. Paramore zamanında Josh Farro'nun back vokal olarak albümlerde yer aldığını biliyordum. Sesi şarkılarına cuk oturmuş. 


Zac Farro ise HalfNoise isimli bir grup kurmuş ve o da bir albüm çıkarmış. Çifte mutluluk yaşadım gerçekten. Zac'in sesini duymamıştım, o da hoşuma gitti. Lakin sanırım ben baştan beri Josh'u dana çok seviyorum. Ve rock altyapılı müziğini daha çok beğendim. 

Sanıyorum ki Paramore'dan ayrılma sebepleri arasında, Paramore'un müziğinin pop müziğe kaymaya başlaması da vardı. Belki Paramore, oluşum itibari ile sandıklarından daha popüler oldu. Ama böylesi iyi oldu. Bütün tebriklerim, ayakta alkışlarım Farro kardeşlere geliyor şu sıralar. 

And Then There Were None












Yine BBC ve yine bir mini dizi. War and Peace'ten sonra bir solukta izlediğim, üç bölümlük bir mini dizi And Then There Were None. Agatha Christie'nin klasikleşmiş eserlerinden bir tanesi, ülkemizde On Küçük Zenci adı ile yayınlanmış olan kitabın uyarlaması. 

Zenci Adası adı verilen ıssız bir ada. Ve adaya davet edilen, birbirini tanımayan on kişi. Her birinin farklı bir hikayesi var, işlemiş oldukları günahlar ve sırlar. Bunlar tek tek açığa çıkarken sayıları giderek azalıyor, çünkü her biri ilginç biçimlerde öldürülüyor.

Oyunculuklara gelecek olursak, beğenemediğim tek isim Anthony Marston karakterini canlandıran Douglas Bouth oldu. Evet çok yakışıklı lakin oyunculuk vasat. En beğendiğim performans ise Philip Lombard karakteri ile Aidan Turner oldu. O nasıl bir cool olma biçimidir, nasıl güzel bir oyunculuktur. Tebrik ediyorum. 

Tüm bunların yanında dizinin psikolojik bir tarafı da var. Davetliler, hem kendi geçmişleri ile yüzleşiyorlar hem de bunun acısını ve pişmanlığını yaşıyorlar. Dizinin sonuna kadar heyecan hiç eksilmiyor. BBC yine şaşırtmadı beni, kısa ve heyecanlı bir seyirlik isteyenlere tavsiye ederim. 

23 Şubat 2016 Salı

O / Hakkari'de Bir Mevsim


Bundan yıllar önce, 2010 yılının yazında Hakkari'ye gitmiştim. Henüz 18 yaşında, eğitim fakültesinin birinci sınıfını yeni bitirmiş bir öğrenciydim. Öğretmen olup Doğu'ya gitmek en büyük hayalimdi. Kars vardı düşlerimde. Rus mimarisinin ve Doğu kültürünün iç içe geçtiği karlı şehir. Hala vardır. 

Gönüllü olduğum vakfın bir projesi olduğunu öğrenmiştim. Barış Köprüsü. Başvuru sonrası seçilen kişiler arasındaydım. Daha önce hiç Doğu topraklarına adım atmamıştım. Hakkari'de geçirdiğim o yaz benim için çok büyük bir deneyim oldu. Zap Suyu ile tanıştım, dört mevsimi aynı anda yaşayan Berçelan Yaylası ile soluklandım, bir sürü çocuğum oldu orada. Gözlerimin içine bakan, adıma türküler yakan. Esnafla oturup sohbetler ettik. Yarışmalar düzenledik. Halkın sofralarına konuk olduk. Onlar çıkardılar sandıktaki hikayelerini biz dinledik. Bu sefer biz anlattık hikayelerimizi, onlar dinledi. Kaçak çay içtik, düğünlerine misafir olduk. Kol kola oynadık, diz dize sohbet ettik. 

Beni en çok heyecanlandıran etkinliklerden birisi de açık hava sineması idi. Hakkari'de ilk kez biz gerçekleştiriyorduk bunu. Hakkari meydanına kurduğumuz bir sinema perdesinde, Hakkari'de Bir Mevsim adlı filmi izledik. Yeri büyüktü gönlümde, hiç unutmam. 

Yıllar sonra filme esin kaynağı olan kitabı görünce artık okuma vaktimin geldiğini düşündüm. Bugün itibari ile kitap bitti. Hakkari anılarıma geri döndüm Ferit Edgü sayesinde. Ne unutulmaz bir yazdı, ne kadar güzel günlerdi. Beni geçmişe geri götüren Ferit Edgü'ye sonsuz teşekkürler. Selam olsun sana da Hakkari, özlemle.

22 Şubat 2016 Pazartesi

War And Peace

War And Peace, Tolstoy'un büyük eseri Savaş ve Barış'ın televizyon uyarlaması. Altı bölümlük bir mini dizi. Mini olduğuna bakmayın, dizi oldukça yoğun ve kaliteli. BBC mini dizi işini çok iyi biliyor. Dev bir prodüksiyon ve altı bölüme sığdırılmış efsanevi bir eser. 

Hatta itiraf ediyorum ki gözlerim dolu dolu izledim. Kızdığım, öfkelendiğim anlar oldu. Dizi, duygu geçişlerini ve duygu yoğunluklarını epey güzel yansıtıyor. Dönemin aristokrasisi, Fransa ve Rusya savaşı eşiğindeki insanlar, savaşın getirdikleri ve götürdükleri, biten, tazelenen ve parçalanan aşklar, sosyal tabakalaşma, dönemin tüm ekonomik ve siyasal yaşantısı, epik dramayı oldukça kaliteli hale getiriyor. 

Beni en çok sarsan sahnelerden biri Natalia ve Andrei Bolkonsky aşkı oldu. Natalia'ın Andrei'in yokluğunda bir anlık gaflete kapılıp ona ihanet etmesini hiçbir şekilde affedemedim. Andrey son nefesinde Natalia'yı affettiğini söylese de, benim yüreğimden bir şeyler koptu. Üzüldüm. 

En çok etkilendiğim karakter ise Andrei Bolkonsky oldu kesinlikle. Ben gerçek hayatta da sinemada da güçlü ve mağrur duruşlu insanları çok seviyorum. Çok etkileyici geliyorlar bana. Andrei, oldukça güçlü bir adam. Kendi doğruları var ve buna uygun yaşıyor. Soğuk duruşunun altında sıcacık bir adam saklı. James Norton ise Andrei Bolkonsky için çok doğru bir tercih olmuş, kusursuz bir performans. 














Andrei, ölüm döşeğinde Natalia'ya şu etkileyici sözcükleri söylüyor:

"Aslında her şey çok basit. Dünya, dünya kendisini sevmemizi istiyor. Bu zor değil çok kolay. Fısıldayan hafif bir ses duydum. Hafif fısıltılı bir müzik gibi. Odadaki bir sinek olduğunu fark ettim. Onu sevmemi istiyordu. Ben de onu sevdim. İnsanın her şeyi sevebileceğini anladım."

Gerçekten, ne yaşamış olursak olalım, karşımızdaki insanları affedebilmeli miyiz? Her şeyi ve herkesi koşulsuzca sevebilir miyiz? Henüz cevap veremiyorum buna. 

21 Şubat 2016 Pazar

Yalnızca Okumak

Bu sıralar epey, fazlasıyla yalnızım. Kimi dönemler içe kapanmak oldukça iyi geliyor bana. Annem de bir süreliğine evde olmayınca; işten kalan vaktimde bakkala gitmek için bile dışarı çıkmıyorum. Evdekilerle idare ediyorum. Bir sürü kitap aldım, sıraya koydum hepsini. Tek tek okuyorum, okuduklarımdan notlar çıkarıyorum. Yazıyorum, düşünüyorum, kurguluyorum ve tekrar okuyorum. 

Hiçbir arkadaşımla görüşmüyorum hemen hemen. Yalnızca kendimi dinliyorum. Farklı yazarların düşünsel dünyaları içinde yüzmek, hayatı daha derinden sorgulamama yol açıyor. Bu da beni sıradanlıktan kurtarıyor sanırım. Diğerlerinin dünyasına oldum olası yabancıyım, onlar gibi olamıyorum bir türlü. 

Bu dönemlerde oldukça besleniyorum. Okumak, çok değişik bir eylem. Satırları tek tek özümsemek, sürekli öğrenmek, kurgunun içinde kaybolmak, anlamlar bulup çıkarmak. Edebiyat ruha açılan, kapanması hiç istenmeyen bir kapı. Sanki güneşli bir gün kırlarda, rüzgar eşliğinde sonsuz kere koşuyormuşum gibi. Yeni yıkadığım saçlarım havaya temiz kokular bırakırken, henüz yeni çiçek açmış ağaçları selamlıyormuşum gibi. Özüme dönüyorum okurken, kendim olduğumu hissediyorum. Ruhum hafifliyor. Soft bir his. Yumuşacık. 

Kimi arkadaşım gerçek dünyaya kendimi kapatmamın sakıncalı olduğunu düşünüyor. Buna katılmıyorum. Sakıncalı olan, insanın kendisini bulacağı ve kendisini dinleyebileceği zaman dilimlerini es geçmesi. Umursamaması. İnsanı özünden uzaklaştıran asıl şey bu. 

Bir ay kadar daha böyle devam etmeyi düşünüyorum. Baharın gelişi ile birlikte biraz daha açılırım belki dış dünyaya. Şimdi çok huzurluyum, doluyum. 

20 Şubat 2016 Cumartesi

Ferzan Özpetek: İstanbul Kırmızısı

"Aşk. Ne öğrendim aşk hakkında? Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın var olduğudur. Ya da belki, daha yalın anlatımla aşk hakkında öğrendiğim ve öğretmeyi sürdürdüğüm, filmlerimde, bütün filmlerimde anlattığımdır. Yani, sevdiğimiz insanları asla unutmadığımız, onların daima bizimle kaldıklarıdır; bizi onlara artık var olmasalar bile çözülmez biçimde bağlayan bir şeyler olduğudur."

"Aşkın yalnızca cinsellik olmadığını öğrendim; o çok, çok daha fazlası. Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim. Duygular söz konusu olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader belki serap; ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz bir şeylerin var olduğunu öğrendim. Çünkü temelde aşık olmayı açıklayacak bir neden asla yoktur. Sadece olur. Bu bir gizemin içine girmek gibidir; sınırı aşmak, eşiği atlamak gerekir. Ve orada, bu gizemde mümkün olduğunca uzun süre kalmayı denemektir."

19 Şubat 2016 Cuma

Baba

Geçen sefer bahsetmiştim. Baba tarafımdan kimse ile görüşmüyorum. Kuzenim yıllar sonra bana ulaştı. Belçika'dan. Bir iki ay önce. Geçtiğimiz gün bir itirafta bulundu. Benimle konuştuğunu babama söylemiş. 24 yaşındayım ve babamdan 24 yıldır haber almıyorum. 23 günlük bir bebekken sokağa atılmış olan ben, onu yalnızca birkaç kere gördüm. Üzerimde maddi ve manevi hiçbir emeği yok.

Merak ettim, beni tanıyor mu, hakkımda neler biliyor? Kuzenime çok pişman olduğunu söylemiş. Benimle gurur duyuyormuş. Aynı zamanda kalbinden rahatsızmış, pek iyi değilmiş. İkinci evliliğinden olan oğlu ile görüşüyormuş, ona az da olsa babalık yapıyormuş. Kuzenim, sizi bir araya getirmek isterim, onu görmek ister misin dedi? Buna cevap verebilmek için sabaha kadar uyuyamadım. Sokağa atılmış bir bebek ve genç annesi. 60 yaşına girmiş vicdansız bir baba. Bunu gerçekten hak ediyor mu diye sordum kendime?

Geçirdiğim babasız günlerin hiçbir telafisi yok. Annemin beni büyütmek için çektiği çilenin telafisi yok. Yaşattığı onca acının, bir aileyi mahvedişinin, hissettiklerimin telafisi yok. Beni görmeye hakkı olmadığına karar verdim. O benim için dışarıda gördüğüm herhangi birinden farksız. Şu zamana kadar beni görmek için hiçbir istekte bulunmadı. Bu saatten sonra da görüşmenin bir mantığı olmadığını düşünüyorum. Yeterince acı çekmişken, babam da olsa artık birilerinin beni üzmeye devam etmesine izin vermek istemiyorum. 

Hep tek başımaydım hayatta, hep güçlü kaldım. Ona ihtiyaç duyduğum zamanlarda yoktu yanımda. Belki çok dramatik ve klişe gelecek ama başkalarının babaları ile olan ilişkisine gıpta ederdim. Onsuz kendime bu kadar güzel bir hayat çizmişken, bir anda her şeyi altüst etmesine izin vermek istemediğime karar verdim. Ve kuzenime görüşmek istemediğimi bildirdim. 

Yılların telafisi yok, sen yoluna ben yoluma yaşlı adam. Sonsuza kadar hoşçakal. 

Danimarkalı Kız












Birkaç yazımda bahsetmiştim. Uzun süredir beklediğim bir filmdi Danimarkalı Kız. Dün akşam çok sevdiğim bir arkadaşım ile birlikte izledim. İstanbul'un en merkezi sinemalarından birinde izlememize rağmen salonun oldukça boş olması beni çok üzdü. 

Film ise beklentimin çok üstündeydi. Nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Eddie Redmayne harika bir performans sergilemiş. O gülen gözleri o kadar samimi ki, bence çok doğru bir iş yapıyor. Etkileyici bir oyuncu. Filmde, Lili'nin bir erkekten bir kadına dönüşümü de oldukça etkileyici işlenmiş. Çok yakışıklı bir erkek ve çok güzel bir kadın...

Beni derinden etkileyen karakterlerden biri de Gerda oldu. Kesinlikle çok güçlü bir kadın. Kocasının dönüşüm sürecinde çok acı çekmesine rağmen, her an onun yanında oldu. Onun gerçekten kendisi olabilmesi için elinden gelenin çok daha fazlasını yaptı. Var mıdır gerçek hayatta böylesine bir aşk? Kocası bir kadın olurken sonuna kadar ona destek olabilecek bir eş, bir sevgili? En zor zamanlarında terk etmiyor muyuz sevdiklerimizi? Umursamıyoruz onca yılın sevgisini, iyiliğini ve güzelliğini. Gerda ayakta alkışlanması gereken bir kadın.  

Lili, son ameliyatından sonra Gerda'ya dönüp: "Kendim gibi hissediyorum" diyor, bu sahne hiç aklımdan çıkmayacak sanırım. 

Belki de Lili'nin hayatı hepimiz için bir örnek oluşturmalı. İnsanlar hissettikleri gibi yaşayabilmeliler. Kadın, erkek, eşcinsel, transeksüel, interseks, biseksüel olmamızın hiçbir önemi yok. Önemli olan şu an, şu zaman, hissettiğimiz duygular, mutluluğumuz en önemlisi de kendimiz olabilmemiz. İnsan hissetmediği, ait olmadığı bir bedende nasıl yaşayabilir ki? Nasıl buna dayanabilir hayatı boyunca? Nasıl rol yapabilir her dakika, her saniye? 

Lili'yi hiç unutmayacağım. Başarısından, cesaretinden ve kendi gibi olma azminden dolayı onu her zaman muhteşem bir kadın olarak hatırlayacağım. 

17 Şubat 2016 Çarşamba

Sadık Hidayet: Kör Baykuş














Sadık Hidayet... Kitapçıda rast gele elim Kör Baykuş'a uzandı. Bir süre öylece kaldım. Çekip çıkardım tombul kitapların arasından. Çok derin bir isim, çok derin bir yazar. Mest olarak okumak diye bir tabir var mıdır bilmem? Ben işte tıpkı böyle okudum kendisini. Tarif etmekte güçlük çekiyorum, şu an ne yazsam Sadık Hidayet için yeterli olmayacak. 

İran edebiyatında modern öykücülüğün kurucularından biri sayılan Sadık Hidayet, hayatına kendi eliyle son veren yazarlardan biri. Sırça Fanus'tan sonra Kör Baykuş'u okumam bir rastlantı olmasa gerek. İki yazar da gölgelerden bahsediyor. Ama Sadık Hidayet bir başka alemden sesleniyor, garbın gizli kuyularından, daha koyu ve daha nemli bir dünyadan sesleniyor. Birer inci tanesi gibi yazdıkları, seçtiği kelimeler bir araya gelince enfes anlamlar çıkıyor. Tek tek şaşkınlığa uğruyorum okurken. Bir süre kendime gelmem mümkün değil sanırım, hatta hiç kendime gelmek istemiyorum. Bunca anlam, bunca duygu...

"Üstünlüğümü; o aşağılık insanlara, doğaya, tanrılara karşı, insan şehvetinin doğurduğu tanrılara karşı üstünlüğümü anlamıştım. Bir tanrı olmuştum, tanrıdan da büyüktüm, çünkü içimde sonsuz, ebedi bir ırmağın aktığını hissediyordum."

16 Şubat 2016 Salı

Sylvia Plath: Sırça Fanus

Sylvia Plath, uzun zamandır tanışmak istediğim yazarlardan biriydi. Kendisinin çok bilindik bir hikayesi var. 1932 yılında ABD'de doğan Plath, tek romanı Sırça Fanus'u yazdıktan bir süre sonra 1963 yılında yaşamına kendi eliyle son veriyor. Bu yüzden benim için oldukça önemli bir yazar.

 Hayatına son veren ve genç yaşta hayatını kaybeden sanatçılara karşı özel bir ilgim var; özellikle hayatına kendi eliyle son verenlere karşı... Peki neden? Ben bunun çok cesurca bir eylem olduğunu düşünüyorum. Sylvia Plath gibi yazarlar, sanatçılar çok daha duyarlı ve naif insanlar, hayatın bunca kabalığını kaldıramayacak kadar duyarlı, çevresini ve kendisini çok iyi duyumsayan insanlar. Bir yerde bir problemleri var hayat ile, dünya ile. Sürekli bir sorgulama halindeler, başta varlık nedenleri olmak üzere. Bunun çok kutsal ve çok samimi olduğunu düşünüyorum.Onların; hayata farklı gözle bakabilen, yaşamın anlamı üzerine kafan yoran nadir insanlardan olduğunu düşünüyorum. 

Sırça Fanus'u çok beğendim. Gecenin sabaha varışında bir çırpıda bitti. Sırça Fanus, Sylvia Plath'ın duygularını da içinde barındıran bir roman. Etkiledi beni. Şöyle bir bölüm var kitabın içinde; sanırım en sevdiğim kısım bu oldu: 

"Dünyadaki en güzel şey gölge olmalıydı, gölgenin milyonlarca kımıldayan şekli ve çıkmaz sokakları. Büro çekmecelerinde, dolaplarda, bavullarda hep gölge vardı, evlerin, ağaçların, taşların altında ve insanların gözlerinin, gülümsemelerinin ardında gölge vardı ve dünyanın gece tarafında kilometrelerce boyunca gölge vardı."

15 Şubat 2016 Pazartesi

Ivan: Help You Fly



















Eurovision 2016 Şarkı Yarışması için geri sayım başladı. Bazı ülkeler resmi şarkılarını ilan ettiler hatta. Evirip çevirip hepsini dinledim. Henüz çok az şarkı var lakin içlerinde bir tanesi beni etkiledi. O da Belarus'un şarkısı Help You Fly. 

Şarkıyı seslendiren Ivan oldukça genç bir yorumcu. Epey soğuk ve gizemli bir güzelliği var. Uzun sarı saçları ile dikkat çekiyor. Ses tonunu da epey beğendim. Şarkının bilhassa giriş kısmı hoşuma gitti. Belarus Eurovision tarihinde pek başarılı olamayan ülkelerden biri. Umarım bu yıl onlar için güzel bir değişim ve başlangıç olur. Hoş, Help You Fly rock ezgileri olan bir şarkı. Eurovision için çok üst sıralarda yer alacağını zannetmiyorum lakin Belarus'un pek çok şarkısından da kaliteli olduğu aşikar. Başarılar Ivan, başarılar Belarus. Good job.

40












"Gir çık, gir çık, gir çık, gir çık, orospu oldu bütün kapılar."

Normalde küfür sevmem, sinema bunun dışında kalıyor. Özellikle Ali Atay'ın oynadığı filmlerdeki küfürler, argo sözler hiç iğreti durmuyor. Sahnenin duygusuna da cuk oturuyor. 

40, yönetmenliğini ve senaristliğini Emre Şahin'in yaptığı bir İstanbul filmi. Üç farklı insan. Birbirini tanımayan iki adam ve bir kadın. Yaşadığı hayatın çıkmazları ile boğuşan bir hemşire, hayallerine ulaşmak için gece gündüz çalışan, tüm amacı sevdiği kadını Paris'te bulmak olan siyahi bir mülteci, genç yaşında hayatın tüm tokatlarını yemiş, yeraltı dünyasına hizmet eden bir taksici. Ve filmin kahramanı, para dolu eski bir çanta. 

Konusunu, birbirini tanımayan insanlardan alan ve şehir yaşamının bin bir türlü halini; canlılığını hiç kaybetmeden seyirciye yansıtan filmleri çok seviyorum. 40 bunlardan biri. Tez vakitte bulup izleyin derim.

"İnsan bazen böyle kendini bir bok sanıyor biliyor musun? Başkaları da ona böyle bok gibi davranıyorlar. Nasıl olacak bu iş?"

14 Şubat 2016 Pazar

Jeanette Winterson: Vişnenin Cinsiyeti

"Jordan küçükken kağıttan kayıklar yapar, ırmakta yüzdürürdü. Bu yolla rüzgarın bir yelkeni nasıl etkilediğini öğrendi ama, aşkın bir yüreği nasıl etkilediğini öğrenemedi."

***

"Bir kere aşık oldum -aşk dedikleri şey bizi doğruca cennetin kapılarına götüren, aynı anda o kapıların sonsuza dek kapalı olduğunu gösteren zulümmüş meğer."

***

"Zamanla gerçek aşkın temiz bir aşk olması gerektiğine karar verdim, kendime bir kalıp sabun kaynattım..."


13 Şubat 2016 Cumartesi

Mustang














Mustang uzun süredir merak ettiğim bir filmdi. Başarılarının yanınında hakkında epey konuşuldu, yazıldı ve çizildi. Benimki geç kalınmış bir seyirdi, nitekim film bitiminde geç kaldığım için kendime bir kez daha kızdım. 

Mustang, gerçekleri hiç dolandırmadan ve sarsıcı bir şekilde anlatıyor. Sarsıcı diyorum, çünkü rahatsızlık da duyuyorsunuz bir yandan. Böyle filmler çok nadirdir, izler geçeriz genelde. Mesaj vermeye çalışan filmler bile, bir yerden sonra sadece seyirlik hale gelebiliyorken, Mustang bunun üstesinden çok iyi geliyor bence. 

Trabzon'un denize nazır tepelerinin ardında, küçük bir yerleşim yerinde babaannesi ve amcası ile birlikte yaşayan beş tane ergenlik çağındaki kız. Baskıcı bir muhit, kendine kendinden doğrular yaratmış ve bu doğruların sorgulanabilirliğini, kime göre ve neye göre olduğunu es geçmiş bir muhit, bu muhit içinde yaşayan "bok rengi" insanlar. Babaannenin aman çevre ne der tutumları, amcanın evin reisi muktedir baskıları ve beş kız çocuğunun kapana kısılmışlıkları. 

Bir kere film bittikten sonra çok fazla sorgulama yapıyorsunuz. Bilhassa erkeklerin izlemesi gereken bir film belki de. Kız çocuklarının ergenlik dönemleri, kendi bedenlerini keşifleri, oyun ile ayıp arasında gidip gelen toplumsal sözde ahlaki çizgi, çocukların buna rağmen kendilerine bir çıkış yolu arama ve mutlu olma çabaları... Belki de çoğu erkek Mustang sayesinde ilk kez bunların farkına varacak. 

Çok amiyane bir tabir olacak belki ama cidden dünyayı erkeklerin s.kleri yönetiyor. Bu iktidar duygusu, tamamen s.k odaklı bir durum. Çünkü o var ve siz isterseniz s.kersiniz. Her şeyi hem de. Bu varoluş biçimini çok anlamsız buluyorum. İnsanların kendilerini tümden cinsel organları üzerinden tanımlamalarını. Ve o varsa değerli olmalarını yoksa değersiz olmalarını. Bu esasen başka bir yazının da konusu olmalı. Uzun uzadıya anlatıp tartışmak istiyorum.

Bir kez daha söylemek isterim ki Deniz Gamze Ergüven harika bir iş çıkarmış. Uzun süre kendime gelemeyeceğim sanırım. 

10 Şubat 2016 Çarşamba

Kareli Battaniyeli Günler

Şu sıralar hasta ve yalnızım. Annem belirli aralıklar ile yatılı olarak şehir dışında fizik tedavi görüyor. Zamanı gelmişti, onu götürdüm işlemlerini tamamladım ve döndüm derken ben de hasta oldum. Sömestr tatilinde Bandırma'ya gitmiştim, arkadaşlarımı ziyarete. Epey güzel vakit geçirdim orada. Lakin sahil havası çarptı sanırım. Bir süredir bademcikler şiş, öksürük var, burun şırıl şırıl akıyor. Bir de evde yalnız kalınca kendime yemek bile hazırlayasım gelmiyor. Bütün gün battaniyeye sarılı, elimde kocaman bir bira bardağı dolusu bitki çayı ve bir kitap öylece oturuyorum. Kitap bitiyor film izliyorum film bitiyor kitap okuyorum.

Tam bir bunalım havası. Hasta olunca ve enerjim düşünce çok mutsuz oluyorum. Şu sıralarda da mutsuz mutsuz oturuyorum ve annemin dönmesini dört gözle bekliyorum. Bunalıma girsem hiç çekilmez bir kişi olacakmışım çok belli. Umarım en kısa zamanda eski enerjime kavuşurum. 

9 Şubat 2016 Salı

Jean Teule: İntihar Dükkanı

Şu sıralar hasta olmam ve işten kalan vaktimin artması vesilesi ile epey kitap okuyorum. İntihar Dükkanı da bunlardan biri. Oldukça ilginç bir kitap. Kitap ilk kez 2007 yılında Fransa'da yayınlanmış. Ülkemizde ise ilk basım tarihi 2011 yılında Sel Yayıncılık tarafından yapılmış. 

Romanda karşımıza çıkan ilk ilginçlik bir İntihar Dükkanı. Bu intihar dükkanını işleten bir aile var. Dükkanın içerisindeki çeşit çeşit tasarım malzeme, intihar etmeyi düşünen insanlara sunuluyor. Yaşamdan zevk alamayan, sevdiği birini kaybeden ve çeşitli nedenlerden dolayı intihar etmek isteyen pek çok insan, bu dükkanın kapısını çalıyor. Dükkanı da bir o kadar enteresan bir aile işletiyor. Fakat içlerinde onlara pek uymayan, sürekli küçük şeylerden mutlu olan ve her fırsatta hayatın ne kadar güzel olduğunu anlatan küçük bir çocuk var, Alan. 

Roman, konu itibari ile oldukça farklı. Su gibi akıyor, özellikle Sel Yayıncılık'ın kitap basım kalitelerini çok iyi buluyorum. Beklenti yükseltmeden okumakta fayda var, çünkü kitap bir romandan ziyade bir film senaryosu gibi kaleme alınmış. Bu bazı yerlerde biraz can sıkıcı hale gelebiliyor. Tabii bu eleştiriyi yaparken yazarın televizyon dünyası için de çalıştığını ve sinemaya uyarlanan bir eserinin de olduğunu unutmamak gerek. Kitap, 2012 yılında Le Magasin Des Suicides adlı bir animasyon film olarak sinemaya da uyarlanmış. Romanı yerine animasyon filmini izlemeyi tercih edecekler için farklı bir alternatif olabilir. 

8 Şubat 2016 Pazartesi

Orhan Pamuk: Kırmızı Saçlı Kadın

Geçenlerde bir arkadaşım ile Orhan Pamuk üzerine sohbet ederken şöyle bir şey söyledim: "O kadar iyi bir yazar ki, ne yazsa okurum." Bunu söyleyebileceğim yazar sayısı çok değildir; Sezgin Kaymaz ve Gündüz Vassaf gibi isimler aklıma ilk gelenler. 

Kırmızı Saçlı Kadın'ı da çıkar çıkmaz alıp okudum. Hatta kitabın ilk tanıtımını gördüğüm zaman 1 Şubat idi. Romanın çıkış tarihine dikkat etmeden koştur koştur kitapçıya gitmem ile 3 Şubat'ta çıkacak olmasını öğrenmem bir olmuştu.

Kırmızı Saçlı Kadın'da Orhan Pamuk, Kral Oidipus ile Rüstem ve Sührab'ı kendi yaratıcılığı ile birleştiriyor, nihayetinde ortaya gerçekten enteresan denilebilecek ve beklenmeyen bir son ile biten bir roman çıkıyor. Mahmut Usta'nın hikayeleri, Cem'in Mahmut Usta'ya karşı tutumu epey etkiledi beni.

Kitaptaki baba oğul analizlerini de çok beğendim. Özellikle altını çizdiğim ve burada da paylaşmak istediğim bir kısım var. Orhan Pamuk bizim ülkenin analizini gerçekten iyi yapan yazarlardan biri. 

"O zaman sana babalık etmemiş dedi" dedi Kırmızı Saçlı Kadın. "Sen de kendine başka bir baba bul. Herkesin babası çoktur bu ülkede. Devlet Baba, Allah Baba, Paşa Baba, Mafya Babası...Burada kimse babasız yaşayamaz."


6 Şubat 2016 Cumartesi

Amaury Vassili














Amaury Vassili, Eurovision şarkı yarışması sayesinde tanıdığımız bir isim. Kendisi 2011 Eurovision şarkı yarışmasında ülkesi Fransa'yı Sognu isimli parçayla temsil etmiş ve yarışmayı 15. olarak tamamlamıştı. İlk etapta herkesin dikkatini çekecek saçlara ve görselliğe sahip olmasının ötesinde muhteşem bir sese sahip. Bir tenor. 

Arada açıp eski Eurovision şarkılarını dinleyip nostalji yapıyorum. Bugün de rastgele Sognu isimli şarkısını dinledim derken diğer şarkıları ve klipleri de çarptı gözüme. Özellikle My Heart Will Go On yorumu gerçekten beni benden aldı. Kendisine başarılar diliyorum, bu tekrar hatırlayış iyi oldu benim için. Bundan sonra kendisini yakinen takip edeceğim. 

Le Herisson














Yaşamaya Değer, 2009 yapımı bir Fransız filmi. Muriel Barbery'nin, Kirpinin Zarafeti isimli romanından uyarlanan, konusu itibari ile de epey ilginç bir film. Yıllar önce Turkuvaz Kitap'tan çıkan romanı okumuştum, hala kitaplığımda durur. Araştırdığım kadarı ile Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından da basılmış. 

Çoğu zaman kitaptan uyarlama filmler, kitabın önüne geçemez. Ama bence bu sefer tam tersi olmuş. Filmleri ve kitapları birbirleri ile kıyaslamak ne kadar doğru olur bilmiyorum ama bu sefer film kitaptan daha başarılı olmuş. 

Filmin başkahramanı küçük bir kız çocuğu, ismi Paloma. Zengin bir ailede, zenginlerin oturduğu bir apartmanda büyüyen, hayat ile birtakım ciddi dertleri olan, sorgulayan, çok zeki ve farklı yeteneklere sahip bir kız Paloma. Bir sonraki doğum gününde intihar etmeyi planlamakta. Yaşamın nedenini sürekli sorgulamakta, eline aldığı bir kamera ile ailesini ve çevresini sürekli kayda almakta, onlarla ile ilgili çeşitli çıkarımlarda bulunmakta. 

Paloma'nın hayatı; apartmanlarına yeni taşınan Kakuro Ozu ile değişmeye başlar. Aynı zamanda apartmanın kapıcısı Renee'yi de daha yakından tanıma fırsatı bulur. 

Paloma ile birlikte film bir sürü güzel mesaj veriyor ve hayata dair bilgece çıkarımlarda bulunuyor. Filmin içinde bir sürü metafor keşfetmek de mümkün. Örneğin kavanozdaki turuncu balık. 

Film için tek bir eleştiride bulunabilirim ki o da; Paloma'yı canlandıran Garance Le Guillermic isimli çocuk oyuncunun performansını biraz zayıf buldum. Kitabı okurken Paloma'yı çok daha farklı hayal etmiştim, belki de ondandır. 

Yaşamaya Değer hoş ve sorgulatan bir Fransız filmi, tavsiye ederim. 

5 Şubat 2016 Cuma

Noordzee, Texas














"Noordzee, Texas" 2011 yapımı Belçika menşeli bir pembe film. Annesi ile birlikte küçük bir kasabada yaşayan Pim, henüz 15 yaşına girmek üzeredir. Küçüklüğünden beri farkında olduğu cinsel kimliği, ergenlik döneminin etkisi ile şekillenmektedir. En yakın arkadaşı olan Gino'dan hoşlanmaktadır. Ve film, Gino ve Pim arasındaki ilişkiye odaklanarak devam etmektedir. 

Annesinin; genç, yakışıklı bir çingene olan kiracıları Zoltan ile birlikte evi terk etmesi üzerine Pim; kız kardeşi ve annesi ile birlikte yaşayan Gino'nun yanına taşınır. Ama Gino, şehir dışındadır ve üstelik bir kız arkadaşı vardır. 

Genç erkeklerin yani ergenlik dönemindeki erkek çocuklarının, eşcinsel yönelimlerini keşfini somut ve sıcak bir dille anlatıyor Nordzee, Texas. Pim'in penceresinden cinselliği ve aşkı keşfini izliyoruz. Bu açıdan bakıldığında gayet kayda değer buldum filmi. Özellikle fotografik kareleri ile sanatsal bir görselliği de var. Misal; Pim'in henüz beş altı yaşlarındayken annesinin tacını takıp, rujunu sürüp pencerenin karşına geçmesi gibi. Yine, Zoltan ve annesini birlikte yakaladığı gece, çizgili pijamaları ile durmaksızın koşup sabahı bir durakta geçirdiği sahne gibi.

Vakit bulursanız tavsiye ederim, "Nordzee, Texas" yormayan ve son sahnesiyle de yüzlerde hoş bir tebessüm bırakan bir film. 

Hasan Ali Toptaş: Bin Hüzünlü Haz

"Ellerinde sinir hapları, su şişeleri, poşetler ve bayatlamaya yüz tutmuş günlük gazeteler. Herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına, herkes gazetelerin birinci sayfasında pıhtılaşan kanlara gözucuyla bakıp bakıp susuyor ve herkes adımını ileriye değil de, kendi içine doğru atıyor."

***

"Dahası bu milyonlarca kişinin, sanki çılgın bir şövalye görüntüsü halinde gelip oradaki ölümün karşısına dikildiklerinden hiç haberleri yokmuş gibi, hala zırhın içindeki karanlıkta günlük yaşamlarını kayıtsızca sürdürdükleri, yani hala aptalca şeylere gülüyor, budalaca konuları konuşuyor, boğaz boğaz dövüşüyor, arada bir sevişiyor, işe gidiyor, işten geliyor, ya da tencere tabak gürültüleri arasında kaybolan evlerine sürekli girip çıkıyor oldukları bile düşünülebilir."


3 Şubat 2016 Çarşamba

Lilting (Sevgilinin Ardından)
















Lilting, Kamboçyalı yönetmen Hong Khaou'nun 2014 yapımı ilk uzun metrajlı filmi. Bu gece misafirimdi Lilting. 


Kai, ailesi ile birlikte memleketinden Batı'ya gelir. Eşcinseldir ve sevgilisi Richard ile birlikte yaşamaktadır. Babasını kaybettikten sonra annesini bir huzurevine yatırır. Bundan dolayı kendini suçlar. Richard, her ne kadar Kai'nin annesine açılmasını istese de, Kai buna bir türlü cesaret edemez. Cesaret ettiği gün ise, annesine kendisini açıklayamadan bir trafik kazası ile hayatını kaybeder. Richard çok sarsılır. Kai'nin annesi Junn'a ulaşır ve ona derdini anlatamaya, yardımcı olmaya çalışır. Ve sonunda ona gerçeği itiraf eder. 

Richard'ı canlandıran Ben Whishaw ve enfes konusu için izlemeyi tercih ettim bu akşam Lilting'i. Diyalogların muhteşem olduğu, hüzünlendirici bir öykü. Richard ve Kai arasındaki aşk çok derin, çok güzel. London Spy sayesinde tanıdığım Ben Whishaw ise benim için şimdiden en iyi oyuncular listemde zirve başlarından biri olmuş durumda. Çok yetenekli bir oyuncu. 

Lilting, insanda hüzün bırakan bir film. Bazı aşklar kendi tercihlerimiz ile bitiyor. Bazıları ise zamansız, istemeden avucumuzdan kayıveriyor. Tıpkı Richard ve Kai'nin aşkı gibi. Sevgilisini acı bir şekilde kaybeden Richard'ın, Kai'nin annesine göstermiş olduğu ilgi, ona verdiği değer takdire şayan. Ve sevgilisinin ardından hala aşk dolu bakıyor olabilmesi de çok kutsal. 

Zamansız biten pembe aşklara bir güzelleme Lilting. Vakit bulursanız tavsiye ederim. 

Yaşar Kemal: Kuşlar Da Gitti

Üzülerek itiraf ediyorum ki, 24 yaşındayım ve hayatımdaki ilk kez Yaşar Kemal okuyorum. Kişisel hayatımda çok okuyan biriyimdir. Epeyce bir edebiyat külliyatım vardır. Bunların arasında şimdiye kadar niçin Yaşar Kemal yoktu bir anlam veremiyorum. 

Kuşlar Da Gitti, Yaşar Kemal'in kısacık ve sıcacık bir romanı. İstanbul'un değişen ve yozlaşan çehresini, insanlığın içine düştüğü karanlık dehlizleri ve kuş azat etme kültürünü anlatan enfes bir eser. Özellikle Mahmud'un İstanbul'a, kuşlara ve balıklara dair sarf etmiş olduğu sözler oldukça anlamlı. Beni derinden etkiledi. Tesadüf bu ya, bir gün çocuğum olursa ya da bir çocuk evlat edinebilirsem adını hep Azad koymayı istemişimdir. Şimdi ise, Azad ismini böylesine güzel bir yazar ve eseri ile taçlandırmak beni çok mutlu etti. Gün gelir de böyle bir durum gerçekleşir, evladım "Baba, benim ismim nereden geliyor?" diye sorarsa şayet, ona verebilecek bir cevabım aynı zamanda çok da anlamlı bir öyküm olacak. 

"O zamanlar kuşçuluk çocuklar için bayağı karlı bir işti. O zamanlar insanlar, daha iyiydiler denemez, kim bilir, ama daha başkaydılar. Belki de kuşları daha çok seviyordular. Belki de yürekleri yufka, daha acımayla, daha sevgiyle doluydular. Belki de doğaya daha yakındılar, kim bilir... Şimdiki insanlara vız geliyor kafeslerde küçücük kuşların ölmesi. Kiliselere, havralara artık uğrayan kalmadı, pazardan pazara, o da birkaç kişi, ölümden ölüme, o da birkaç kişi."

2 Şubat 2016 Salı

The Danish Girl












The Danish Girl, Tom Hooper'in yönetmen koltuğunda oturduğu, David Ebershoff'un da senaryosunu kaleme aldığı yepyeni bir film. Ülkemizde 12 Şubat'ta vizyona girecek olan filmi uzun zamandır bekliyorum. Hatta #tarih dergisinin Şubat sayısında da film ile ilgili bir yazı görünce çok mutlu oldum bugün. 

Film, dünyada ilk cinsiyet değiştirme ameliyatı olan (ya da ilklerden biri olan) Danimarkalı ressam Lili Elbe'nin hayat hikayesini vizyona taşıyor. Lili Elbe'yi ise Eddie Redmayne canlandırıyor. Evirip çevirip aylardır sürekli fragman izlediğim için yürekten söylüyorum ki kendisi çok büyük bir iş çıkarmışa benziyor. Efsane bir performans izleyeceğimize çok eminim. Ayrıca filmde Ben Whishaw'ı görecek olmak da oldukça heyecan verici benim için. Kendisini geç de olsa London Spy ile tanıdığım için şanslıyım. 

12 Şubat'ı ip ile çekmeye devam. 

1 Şubat 2016 Pazartesi

Ferzan Özpetek: Sen Benim Hayatımsın

Ferzan Özpetek'i filmleri ile tanırız bir çoğumuz. Hatta benim en sevdiğim yönetmenlerden biridir. Cahil Periler, Serseri Mayınlar ve Karşı Pencere hayatımda çok büyük bir öneme sahiptir. 

İlk kitabı İstanbul Kırmızısı'nı bir türlü alıp okuyamadım, Sen Benim Hayatımsın adlı ikinci kitabını da çıktığı gibi alıp okuyamadım derken nihayet aldım ve bitirdim, uzun bir yolculuk sırasında. Ne tesadüf, Bandırma'ya arkadaşlarımı ziyarete giderken bir çırpıda bitti. Soluksuz okudum. Filmlerinde olduğu kadar, edebiyatta da üstün bir yeteneğe, tertemiz ve dopdolu bir bakış açısına sahip Ferzan Özpetek. Aynı zamanda eseri, eşcinsel edebiyat için atılmış büyük bir adım. 

Sen Benim Hayatımsın, Ferzan Özpetek'in kendini kattığı, yaşamından ve filmlerinden kesitler sunduğu bir eser. Ferzan Özpetek'in aşkları, erkeklere de aşık olabildiğini keşfi, İtalya'da henüz ünlü bir yönetmen olmadan önce yaşadıkları, arkadaşları ile geçirdiği vakitler, aşkı ve cinselliği doyasıya tattığı tatlı zamanlar... Valerio ve çok sevdiği Simone... Aşkın saflığı ve cinsiyetsizliğine, bir hayat hikayesine, Roma'ya çok güzel bir güzelleme niteliğinde Sen Benim Hayatımsın. Sıcacık bir yaşam öyküsü. 

Translar, evliler, bekarlar, bir apartman terasında başlayan ve devam eden yılların eskitemediği dostluklar, zamanın savurduğu insanlar, gizli plaj maceraları, aşkın en yalın ve korunmasız hali, dünyanın duygusu... 

"Bu karanlık düşüncelere kapıldığımda tam anlamıyla kanım donuyor. Rastlantı sonucu tanıştığımızı bilmek keyif vereceğine batıl inançlara sürüklüyor. Kendimi bir felaketten sağ kurtulmuş gibi hissediyorum. Eğer seni tanımamış olsaydım hayatımın dönüşebileceği felaketten." 

Bu sözleri bir gün bizim için de söyleyebilecek, değerli ve büyük aşklar yaşayabileceğimiz insanlarla tanışabilmemiz dileğimle.