26 Nisan 2023 Çarşamba

Eurovision 2023

Çocukluğumdan beri takip ettiğim tek yarışma Eurovision. Her sene favorilerim ile ilgili bir yazı yazıyorum muhakkak. Bu sene de gelenek bozulmasın istedim. 

İspanya 

Blanco Paloma'nın şarkısı "Eaea" etnik ezgiler taşıyan, özgün bir şarkı. İlk dinlediğim andan itibaren çok sevdim. Üstelik Blanco Paloma'nın çok güçlü bir sesi var. Sade ve şık bir sahne şovu ile iyi bir sıralama elde edeceğini düşünüyorum. Benim bu sene bir numaram İspanya. 

İsveç

Loreen, "Euphoria" isimli şarkısı ile 2012 yılında birinci olmuştu. Bu sene ise "Tattoo" isimli şarkısı ile ülkesini temsil ediyor. Yine güçlü bir şarkı, sahne şovu da eminim ki çok güzel olacaktır. Tattoo, Euphoria'dan izler taşısa da bu sene yeniden birinci olabileceğini düşünüyorum. 

Çekya

Vesna isimli halk müziği grubu bu yıl ülkelerini "My Sister's Crown" isimli şarkıları ile temsil edecekler. Ben şarkıyı çok özgün buldum. Şarkının klibi de çok başarılı olmuş. İyi bir sıralama elde etmelerini umuyorum. 

Ermenistan

Brunette, bu yıl Ermenistan'ı "Future Lover" isimli bir şarkı ile temsil edecek. Şarkıyı genel olarak beğendim. Rap müzikten hoşlanmadığım için, şarkının bir bölümünde yer alan rap kısmını çok beğenmedim ama genel olarak güçlü bir şarkı olduğunu düşünüyorum. İyi bir sıralama elde edecek gibi. 

Norveç 

Alessandra, "Queen of Kings" isimli şarkısı ile ülkesini temsil edecek. Marş havasında olan bir şarkı, şarkıcı ise oldukça şirin. Şimdiden çok ses getirdi. Ben epey iyi bir sıralama elde edeceğini düşünüyorum. 

İsrail

Noa Kirel, ülkesinde ve Avrupa'da epey tanınan genç bir isim. "Unicorn" isimli şarkısı ile yarışacak. Şarkıyı beğendim, ilk çıktığından beri dinliyorum. Epey puan toplayacaktır İsrail. 

Yarışmanın finali 13 Mayıs tarihinde. Umuyorum güzel bir sene olur. 

22 Nisan 2023 Cumartesi

Yakın

Bugün Mubi'de bir film izledim ve içime kocaman bir ağırlık çöktü. Çocukların gözünden anlatılan filmlere ve büyüme hikayelerine karşı bir ilgim var, belki mesleğim gereği belki de kendimden bir şeyler bulduğum için seviyorum, emin değilim fakat film, anlatmak istediğini oldukça sade, apaçık anlatması ile beni çok etkiledi. 

13 yaşında iki erkek çocuğu, komşular, en yakın arkadaşlar, birinin adı Leo diğerinin Remi. Leo ve Remi, tüm yazı yaşadıkları taşrada büyük bir mutluluk içinde geçirirlerken, okulların açılması ile birlikte sancılı bir süreç baş gösteriyor. Birlikte uyuyan, günün her saatini birlikte geçiren çocukların ilişkisi, Leo'nun sosyal baskı nedeni ile kendini Remi'den uzaklaştırmaya başlaması ile birlikte çıkmaza giriyor. Okula başladıklarında bu iki erkek çocuğun yakınlıkları okul topluluğu içinde fark ediliyor. Sosyal çevresinden dışlanacak olmayı, zorbalığı ve sözlü tacizi kaldıramayan Leo, giderek kendini en yakın arkadaşı Remi'den uzaklaştırmaya başlıyor. Remi tam olarak ne olduğuna anlam veremiyor. Duygusal dayanıklılığı Leo'dan daha zayıf fakat kurduğu bağ Leo'dan çok daha güçlü. Remi'nin çocuk kalbi, çok sevdiği arkadaşının kendinden uzaklaşmasını kaldıramıyor ve Remi intihar ediyor. 

Bundan sonraki süreç psikolojik olarak çok daha ilgi çekiciydi. Aslında Leo'nun ortalığı yakıp yıkmasını, bir şekilde içinde barındırdığı suçluluğu dışa vurmasını bekledim film boyunca. Fakat öyle olmadı. Leo, Remi'nin ölümünden sonraki süreçte tüm gündelik aktivitelerine devam etti. Ruh halinden çok zor ayakta kaldığı anlaşılsa da, fiziki olarak gündelik hayatın sorumluluklarının hepsini yerine getirdi. Bu noktada durup biraz düşündüm. Hepimizin acı ile baş etme yöntemleri farklı. Yine hepimizin duygusal dayanıklılığı da farklı. Leo, içinde yaşattığı ve büyüttüğü acıyı bir türlü akıtamadı; filmin bazı sahnelerinde bu acıyı çok zor taşıdığına dair izlenimler edindim. Bazen, bir acı karşısında hepimizin aynı şekilde üzülmediğine yakından ya da uzaktan tanık olmuşuzdur. Acı, kimi zaman fiziken yoğun görünmüyor olabilir ama ruhen kimi daha fazla etkilediğini kestirmek zor. Bunun için insanları suçlamak da anlamsız. Gördüğüm kadarı ile Leo, bu acıyı herkesten daha yoğun yaşadı. Onun, gündelik hayatına çok kolay devam ediyor gibi görünüşü, kesinlikle herkesten daha az acı çektiği anlamına gelmiyor. 

Alice Miller'ın "Yaratıcı Çocuğun Dramı" isimli kitabında okumuştum, bir yerde şuna benzer bir şey diyordu: "Bir çocuğun sevdiği birinin sevgisini kaybetmesi, onun için ölümle eşdeğerdir". Sevgisizlik Remi'nin hassas ruhuna ağır geldi, bu acıyı daha fazla içinde taşıyamadı. Kendime, kendimi en çok hangi çocuğa yakın hissettiğimi sorduğumda cevabım çok netti, Remi. Onun yaşlarındayken tıpkı böyle bir çocuktum.

Bazen çocukların duygularını es geçebiliyoruz, olaylara onların dünyasından değil de bir yetişkin dünyasından bakmayı tercih edebiliyoruz. Bu, öğretmenken de böyle. Fakat çocuklar muhakkak bir yerde bir mesaj veriyorlar. Remi, Leo ile aralarının açılmaya başladığı ilk zamanlar; ailesi ve Leo ile kahvaltı masasında iken aslında göz yaşları ile bir mesaj vermişti. Fakat bu mesajları her zaman için vaktinde alamıyoruz. Filmin sonunda Remi'nin annesi ile Leo'nun sahnesi de beni çok etkiledi. Yas sürecindeki anne, belki de yapabileceği en zor şeyi yaptı. Leo'ya kucak dolusu sarıldı. 

Remi büyüyemedi lakin Leo büyürken çocuk kalan Remi'yi her daim hatırlamaya devam edecek.  

18 Nisan 2023 Salı

İncelenen Hayatlar: Kendimizi Nasıl Yitirir, Nasıl Buluruz?

Ara tatile girmemizle birlikte kitaplığıma bir göz atıp, neler okuyabileceğimi düşündüm. Sebebini bilmediğim bir şekilde elim, bir süre önce aldığım "İncelenen Hayatlar" isimli kitaba gitti. İçinde bulunduğum ruh haline uygun bir kitap olduğunu düşünerek hemen okumaya başladım. Eskiden, okunacak diğer kitapları düşünerek hızlı hızlı okurdum. Bu sefer yavaşça okudum, notlar alarak ve kitabın içine kendi düşüncelerimi de yazarak. 

Kitabın yazarı Stephen Grosz bir psikanalist. Yıllar içinde deneyimlerine dayanarak kaleme aldığı bu kitapta ufak ufak denemeler var. Hepsi, kendi danışanlarının kişisel öykülerinden yola çıkarak kaleme aldığı denemeler. Çok naif bir yazım dili var, başlıklara ayırdığı her bir denemesinde kendimi onun odasında gibi hissettim. Aynı zamanda danışanlarının kişisel öykülerini okurken bazı anekdotlarda kendimi buldum. Örneğin; "İlişkide Olmamak Üzerine" başlıklı denemesinde danışanı şöyle bir cümle kuruyor: "Sevgi benim sorunumu çözemez çünkü sevgi bana tehditkar geliyor. Sorun sevilmek, çünkü sevilmek bir taleptir. Sevdiğinizde biri daha fazlanızı istiyor demektir." Öyle güzel anlatılmış bir vaka ki, danışanı mutluluğun yalnızca bir ilişkideyken bulunabileceği yönündeki yaygın kanıya karşı çıkışının gerekçelerini anlatıyor. Durup düşündüm biraz; etrafımızdaki insanlar hatta psikologlar dahil hemen herkes ilişkide olmak üzerine eğilen bir tarifle çıkıyor karşımıza. Oysa benim de düşüncelerim örnek verdiğim vakadaki danışan ile hemen hemen aynı. İlişkide kalmak bir ölçüde doğamız gereği, hayati olsa da, her an bir ilişki içerisinde olmak zorunda değiliz sanki. Bir ömür; birini sevmeden, birini ya da birilerini hayatımıza almadan da sürdürülebilir, yaşanabilir. Diğer türlüsünün daha anlamlı olduğu yönünde hiçbir kanıt yok elimizde. Oysa yüceltilen tam olarak diğer türlüsü. Herkesin bildiği her zaman doğru değildir. İnsanlığın tarihten beri yenemediği tek şey, alışkanlıktır. Kültürün, yaşamın, iç içe geçmişliğin ve toplumun getirdiği alışkanlık.

"Olumsuzluk Sevgiye Teslim Olmamızı Nasıl Engeller" isimli başka bir deneme de çok dikkatimi çekti. Denemeye konu olan vakada danışan, biriyle tanışmak, aşık olmak istiyor fakat derinlerde başka bir öykü var. Aşkı aslında bir tehdit olarak algılıyor çünkü aşık olması, evlenmesi ve bir ilişkide olması demek; kendini, işini, arkadaşlarını, özgürlüğünü, benliğini ve var oluşunu yitirmek demek. Duygusal teslimiyet ve bağlanma aslında onun için bir kazanımı değil kaybı simgeliyor. Birini severken, onunla ilgili ciddi bir adım atmamız gerektiğinde bazılarımız tedirgin olur. Her şeyden emin olsalar bile geri adım atmak isterler. Verdiğimiz bu olumsuz tepkinin aslında aşk, birliktelik olasılığına karşı verdiğimiz bir tepki olabileceğini söylüyor yazarımız. Ben de vakayı okuduktan sonra altına şöyle bir not düşmüşüm: "Bu vakada tam olarak kendimi görüyorum. Sanki birine bağlanmak, onunla bir sevgiyi paylaşmak bana; kendimi, kimliğimi, benliğimi, ve özgürlüğümü yok edecek bir şeymiş gibi geliyor. Yeniden terk edilme, acı çekme ve kırılma ihtimali varken sanırım yalnız kalmak bana büyük bir konfor sağlıyor."

Aslında, bir yerde terk edilmek varsa öbür yanda kavuşmak da vardır. Yine bir yerde acı çekmek varsa öbür yanda acısız bir seçenek de vardır. Yine bir yerde kırılma ihtimali varsa, öbür yanda tamir edilme ihtimali de vardır. Her şeyi zıttı ile var edersek, elbet başka bir seçenek de bize eşlik edebilir. Yalnızca bunu görmek ve bu seçeneği tercih etmek ile alakalı gibi duruyor. Bahsettiğim öbür uçlar arasından tercih yapmakta zorlandığım için tam ortada, olduğum yerde duruyorum. 

Burdan bunu söylememin bir anlamı olmayabilir ama Stephen Grosz'a minnettarım. Yazdıkları, benliğime ulaştı, beni bir kez daha kendim ve çevrem hakkında düşünmeye yönlendirdi. İlgi alanınıza giriyorsa, okumanızı tavsiye ederim. Çünkü, kendimizi kaybetmeden bulmamız mümkün değil gibi görünüyor.

7 Nisan 2023 Cuma

Çocuk

Her şey üzerime doğru sürükleniyor gibi. Pek çok yetimi kaybetmiş, her tarafım sızı içindeymiş gibi bir his. Hayata bir yerlerinden tutunmakta bu kadar zorlanırken, bu kadar dalgın ve bu kadar isteksizken şimdi her şeyim elimden alınmış gibi. Oysa herkes hayatına devam ediyor; sokaktakiler yürüyor, iş yerimdekiler hırsları ve yeni idealleri ile yollarına devam ediyor, mahalleden geceleri bozacı geçmeye devam ediyor, herkes bunu yapabiliyor da bir ben çırılçıplak kalmışım gibi hissediyorum. Öyle bir yük ki, olanca ağırlığı ile altında eziliyor gibiyim. Elim bir kitaba uzanmıyor, başka bir ruha dokunmak istemiyor, sürekli tedirgin halim, bir teyakkuz halinde, uyku ile aram açık, müzik biraz şifa gibi sanki, sabahları bir fincan sade kahve ve ondan ötesi yok. Toparlanamıyorum, tam ayağa kalkacağım yeni bir endişe seli ile mücadele ediyorum. Hep gitmek isterdim lakin hayatta bu kadar yoğun bir gitme isteği duymamıştım hiç. Yuvaya geri dönmek gibi his, toprağıma yolculuk gibi, biraz çocukluğum biraz annem, biraz da tarçınlı kek kokusu gibi. 

Nasıl tutunuyorsunuz? Çocuklarınız, eşiniz, sağ kalanlarınız, hayatta olanlarınız, ayakta olanlarınız... Yaşama nasıl değer biçiyorsunuz, yaşamı nasıl sahipleniyor, kucaklıyorsunuz? Benim çoktan ellerimden gitmiş gibi, yitip giden bir sürü insan ile birlikte. Ne korkunç, ne büyük bir elem. İç üşümesi, bir kırgınlık hali, kime, neye bilinmeyen. 

Ben küçük bir çocukken mutlu olduğumu hatırlıyorum, her şeyi bu kadar dert etmediğimi. Koşturduğumu, dondurma yediğimi, bilyeli tahta arabam ile sokakları arşınladığımı, annemin mesaiden dönüşlerini beklediğimi, yaz tatillerinde gece yarılarına kadar mahallede bisiklet bindiğimi, makarna yapma denemelerimi, her ay başı odamı yeniden dizayn etme çabalarımı, ramazan'da pide kuyruğuna girişlerimi, pazara çıkıp satıcı teyzeden bir poşet gofret, bisküvi alışlarımı... Sanırım ben çocukluğumu çok özledim. Ellerimle bedenime sarılsam, çocukluk yuvama geri dönsem, uzaktan olsa bile çocuk kendime, onun yüzüne bakabilsem, gülüşüne dokunabilsem. 

Yetişkin olmak ne büyük bir cehennem, oysa bundan 10-15 sene evvel kulaklıklarımı takar, çalışma masama oturur radyoculuk oynardım kendi kendime. Program sunar, müzik seçkileri yapardım. O ahşap evde, ananeden kalma sedirlerin ve sandıkların arasında. Taş avluda, bahçede, üst katta, sokağa bakan pencerenin dibinde. Öylesine özledim ki, bunları yazarken bile gözlerim doluyor. Bu hassas ruhu bedenimde taşırken gerçekten çok zorlanıyorum, çocukluğumun ahşap kokusunu arıyorum ama hiçbir yerde bulamıyorum. İçimde bir yerlerde çok kırgınım, herkese ve her şeye çok kırgınım.