22 Şubat 2021 Pazartesi

Düş ile Nefes Arasında

Bazen gitmek istiyorum ama nereye gidebileceğimi bilmiyorum. Zihnimde, kalbimde sıkışan ve durmadan beni bunaltan bir his var. Sanki yaratıcı bir kaygı halinin gerginliği, üzerime eğilen kocaman bir gölge. Bu kadar genç bir yaşta neden bu kadar yorgunsun diye soruyorum kendime? Geçmişle olan bağım, geleceğe bakma ve umut etme kabiliyetinden yoksun oluşum ve elbette birtakım rasyonel sebepler bu durumun müsebbibi. 

Yorgun hissetmem çalışıyor olmamdan kaynaklı değil, yaşamın kendisinden kaynaklı. Günlük rutinleri sürdürmek, sabahtan akşama kadar bir sürü insanla iletişim kurmak zorunda olmak ve benzerleri. Kocaman bir oyunun içinde, sürüklenip durduğumuz bir kurguda hareket etmeye çalışıyor gibiyiz. Nesne hareket etmiyor, insan ise sürekli deviniyor. Bu açıdan nesne ile insan arasında hiçbir bağ olmadığını düşünüyorum. Böyle bir bağ olmamasına rağmen, giderek nesneleştiğimi hissediyorum. Yaşamak çok ağır bir deneyim, başlı başına çok zor. Düşüncelerimi bu durumun içinde saklı tutmaya çalışmıyorum, bunları derinden hissediyorum. 

İnsan olmak üzerine bir şeyler söylemeyeceğim, zaten bir sürü insan tasarrufsuz sözcükler sıralamış bu konu ile ilgili. İçimdeki bu ağır yükün geçmesi gerekir mi, daha fazla hafiflemem, bunun için çalışmam gerekir mi bilmiyorum. Zihnim çok karışık, hissettiklerimi tanımlamakta güçlük çekiyorum fakat diğerleri gibi de yaşayamıyorum. Her şey, özellikle de insan ilişkileri çok sahte geliyor bana. Bu oyunun içinde yer almak zorunda olduğum her an bu döngüden çok rahatsız oluyorum, kendime de ihanet etmiş gibi hissediyorum. Diğer insanların dert edindiği şeyleri bir türlü dert edinemiyorum kendime. Dünyevi şeyler ile meşguliyet, ruh ile meşguliyetten daha kolay olsa gerek. Kolay olanı seçmek ise ondan daha kolay olsa gerek. Bu kolay ile yaşarken insanlar, belki de en doğrusunu yapıyorlar. Yükten kaçıp, pahada hafif olanı tercih ediyorlar. Gözleri ise madden pahada en ağır olanda. Sonrası ise derin bir uyku, ne kaldı elinizde? 

İçimi, iç dünyamı seviyorum esasen. O sessiz adamı, gözleyen, susan, konuşmayan, okuyan, değerlendiren, sorgulayan, bir boşluğun içinde anlam bulmaya çalışan adamı. Fakat bir yerde tıkanıyorum, bir yerde diğerleri daha mı doğru yapıyor diye düşünüyorum. Şeylerin sessizliği, beni bir köşede kendimle baş başa bırakıp yoğun bir gürültüye uzanıyor. Bense elimde kalan kendim ile yeni bir zihinsel mücadelenin içine giriyorum. Niyetim kendimi kaybolup giden zamana eş tutmak değil, bizzat zaman ile makul olmak, zamandan bir parça taşımak. 

Bir gün herkesten uzak bir yerlere gitmeyi düşlüyorum. Pek düş kurmasam da, tanımlayamadığım bir yerleşimin içinde yalnızca kendime ait bir tahayyül eşliğinde gökyüzüne baktığımı, bir kedinin başını okşadığımı, istemediğim hiçbir şeyi, işi yapmak zorunda olmadığımı, kendi varlığımı, var oluşumu doyasıya hissedebildiğimi hayal ediyorum. Tüm bunları çıkardığınızda, geriye özgürlük denen bir şey kalmıyor. Bunca düzen, bunca yasa, bunca kural, bunca rutin, bunca ritüel; hepsi ölüm kaygısından mütevellit. İnsanın en belalı illeti, oysa çekincem bundan değil. Bir gün karanlığa karışacağımı biliyorum; maddi karanlığa giderek yaklaşırken, isteğim biraz daha uzaklaşmak. İçime çektiğim herhangi bir nefesi, gerçekten kendim olarak duyumsamak. 

İçimdeki hüzün sabaha erdiğinde, gündüzün düşü geceye karıştığında ve yüzümü güneşe dönüp derin bir nefes aldığımda, her şey bitecekmiş gibi. Bu ağırlıktan kurtulup, sonsuz bir yolculuğa çıkacakmışım gibi. Bu sefer olacakmış gibi. 

6 Şubat 2021 Cumartesi

Toplu Yaşayamama Kültürü: Bir Kent Hezeyanı

İstanbul'da yaşadığımız süre içerisinde üç ev değiştirdik; bunlardan ikisi site, bir tanesi de apartman dairesiydi. Her birinde türlü sıkıntılar yaşadık diyebilirim. Biraz, gözlemlerimden ve ülkemize özgü olduğunu düşündüğüm "toplu yaşayamama kültüründen" bahsetmek istiyorum. 

Şu an oturduğumuz sitede ikinci kattayız, toplam sekiz kat var. Üstümüzdeki daireyi satın almış olan kişi bir devlet memuru, yirmi altı-yedi yaşlarında bir genç. Yeni evlendi, eşi de kendi yaşlarında bir ev kadını. 2021 yılına girdiğimiz şu günlerde, bir insanın ev kadını olabilmesini aklım almıyor. Çağ bu kadar gelişip değişirken, gencecik bir kadın neden ev kadını olarak hayatını devam ettirmeyi tercih eder inanın çok şaşırıyorum. Hiçbir şey üretmeden, bütün gün bir artı bir dairenin içinde yaşamak için nasıl haklı bir argümanı olabilir? Yaşladığında geriye dönüp baktığında, bu dünya için bir şey üretmemiş olmak, kendisine bahşedilmiş olan aklı kullanmamak ve ufkunu genişletmeden ev kadını olarak ölecek olmak onu hiç mi rahatsız etmez? Pek tuhaf. 

Sabah adam işe gidiyor, kadın ise öğleden sonra iki ya da üç gibi uyanıyor. Topuklu terlikleri ile elli metrekare evindeki tüm eşyaları oradan oraya çekiştiriyor. O topuklu terlikler ayağından hiç çıkmıyor. Akşam sularında eşi işten dönüyor. Yaklaşık bir saat kadar bir sessizlik oluyor, ardından son ses açılan televizyon ile gürültüleri yeniden başlıyor. İstisnasız her türlü reality şov programını izliyorlar. Adam arada maç izliyor ve tüm siteyi rahatsız edecek şekilde küfür ederek bağırıyor. Küfür ettiği sıralarda da eşi -neden olduğunu anlamadığım bir şekilde- kahkahalar atıyor. Sabaha karşı üç-dört sularında kadın bulaşık yıkamaya başlıyor. Mutfak musluğundan gelen ses olduğu gibi bizim evden de duyulduğu için istisnasız her sabah bu ses ile uykumdan uyanıyorum. Bulaşık yıkaması bittikten sonra saat beş gibi uyumayı başarıyorlar. Ertesi gün yine aynı hikaye. 

Bunları onlarla yaşadığım için değil, ses yalıtımı olmadığı için çok net bir şekilde duyuyorum ve biliyorum. Evimizde televizyon yok ve annemle çok sessiz, sakin bir aile hayatımız var. Erken yatıp erken kalkarız, evin içinde topuklu ayakkabı ile dolaşmayız, akşam belirli bir saatten sonra kısık sesle müzik bile dinlemeyiz, yüksek sesle bağırmayız. İstanbul'da oturduğumuz her dairede istisnasız bu problemi yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Bu şehir artık bu kadar nüfusu kaldırmıyor. Ucuz inşaat işçiliği ve malzemeden çalarak yapılan bina sayısı o kadar çok ki, kira için dolaştığınızda ilk etapta bunları tespit etmesi de bu işlerden anlamayan bizler için çok zor. Yıllardır içli dışlı yaşadığımız komşu tablosuna baktığımda ve sosyolojik bir değerlendirme yaptığımda görüyorum ki asla nazik, anlayışlı, iyi eğitimli ve gelişmeye açık bir toplum değiliz. Defalarca durumu site yönetimine bildirmeme ve kendim de evlerine çıkıp bizzat konuşmama rağmen, karşımda ne dediğimi bile anlamayan insanların olması gerçekten çok üzücü. Bazen yatak odamda yatamadığım için yastığımı ve yorganımı alıp salonda yatmak zorunda kalıyorum. Nereden tutsan elinde kalacak bir toplumun içinde yaşadığımızı düşünüyorum, hele ki İstanbul, gün boyu hiç bitmeyen bir gürültü bombardımanına ev sahipliği yapıyor. Görünen o ki, bizim gibi insanlar da anlayışlı ve kibar oldukları için her seferinde bir şekilde eziliyor. Durum gösteriyor ki, okulların kapanması itibari ile yeni bir ev bakmaya başlayacağım. Sanırım bu sefer aynı sıkıntıları yaşamamak adına, kiralamaya karar verdiğim binadaki insanların kapılarını tıklatıp sorun yaşayıp yaşamadıklarını soracak ve gürültü olayını en az hissedeceğimiz bir çatı katı dairesi tutacağım. Hem uykumu hem günlük yaşam konforumu ziyan eden, sürekli okuduğum metinleri elimden bırakmama sebep olan bu insanlara da diyecek bir şey bulamıyorum. Bazı insanların hayata ve topluma hiçbir katkı sağlamadan gamsız bir şekilde yaşıyor olmalarına da asla bir anlam veremiyorum. Bu insanların sayılarının bu kadar çok olması, toplum olarak yakın gelecekteki umutlarımı yerle bir etmeye yetiyor. Ki bahsettiğim bu çiftin nasıl bir çocuk yetiştireceklerini de tahmin edersiniz. Ben bir öğretmen olarak çok rahat tahmin edebiliyorum.