26 Ağustos 2018 Pazar

Saat

Yarın iş günü. Saat 01.04. 
Annem mışıl mışıl uyudu, ne de güzel uyuyor.
Yarın kendine kurs bakmaya gidecek, yeni apartmanda komşuları ile çok iyi anlaştı. 
Ben de kendime bir kahve yaptım. 
Oysa uyumam gerek, sabah erkenden kalkıp okula gideceğim.
Biraz da ağladım yine. 
Sufjan Stevens'ın "Fourth of July" isimli şarkısı çalıyor. 
Yarın sigarayı bırakmayı düşünüyorum. Kısmet. 
Her şey hep bir yana bakıyor. 
Bazıları aynı yanda, bazıları bambaşka. 
Yeşilin içinde çimler, çimler rüzgarda dalga dalga.
Öyle çok gelgitli ruhum, hep geride, hep arkada. 
Liste, "Mystery of Love"a sıçradı.
Dilimde hiç söylemediğim kelimeler. 
Gün ortasında yeni bir şeyler olur mu?
Yarın iş günü. Saat 01.09. 

Thomas Bernhard ve Yaşama Uğraşım

Thomas Bernhard bir röportajında, "her şey acınası ve hiçbir yere çıkmıyor" diyor. Bu aralar kendisi ile epey ilgileniyorum. "Bitik Adam" adlı metnini okuyalı uzun zaman oldu. Kendisi hakkında yapılan belgeselden görüntülerini ve konuşmalarından bölümleri izliyorum. Özellikle 1970 yılında "Drei Tage" isimli belgeselde konuştuğu kısa bir bölüm var. Günlerdir başa sarıp tekrar izliyorum, dinliyorum. Kendisinde bir nevi karamsarlık var lakin bu haklı bir karamsarlık. Hayatı olduğu gibi kabul edip devam etmekten yana bir karamsarlık, belki de bir karamsarlık bile değil, üstü örtülü olmayan safi bir gerçeklik. 

Kendi hayatım ile özdeşleştirdiğim metinlerden epey uzak kaldım, bunun sancılarını çekiyorum. Her şey yarım yamalak, bir o kadar da uzak. Evin içinde bir bayram tatili geçirdim. Bol bol izledim, çalıştım. Yarın orta okul grubunun hızlandırma çalışmaları başlıyor, konu tekrarı yaptım. Yeni öğrencilerin bazıları ile tanışacağım, her şey benim için nedense nötr. 

Ne uzun uzadıya gelecek planları yapasım var ne de geçmişten bir nebze bir anıya tahammül edesim. Umut kelimesine inanmıyorum, mutlu olmak diye bir şey olabilir belki ancak. Belki o bile yoktur, sıradan hayatlar sıradan şekilde yok oluyorlar. 

İçimde hep bir gitme isteği, İstanbul'dan tamamiyle uzaklaşmak istiyorum. Belki bir yerde bulaşıkçılık belki bir başka iş. Hiç şakam yok, cesaretimi toplama aşamasındayım. İdeallerime ulaştım, gelmek istediğim yerlere belki de çok erken geldim. Yaşadığım, bunların sancısı da olabilir. Bir insan pek çok güzellikle gencecik yaşta tanışmamalı belki de. Doğanın kanunlarını algılayamıyorum. 

Bugüne kadar çoğunlukla hayata hep bir seyirci gözü ile baktım. Katılımcı olamadım, olmadım. İçimden gelmedi hiç, özüm seyirci olmak istiyor. Katılımcı olduğumda zihnim sinyaller gönderiyor. "Hadi eve dön, kitap oku, yaz ve kendi dünyana sığın." 

Etrafta, özellikle İstanbul'da benim için çok fazla uyaran var. Bu uyaranların hepsi birden beni yoruyor. Dışarı çıktığım zamanlarda örneğin, işe giderken... Trafik, trafik lambaları, insan kalabalığı, insan sesleri, kornalar, uzayıp giden asfalt yollar, duraklardaki ve her yerdeki kuyruklar, hiç çıkmak istemiyorum. İşe giderken giymek zorunda olduğum resmi kıyafetlerden dahi hoşlanmıyorum, eğreti duruyorlar. Ruhum evdeki gibi rahat olmak istiyor, bir tişörtle mutlu mesut olmak istiyor. Her yerde adı sanı konulmamış, oturmamış saçma sapan kurallar. Uzayamayan sakallar ve aksine hep uzayıp giden, bitmek bilmeyen delice günler. 

İçinden çıkanlar, hayata katılmayı başaranlar. Onları bir şeyler rahatsız etmiyor, her nerede olurlarsa olsunlar yaşama katılmayı beceriyorlar, yeni insanlar tanıyorlar ve dünya kendilerinden nasıl olmalarını isterse öyle olabiliyorlar. Yaşam için büyük meziyet, lakin kocaman boş bir eylem, farkında olmadan üstelik! 

Bazı şeylerin farkında olmak iyi değil, belki bir son, küçük bir eylemin içinde sıkışıp kalmak, belki de bu ifade biçimi tamamen yaşamı yok saymak. İşte buralarda bir yerlerdeyim, sıkışmış, öfkeli, bıkkın ve yorgun. Halbuki biraz toprağa basabilsem, her yerde çiçekler yetiştirebilsem, bisiklet binebilsem, insan sesi duymasam, doğanın içinde bulsam kendimi. Lütfen bana bunları bahşet, yaşama dair başka hiçbir şey istemiyorum. Ufak bir hediye, bir iyi niyet. 

24 Ağustos 2018 Cuma

Eğreti: Yarım Akla Bilinçsiz Bir Eleştiri Ya Da Tam Tersi

Plan yapmak ve çaba harcamak anlamsızdır, işler eninde sonunda insandan bağımsız kendi istediği gibi gider. Hayat bizim müdahil olamadığımız yollardan ilerler. İçini doldurmaya çalıştığımız her somut şey beyhude bir çabanın ürünü olup çıkar.

İnsanlar çoklar, kapıdan dışarı çıktığınız andan itibaren hayat kendi ritminde akmaya başlar. Eninde sonunda sizi içine dahil eder, direnmek zihninizi yorar, kabullenmekse sizi onun bir parçası haline getirir. Sonra bir daha hiç bütünlenemezsiniz. Tam akbil, öğrenci akbili. İşin örneğinden yola çıkıp varılmak istenen mizansende tüyleri diken diken eden bir şeyler var, misal gerçeklik duygusu. İnsan gerçeklik duygusunu asla yaşamaz, neyin gerçek olduğunu düşünüyorsunuz? Kendinizin mi, yaşadığınız aşkın mı? Sonlu olan her şey başından sonludur ve her şeyin sonlu olduğu bilinci ile doğarız. Sonu izlerken tekdüze bir çizgide, sonu unuturuz çoklu yollara dalıp. Seçenekler insanları rahatlatır, çok fazla seçenek yaratmak gerçek hayattan kopmanın en güzel yollarından biridir. Çok çocuk, çok sevgili, çok okul, çok diploma, çok kurs, çok yemek, çok kilo, çok alkol, çok gezmek. İçinde çok olan her şey sadeliğe karşıt olarak meydana gelir, sadelik çokluğa karşı savaş halindedir, savaş sevilmez ama tercih edilir. Herkes savaş halinde olmayı ister, öbür türlüsü sonlu akla hizmet eder. Son gelir akla, akıl sonu düşündükçe tedirgin olur. 

Bir açmaz, bir çıkmaz insanoğlunun yaşamı. Her gün herkes konuşur, çok konuşur, konuşmak sorun yaratır, iyi değildir. Her gün herkes giyinir, kıyafetler alır, tırnak keser, banyo yapar, sakal tıraşı olur, otobüse biner, işine gider, evine gelir, sevişir, uyur, kalkar, yemek yer, kıyafetlerini yıkar, para biriktirir, ev satın alır, alışveriş merkezine gider, kahve içer, dinlenir, spor salonuna gider, gülümser, ağlar, yeniden her şeyi hiç sıkılmadan yapar. Yıllarca yapar, ölene kadar yapar, hep aynı şeyleri yapar. Hiç sıkılmadan yapar, hiç mi sıkılmaz? Bir insanın tüm ömrünü aynı eylemlerle geçirmesinin korkunçluğundan daha büyük bir korkunçluk var mıdır? Bilim bu korkunun neresindedir? 

Sonra sokaktan çocuk sesleri gelir, "önüm, arkam, sağım, solum sobe. Saklanmaya ebe." 
Kim ebe?

21 Ağustos 2018 Salı

Kırılgan Bir Çaba

Bir süredir düşünüyorum, esasen kendimi bildim bileli düşünüyorum. Yeni bir başlangıç yaptım, bir süredir tedirgin olsam da genel hissiyatım hissizlikten ibaret. Beş gün kadar seminer dönemi geçirdik, neyin niçin olup bittiğini anlayamadım. Zamana ve mekana adapte olmakta güçlük çektiğim için de oradan oraya savrulup durdum. 

Yeni okulda işler nasıl yürüyecek bilmiyorum. Yakında eşyalarımızın kalanını getirmeye şehir dışına gitmemiz gerekecek. Sonra işte askerlik, ondan sonra hayata adapte olmaya çabalama çalışmaları tüm hızı ile devam edecek.

Aklımızda başka bir şehre yerleşme düşüncesi vardı, bu sene gerçekleştirecektik ama tam da cesaret edemedik. İşsiz bir süreye kadar idare edebiliriz, iş bulabileceğimin de garantisi olmadığı için İstanbul'da yaşar gibi yapmaya devam etme kararı aldık. 

Şu an her şey yarım yamalak olduğu için kendimi havada hissediyorum. Zihnimi toparlayamıyorum fakat ders çalışmak zorundayım, derslerine gireceğim sınıfların konularını tekrar edip notlar alıyorum. Şu an pek istekli bulmuyorum kendimi, okullar açılınca nasıl olacak bilemiyorum. 

Hayatta halledilmesi gereken bir yığın ıvır zıvır iş var. Hiçbirini sevmiyorum bu işlerin. Annem hayata sıkı sıkı tutunabiliyor, her şartta içi umut dolu. Ya da bana pek belli etmemeye çalışıyor bilemiyorum. Bense öyle değilim, tüm her şeyden umudunu yitirmiş bir ruh gibi geziniyorum. Bunun farklı boyutları var tabii, ufak da olsa bir tatil bile yapamadım bu seneki koşturmadan dolayı. Yaz tatili de ev taşımak ve iş değiştirmek ile geçti. 

Dönüp dolaşıp aynı şeyleri anlatıyormuş gibi hissediyorum. Bu aralar tutunmayı başardığım ve adına mutlu olduğum tek şey yasemin çiçeğim. Eski evin balkonunda çok yalnızdı. Bu ev bahçeli olduğu için onu bahçeye koyduk ve hemen kendini toparladı, yeşillendi bir sürü filiz çıkardı ve epey büyüdü. Şaşırdık, onların da ruhu insan gibi sanırım. Güzel hissettikleri yerde büyüyüp filizleniyorlar. Betonların arasında ise hayata tutunamayıp sönüp gidiyorlar. Ben ne kadar tutunabileceğim yaşayıp göreceğiz. 

Elimde bir tük kahvesi ile, yarım yamalak yerleşilmiş bir evde, hiç tanımadığım bir semtte bunları yazıyorum. Görmeden anlayabildiklerim, gözümün gördüğü kadarıyla anlayabildiklerimden daha fazla. Bu zıtlık da hayattaki çabayı, mutluluğu ve iç huzurunu kırıyor. Işık suyun içinden geçip odak noktasında takılı kalıyor. Nitekim tüm hisler hep aynı kapıya çıkıyor. Yaptığımız sadece her seferinde farklı yolları izleyerek aynı sona varmak. Kırılgan bir çaba. 

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Ağırıma Gidenler, Bir İnsan Kelamı

Hep yalanlar anlatıldı, kuru soluk bir masal çağı. Cinler, periler, zaman kandırdı her birimizi daha ufacıkken. Küçük düşlerin yerini büyükleri aldı.
Umut eksildi birer birer, yaş arttıkça yaş aldı insan, gözlerinden yaşlar boşandı.
Nereden gelip nereye gittiğini bilmeden savrulup yaşadı. 
Ya da olduğu yerde çakılıp kaldı, korkularından bir göz eve sığındı. Bir odada yitirdi hayatını.
Bir pencere kenarında sokak lambalarını izledi, karı izledi, güneş girmesin diye perdeleri kapattı. Güneşlikler diktirdi. 
Bir hapis insanın hayatı, Faucault'nun görüşleri pratikte basit bir mana buldu insan hayatında. İnsan bunu hiç bilmedi. 
Yüzyıllarca dillendirilen efsanelere sığındı, efsanelerle yoğruldu. 
Bir mucize olarak görmek hayatı, bana hep gerçekleri yadsımak gibi geldi. Bir garip kendini kandırmaca. Eylemlerimiz, zihniyetimizin berraklığı, masumiyetimiz hepsi zamanla kayboldu. 
Çünkü biz büyüdük, bir ceza gibi. 
Canımız çıktı, sevmekten, sevmemekten, sevememekten tüm eş ve zıt fiillerin kelimelerin arasında kalmaktan. 
Bunca çaba, bunca mücadele, enikonu bir sonu yok işte. 
Yansın istedin, zaten yanıyor. 
Olsun istedin, zaten oluyor. 
Doğmak istedin, zaten ölüyor. 
Ölü gözü.
Bir gün yitimi daha işte.
Kayıp bir zamanın yitimi.
Peşinde Marcel Proust. 
Peşinde mezara onun için bırakılan küçük tatlı kurabiyeler. 
Çocukların ağzında şekerler, bebek arabalarında iniltiler, her yer çocuk sesi. 
Bisiklet binmeler, su içmeler, giyinmeler, banyo yapmalar, türlü basit eylemler. 
Hepsi bir yük bana, sana da öyle ya, görmezden geldiğin sürece ala dünya. 
Ha gayret dediler, yük dediler, ali ata bak dediler, birileri ılık sütünü içerken bizi hep kandırdılar, oyaladılar, ilmek ilmek söktüler, yeni baştan ördüler. 
Ben, biz, sen; ah hep o çakılı dünya.
Zulüm içinde, merhamet içinde, görmeden, bilmeden, ölüm de içinde. 
Enkidu'nun sesi kulaklarımızda.
Kar geliyor. 

11 Ağustos 2018 Cumartesi

Yeni Ev

Yeni evde altı gecemiz geçti bile. İnternetimin nakil işlemi az evvel gerçekleşti, esasen günlerdir internete giremiyor oluşuma da çok sevindim. Hayatımız teknolojiye ne kadar bağlı, ne üzücü. Kullandığımız telefon hatları yeni daireden çekmediği için başka bir hatta geçiş yapmak zorunda kaldık. İstanbul'da hala altyapının bu kadar kötü olması ne kadar ilginç. İstanbul'un göbeği diyebileceğimiz bir yerden telefon şebekesi çekmiyor.

Altı gündür yer yatağında yatıyoruz. Bir naylonun üzerine yorganlarımızı serdik. Geldiğimiz gibi birkaç eşya aldık lakin ancak gelebildiler, koltuklar ise hala gelmedi. Çok ani bir taşınma oldu, üstelik hiç eşyamız yokken. Memleketteki evde eşyalarımız vardı. Oraya gidebilecek vaktimiz yoktu ne yazık ki. Annem de artık o benim yaşımdaki eşyalarla değil de yeni eşyalarla otursun istedim. Zaten Pazartesi günü çalışmaya başlayacağım. Neler olup bittiğini hala anlayabilmiş değilim, su idaresinde su açtırma işlemi yaparken hüngür hüngür ağladım. Eski ev, alışkanlıklar, eski iş derken eskilerden kopmam hiç kolay olmadı. Maziyi sevdiğimden yeni ile amansız sürgit bir kavgam var. Eşya almak falan, ne boş işler.

Biraz da yeni evden bahsedeyim. Düz giriş bir daireye yerleştik, bahçe içinde. Bahçeye domates ekmiş apartmanda oturanlar. Bir aile apartmanı, temiz insanlara benziyorlar, çok çocuklu bir yer. Ev caddeye yakın, kalabalık bir yerde. Üst tarafları ormanlık, orman havasını ve kokusunu hissediyorsunuz. Sevdim mi sevmedim mi bilemiyorum, çok uzun zaman geçirmem gerekiyor alışmak için. Hem İstanbul'dan gidemeyişime hayıflanıyorum hem de hayatın benim için nasıl ilerleyeceğinin bilinmezliği ile tereddüt yaşıyorum. Hissettiklerim nasıl tarif edilir onu da bilmiyorum. Zaten şu süreçte çok fazla bilinmez ile haşır neşir oldum. Bu altı gün zarfında zaman zaman moralim bozuldu. Eşyasız, perdesiz bir ev, yerde uyumak, yeni baştan bir ev ve hayat kurmak. Başkası olsa çok mutlu olurdu belki de, belki de ben her şeyi çok fazla dramatize ediyorum. Hayata tutunma çabama kırılıyorum, güceniyorum. 

Daha çok işimiz var bu evde, koltuklar bir an evvel gelse de şöyle sırtımızı dayayıp uzansak. Sanırım son zamanlardaki en büyük dileğim bu. Bu savaş nereye kadar böyle devam edecek bilemiyorum lakin bir şeyi çok iyi biliyorum, hayat tamamen anlamsız bir koşturmacadan, güzel değerlerin yitiminden, çok büyük bir delilikten ibaret. Nereye kadar dayanabileceğim? İşte orası oldukça meçhul. 

5 Ağustos 2018 Pazar

Evde Son Gece

Yarın sabah taşınıyoruz, üç yıldır oturduğumuz bu evden ve çevreden ayrılmak zor gelecek bana. Sabaha kadar nasıl uyuyacağım bilemiyorum. Tüm eşyaları toparladık, sahiden gidiyoruz. Yeni bir yer, yeni bir ev, yeni bir okul, yenir bir hayat hepsi gerçekten çok fazla yeni. Üstelik içimde zerre kadar heyecan yok, Yabancı'nın kahramanı gibiyim, hissiz. Çok tuhaf, normalde içimde küçük heyecanlar belirmesi gerekir, sanki mücadele edecek hiç gücüm kalmamış gibi. İnsanlar nasıl tahammül edebiliyorlar bu dünyaya? 

Sonsuz ömür, dilim dilim her bir hece, yürekte bukağı, sevginin kabiliyetsizliği; hepsi ortak bir noktada birleşiyor. Üstelik bu yaz edebiyat bile çare olamadı dertlerime. Oysa bir tek o sarardı yaralarımı, sağaltırdı beni, çoğaltırdı. Doyma noktası belki de, hayattaki her şeye. Hiçbir şeyi çabuk tüketmedim ama erken yaşlarda yoruldum. Bu çağ tam anlamı ile delilik çağı, en zorundan. 

Yeni evde bir sürü uğraş, üstelik haftaya çalışmaya başlıyorum. Halledilmesi gereken bir sürü ıvır zıvır, nerede olduğumuzu anlama çabaları. Tüm bunların hepsi öyle zor geliyor ki, bir sene daha diyorum her seferinde kendime. Bir sene daha diren, sonra ne yapmak istiyorsan onu yap artık. Özgür kıl kendini. 

Hoşça kal güzel semtim, hoşça kal güzel evimiz.
Son bir kez balkonda bir sigara yakacağım. 
Sonrası selamet. 

Roger Martin du Gard: Thibault'lar - I

"... O anları hiçbir zaman unutmayacağım. Ne yazık ki hem çok seyrek hem çok kısa tüm varlığımızla birbirimizin olduğumuz anlar. Biricik aşkımsın sen benim! Kalbim başka bir aşka daima kapalı kalacak, çünkü o zaman sana bağlı binlerce tutku dolu anı sarar duygularımı. Elveda, ateşim var, şakaklarım zonkluyor, gözlerim bulanıyor. Hiçbir şey ayıramaz bizi birbirimizden, değil mi? Ah, bir özgür olsak! Ne vakit birlikte yaşayıp gezilere çıkacağız? O kadar isterdim ki başka ülkelere gitmeyi! Birlikte ölümsüz ve hoş izlenimler edinmek ve birlikte bunları sıcağı sıcağına şiirlere dönüştürmeyi!.."

"... Kalbim senin kalbini kucaklıyor. Tıpkı Petronius'un muhteşem Eunice'ini kucakladığı gibi.
Vale et me ama!"

J.

2 Ağustos 2018 Perşembe

Tedirginlik

Saat sabah dört. Yine uyku tutmadı, bu aralar ne çok yazıyorum buraya. Dert dökme, iç sıkıntısı derken yazılar birikti, üstelik anlatacak bu kadar az şey varken. 

Çok yorgun hissediyorum ve çok uzaklara gitmek istiyorum. Her şey öylesine anlamsız ki, hislerimi tarif edecek doğru kelimeleri bulmaya bile üşeniyorum. Gün geçtikçe her şey daha sığ, daha değersiz gelmeye başlıyor. Ben ne yapıyorum öyleyse bu dünyada? 

Yeni bir iş, istediğim gerçekten bu muydu? Bugün bir öğrencim ile yazıştık. Hayatımdaki yeni gelişmeleri aktardım ona. Şunları söyledi bana: "Hocam dışarıdan her şey yolunda gidiyor gibi görünüyor sizin için. Peki ya içeriden, sahiden mutlu musunuz?" Nasıl güzel bir soru, bunca anlamsızlık içinde kendi manasını bulup kabına sığan bir soru. Ben de şöyle cevap verdim: "Tüm bu güzel gelişmeler için mutlu olmam gerekir değil mi? Ama mutlu değilim." 

Nereye gittiğim ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim yok. Şu adımları atmasaydım gerçekten tası tarağı toplayıp bir yerlere yerleşecek ve uzunca bir süre kendi halimde kalacaktım. Ama şartlar, hayat ve bir sürü insan bir şekilde buna izin vermiyor. İçimdeki kaygıyı bertaraf etmek için ne yapmam gerek bilmiyorum, herkes bir şeyler yapıyor herkes bir şeyler söylüyor. Boş, bomboş hepsi. Hayatta birkaç yıl daha fazla yaşamak için yapmadığımız çirkinlik, bencillik yok. 

Son bir sene daha gayret edeceğim. Şartlar ne gösterir bilmiyorum lakin seneye bu şehirden, bu insanların arasından gitmek istiyorum. İnsandan ümit kesilir mi? Evet, kesiliyor. Peki ya hayattan bu kadar kolay vazgeçilir mi? Evet, vazgeçiliyor. Ömrün bitmesini beklemek, bir yandan da ömre erkenden veda etmek. Elbette bekleyeceğim ömrümün bitmesini, sebepsizce, bir cevap bulamadan. 

Var oluş sıkıntısı, var oluş kaygısı bu. Anlam verebiliyorum, anlam verebildiğim şeyler ne kadar az. Bir ben, dışarıdaki ben, özdeki ben, pek çok ben ve insanların arasında, onların yanı başında, kimi zaman uzağında, hep birlikte ama çokça yalnız. 

Sabah uykusuna geçiş anında ya da tam yataktan kafamı kaldırdığımda, etraf ışıl ışıl, güneş terletiyor ama ben hissedemiyorum. Ne acı, ne kıymetli.

Kitaplarda Sadeleşme Üzerine

Geçtiğimiz yıl "hayatımda sadeleşme" başlığı ile kendim için bir kampanya başlatmıştım. Biraz bu süreçten bahsetmek istiyorum. İstanbul'daki evde yaklaşık bin civarı kitabım vardı, edebiyat ve tarih ağırlıklı olmak üzere. Bir süre önceye kadar kitaplarımı asla elimden çıkaramaz, birkaç günde bir kütüphaneden hepsini alıp saatlerce düzeltirdim. Sanırım hayatta doğru düzgün bağ kurabildiğim tek nesne kitaptı benim için. 

"Hayatımda sadeleşme" projesini başlattığımdan beri pek çok şeyi elimden çıkardım. Evdeki tüm kırtasiye malzemelerini, sırt çantalarını, fazla olan çalışma masalarını ve gereçlerini ilkokula giden tatlı bir oğlana hediye ettim. Tabii ki bunun karşılığında ondan çok çalışma ve bol bol okuma sözü aldım. Ardından giyim eşyalarını ayıkladım, evdeki süs eşyaları ve kozmetik malzemeleri ile birlikte onlara da veda ettim. Bir vakfa bağışta bulundum giyim eşyalarımı. İhtiyaç sahiplerine ulaştı, güzel bir iş oldu. Bu projeyi büyüttük, çalıştığım okuldaki öğrencilerimin kıyafetlerini de aynı şekilde düzenleyip gönderdik. Çocuklar da çok mutlu oldu. 

Gelelim kitaplara, sanırım benim için en zoru buydu. Bir gün oturup onlarla vedalaştım, başkaları da okusun istedim onları. Yaklaşık beş yüz kadarını bulunduğum ilçedeki bir liseye bağışladım. Geri kalan kısımdan hala ayrılabilmiş değildim. Kendime ayırdığım kitaplar benim için değerli, arada dönüp baktığım ve tekrar okuduğum kitaplardı. Hele içlerinden bazı metinler vardı ki, görmediğim günler kendimi kötü hissederdim. Bunun da bir tür bencillik olduğunu düşündüm, kötüleri ayıkla iyileri kendine sakla. 

Bir sahaf ile tanıştım ve kitaplarımın hepsini vermek istediğimi söyledim. Geçtiğimiz gün gelip hepsini aldı, hatta çay demlemiştik, birlikte oturup sohbet ettik. 

Şu an kitaplığımda yalnızca iki cilt halinde Füruzan ve Tomris Uyar'ın toplu eserleri kaldı. Onları da neredeyse sürekli okuduğum için yanımda bulundurmak istedim. Füruzan benim için çok değerli, bambaşka bir yazar. Ondan öğrendiğim çok fazla şey var, hayata ve insanlara dair. 

Buna sanıyorum batıda "minimalizm" diyorlar. Son zamanlarda pek moda oldu. Güzel de oldu esasen, moda olmasını umursamıyorum fakat bazı insanlar üzerinde bıraktığı etki çok güzel. Az eşya, biriktirme ve depolama durumlarından vazgeçiş, ihtiyaç kadar harcama, az tüketme, çöp çıkarmama, vejetaryen ve vegan beslenmeye doğru adımlar; bunların hepsi zincir gibi, çok değerliler. 

Hayatta her şeyin mülkiyetini edindiğimiz gibi kitapların da mülkiyetini ediniyoruz. Bana kalırsa -farklı bir kategoride olsa da- kitaplar da birer tüketim malzemesi. Her üretim bir tüketimdir neticede.

Hiçbir şey biriktirmeyin, hiç koleksiyonunuz olmasın, sadeleşmek güzel, huzur verici, bir şey alırken iki tane almayın, biri bitince diğerini alın. İnanın gerçekleştirmesi çok çok kolay. 

Taşınmak: Bir Zulüm Hikayesi

Taşınma vakti geldi çattı, hiç sevmediğim bir iş olsa da taşınmak zorundayız. Gideceğimiz semti zerre kadar bilmiyorum, iki üç kere gidip dolandım. Etraf güzel gibi, bir mahalle havasında okula yakın sakin bir yer. Apartmanda yaşayanlar bahçeye domates ekmişler. İstanbul'da domates ekili bir bahçe, bulunmaz nimet. 

Emlakçı taifesini hiç sevmiyorum, hepsi bir garip. Varları yokları para, aldıkları komisyon. Kiracı ile doğru düzgün ilgilenmiyorlar bile. İstanbul'da ev taşımak tam bir eziyet, nakliyesine kadar her şeyin çok pahalı olması ise içler acısı. Ev sahipleri yalnızca kendilerini ve alacakları parayı düşünüyorlar. Yeni ev sahibimi de hiç sevmedim. Neyse bu kadar olumsuzluk yeter, madalyonu çevirelim. 

Birkaç güne gidiyoruz, evi tuttum. Buradaki evi de boşaltmak üzereyiz. Sıcaklar, işleri çok zorlaştırsa da bir şekilde eşyaları toparladık, zaten çok az eşyamız vardı. Asıl dert yeni eşyalar almak zorunda kalacak olmam, çünkü bu evi eşyalı tutmuştum. 

Sabah bir hüzünle uyandım, gidecek olmanın verdiği gerçeklik duygusu bürüdü içimi. 
Yeni evimiz bahçe katı, şirin. Toprağa tepeden bakmaya alışmıştık, şimdi toprağın üzerinde olacağız. Böyle şeylerle uğraşmayı seven bir insan değilim, ilk gördüğüm evi beğenip tutuverdim. 

Ben elektrik falan açtırana kadar bir süre sefalet çekeceğiz ve sanırım yorganları yerlere serip öyle yatacağız. Okulun da başlamasına çok az kaldı, hala üzerimde bir bıkkınlık. Hayattaki uğraşlarımız ne garip, sanki yaşam insanoğluna bir eziyet. Hayattan tat almanın yollarını bulmam gerekiyor, her şey anlamsız geldiği için de bulamıyorum sanırım. Bir yerden bir yere gidiş, hayaller toplamaca, sonra başladığın yere dönüş. İç yüzü karman çorman, dışında tanımadığın yabancı insanlar. Biraz uyku, biraz günlük güneşlik, biraz da içindeki çaba, yaşamın sonuna kocaman bir merhaba ve elveda. Merhaba, elveda.