17 Ekim 2020 Cumartesi

Karamazov Kardeşler

Bugün, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler isimli metnini bitirdim. Yaklaşık iki haftalık bir yolculuk oldu benim için. İletişim Yayınlarından, Ergin Altay çevirisi ile okudum. 

Bir baba ile üç oğlu arasındaki ilişkileri anlatsa da, metin sanırım başlı başına hayatın tam da kendisi. Kurt Vonnegut bu metin için şöyle demiş: "Hayatta öğrenmek istediğiniz ne varsa hepsini Karamazov Kardeşler'de bulursunuz."

Bana kalırsa Fyodor Pavloviç'in üç oğlu hayatta boğuştuğumuz üç temel yönü yansıtıyor: Büyük oğul Mitya için tutku ve şehvet, ortanca oğul Ivan için akıl ve mantık, küçük oğul Alyoşa içinse masumiyet ve iyilik diyeceğim. Yalnızca meta ile var olabilen fakat bana kalırsa oldukça da zeki bir adam olan Fyodor Pavloviç'in yaşamı, kendisinin hiç de beklemediği bir son ile bitiyor. Babanın hayatının bittiği yerde, oğulları kendilerini var etme savaşı veriyor. Mitya, babası ile girmiş olduğu rekabetin sonucunda talihsiz bir vaziyetin içine düşüyor. İnsanoğlunun içindeki tutkuyu ve şehveti yansıtan büyük oğul, aynı zamanda hukuksuzluğun girdabında boğuluyor. Metin boyunca Mitya'nın karakterinde beni kendine çeken bir şeyler bulamadım lakin yaşadıklarından çok etkilendim. 

Metindeki favori karakterlerimden biri Ivan oldu, bazı açılardan onu kendime benzettim. Soğuk ve mesafeli bir yapısı olan Ivan, kendi düşüncelerine ve zihnine sıkı sıkıya bağlı. Çağın masumiyetini temsil eden iyi kalpli küçük oğlan Alyoşa ise; henüz tam yolunu bulamamış masum bir melek. Onu da bazı açılardan kendime benzettim. 

Üç kardeşin babalarını tanımaları ve babalarını kaybetmeleri arasında geçen uzun süre boyunca satırların çoğunu büyük bir merakla okudum. Dostoyevski'nin kalemine diyecek hiçbir sözüm yok, Rusya; topraklarında böyle bir kalem yetiştiği için çok şanslı. 

Metnin en ilginç karakteri ise Smerdyakov'du bana göre. Kişiliği, yapısı ve kendi olma çabası ilk etapta dikkat çekmese bile, metnin kilit karakteri olmayı başarıyor. Metindeki en zeki fakat en duygusuz karakterin de o olduğunu söyleyebilirim. Yaşamın onu savurduğu noktada, sanki çocukluğunun intikamını alıp bu dünyadan çekip gidiyor. Hem ürkek hem de cesur bir karakter. İnsan; geçmişi muamma olunca geleceği daha hızlı görmek istiyor. Zihninden geçenleri tam olarak anlamak mümkün değil; duymuyor duyumsuyor. 

Metin yalnızca baba ve oğulları arasında ilerlemiyor; Rus ülküsü, toplum yapısı, tarihi, sosyalizm, din ve dünya işleri üzerine öyle bölümler var ki; insan gerçekten okurken hayret ediyor. Özellikle "büyük engizisyoncu" ve "mahkeme" bölümlerinde soluğum kesildi. En çok hüzünlendiğim yer de İlyuşacığın hayatı oldu. 

Bir metin okursunuz ve metin sizi sağaltıp dönüştürür, elbet her metin yapamaz bunu. İnsan değişmez fakat kulağına bir parça öykü çalınır. Siz de kendi öykünüzle okuduğunuzu birleştirip yol alırsınız. Böylesine bir metni açıklayabilmek, üstüne laf da söylemek hiç haddime değil. Zaten genel olarak bunu başaramadım okuduğunuz üzere. Son olarak şunu söylemek isterim; bu metni okumadan hayattaki yolculuğunuzu tamamlamayın. Belki yolculuk bitince masum İlyuşacık ile karşılarız bir yerlerde. 

16 Ekim 2020 Cuma

13 Ekim'e Bir Not

13 Ekim, doğduğum gün. Babamın; annem ile beni bir doğum hastanesine bırakıp terk ettiği gün. Acı ile dünyaya gelmek ile neşe ile dünyaya gelmek arasında bir fark olmalı. İnsanı yok eden ve insanı yeniden var eden bir fark. Hep bu hikaye ile büyüdüm, çocukluğumda arkadaşlarım hep babamın nerede olduğunu sorarlardı; doğru düzgün bir cevap veremezdim 'yaşıyor' derdim, 'yaşıyor, gelecek elbette bir gün...

Gelmedi, annemle birlikte büyüdüm. Neler olup bittiğini ancak büyüyünce fark edebildim. Hayatın eğrisinin doğrusunun olduğuna inanmam; bizi var edenin yalnızca hikayeler olduğunu düşünüyorum. Bir de acı. Acı ile büyümek, acının olduğunu bilerek var olmaya devam etmek bence yaşayabilmenin kendisi.

Yirmi dokuz yaşına girdiğim şu günlerde, geriye dönüp baktığımda hep bir yaşam mücadelesi olduğunu görüyorum. Şimdi beni ben yapan, ismime yeni anlamlar yükleyen, biriktirdiğim hikayelerim ile sadece ben. 

Birbirimizin acısını anlayabilmemiz mümkün değil; var oluşumuz bunu olanaklı kılmamış. O yüzden insanların; "seni çok iyi anlıyorum" gibi saçma sözlerine asla inanmadım. Karşıma bazı insanlar çıktı, inanmak istedim, hayal kırıklığına uğradım. Herkesin kendi ile meşgul olduğu, kendine yonttuğu, kendi ile derdi olduğu bu dünyaya çok kırgınım. İçimde olup bitenler, beni yıllar içinde insanlardan uzaklaştırdı. Duygularımı da kendime sakladığım için, hep geri adım attım. Şu son birkaç yılda; çok fazla insan beni sevdiğini söyledi, ellerimden tutmak istedi. İnancım öylesine köreldi ki, yalnızlıklarını devşirmek isteyen, kendi ölümcül yalnızlıkları ile kendilerini var edemeyen bu insanlardan hep kaçtım. 

Annemin ölümcül bir rahatsızlığa yakalandığı altı yıl önce, o gece, hastaneye adım attığımda iki yıl boyunca hastaneden çıkamayacağımızı bilmiyordum. Bir baktım ki bir başımayım. Yüklenmem gereken kocaman bir sorumluluk var, üstelik çok da belirsiz bir süreç. Bir gece yarısı yoğun bakımın lavabosuna girdim usulca. Kimsecikler yoktu, aynaya bakıp uzunca bir süre ağladım. İnsanın kendisi ve gerçek ile baş başa kalması ne demek o an farkına vardım. Ağlayan gözlemlerimle kendime bir söz verdim; bir başına da başarabilir, anneni kurtarabilirsin. Derslere devam etmeye başladığım dönemde öğrencilerimin yaşları gereği durumumu anlaması mümkün değildi. Derslerimi işleyip on dakikalık arada lavabolarda ağlayıp hiçbir şey olmamış gibi devam ederdim. Şimdi, geriye dönüp baktığımda ne ara yirmi dokuzuna basmış bir adam oldum, anlam vermeye çalışıyorum. 

Bazı hikayelerimiz var, bizi biz yapan, acılarımız çok değerli. Hala kendi başına ayakları üzerinde durmaya çalışan ve artık güçlü de bir adamım. İnsanın başkasının derdini anlaması mümkün değil, duygularınız da, dertleriniz de sizinle birlikte kendilerini var edip bir müddet sonra yok oluyorlar. 

Hayatı toz pembe yaşayan insanlardan çok açık bir şekilde hoşlanmıyorum, çünkü hayat böyle değil. Üstelik hayatımın beş yılını böyle bir insan ile geçirdim. Ne acı...

Şimdi kendimle, acılarımla, buruk tebessümüm ile huzurlu bir adamım. Otuza bir kala, yirmilere henüz veda etmeden; kendim için sessizliğimi ve sakinliğimi korumaya devam edebildiğim bir dünya diliyorum. İnsanın kendini anlatması zordur ya, içimde tarif edemediğim iyi bir adam var. Hoş geldin yirmi dokuz, olduğum "beni" yarattığın için minnettarım sana.

9 Ekim 2020 Cuma

Satantango

Satantango yani şeytanın tangosu, bir başlangıçtan ve hiç bitmeyen bir sondan ibaret gözümde. Bela Tarr, dünya sinemasının en büyük hazinelerinden gözümde. Çocuktan yetişkine, doğadan varlığa, olmaktan yokluğa kadar betimleyemediğimiz, anlam veremediğimiz ne varsa Satantango'da bulmak mümkün. Aforizmalar çıkarmayacağım ya da buna benzer yorumlarda bulunmayacağım. Lakin başlı başına, bir hissin, bir çok hissin kesiştiği bir an sunuyor bu film. Hiç bitmeyen, insanı olduğu gibi anlatan, zaafları, umutları ve beklentileri birleştirirken; insanın hem acziyetini hem de nasıl da fütursuzca var olabildiğini sergiliyor kanımca. Çelişkili duyguları severim, bir yere varmaktan çok daha iyi ve doğru gelirler bana. Satantango ise çelişkilerle dolu, üstelik bir dengenin üzerinde.

İrimias ve Petrina, gelmelerini beklediğimiz mucizeleri temsil ediyorlar bana göre. Mucize geliyor gelmesine ya, hiçbir mucize beklendiği gibi olmuyor hayatta. Mucizeye inanmak ve gerçeği var kılmak arasındaki amansız uçurum, insanı oracıkta olduğu gibi bırakıyor. Mucize arıyorlar, zenginlik arıyorlar, yollara düşüyorlar, birleşseler mi yoksa ayrılsalar mı bilemiyorlar, ihanet etmek istiyorlar, akıllarından türlü türlü fenalıklar geçiyor, sonunda tüm ikiyüzlülükleri ile bir araya geliyorlar, insan ortak olmayı hiç başaramıyor, yalnızca hayal ediyor, o da sanırım sırf kendi rahatı için. 

Bir kurtarıcı düşlüyorlar, çünkü özgürlük istemiyorlar, özgürlükten korkuyorlar, onun yerine biraz parayı, biraz da karınlarını doyuracak ekmeği tercih ediyorlar. Pencere kenarlarında, tarlalarda, yol kenarlarında, fırtınanın içinde, yağmura bulanmış, elleri cebinde, biraz para biriktireceğim diye, biraz daha fazlası olacak diye, para ağacına inanan, içinde her koşulda bir inanç taşıyan, inanç devşiren, olduğu gibi insanoğlu. Hep başlarında onları yöneten biri olsun istiyorlar, özgürlük demek dert demek.  

Satantango üzerine söylenecek çok söz var elbet, yedi küsür saatin sonunda insan uzunca bir süre düşünme ihtiyacı duyuyor. Sanırım bu film, hayatın kendisini anlatıyor. Olduğu gibi, hükümsüz ve bir başına. 

4 Ekim 2020 Pazar

Fourth of July

Sufjan Stevens ile "Call Me by Your Name" isimli filmi izledikten sonra tanışmıştım. Sonra diğer albümlerini dinledim, kendisinde naif, insanın içine sıcaklık ile hüzün dolduran bir şeyler var. Bir şarkısı var ki, sanırım dünyada benim için en hüzünlü parça. Her dinlediğimde içimde bir şeyler sıkışıyor. "Fourth of July" hem tınısı hem de özellikle şarkı sözleri ile çok etkileyici bir bütünlük yakalamış. Sufjan Stevens'ın annesi ile olan ilişkisini anlatıyor şarkı; bir yandan da annesinin ölümünün ardından yakılmış bir ağıt. Belki de annemle büyüdüğüm için beni bu kadar çok etkiliyor her seferinde. 

"Birlikte aya bakalım mı benim küçük dalgıç kuşum?

Neden ağlıyorsun? 

Hayatını dolu dolu yaşa, hala yaşanabilirken, hala aydınlıkken 

Hepimiz öleceğiz..."