30 Ekim 2022 Pazar

Bir Romanın İçinde Yaşamak

Yine bir süredir içime çekilmiş durumdayım, kış böyle geçecek sanırım. Geçtiğimiz hafta sonu öğretmenlerin katıldığı ve senede bir kez düzenlenen büyük bir organizasyona katıldım. Bir sunum yaptım. Katılırken amacım, yaptığım çalışmaları insanlara göstererek faydalı olmak ve biraz olsun insan içine karışmaktı. Fakat insanlar ve ortam beni yine hayal kırıklığına uğrattı. Orada bulunduğum süre boyunca sessizce insanları izledim. Herkes kariyer peşinde, hırslı, en iyisi olmak istiyor ya da en iyisi olduğunu hayal ediyor. Oysa bu meslek artık geçerliliğini yitiriyor, okullu eğitimler çöküyor, bu sistem ne kadar yenilikçi olursa olsun bu çocukların ihtiyaçlarını karşılamıyor. 

Etkinlik sırasında öğrendiğim kadarı ile insanlar bu organizasyona network edinmek için katılıyormuş. Herkesin birbirini sahte gülümseyişler ile karşıladığı, adınızı öğrenmek yerine çalıştığınız okulu öğrenmeye çalıştıkları, sizinle yalnızca kendi kariyerleri için bağ kurmaya çalıştığı bir ortamdı. Bir daha katılmayacağım. İşin tuhaf yanı, yaptığım sunum sonrası pek çok okulun öğretmeni telefonumu aldı, benimle çalışmak istediklerini söylediler. Elbette hiçbirinin telefonunu kaydetmedim. İyi ki sosyal medya da kullanmıyorum, her gün bu insanların 'mükemmel' hayatlarına ve kariyerlerine maruz kalmak hiç sağlıklı olmazdı. 

Sunum sonrası köşeme çekildim, yalnızca kahve içerek diğer sunumlara katıldım. Herkes bir şeyin uzmanı haline gelmiş, uzmanlaşmaya ne kadar çok meraklıyız. Herkesin en az birkaç tane unvanı var, kendilerinden önce unvanları geliyor. Çünkü bununla birlikte var olabiliyorlar, var oluş nesneleri edindikleri sertifikalar, yani kağıt parçaları. Döndükten sonra da feci hastalandım, ateşler içinde yattım birkaç gün. Sanırım bunca sahte insan, sahte hayat ağır geldi.

İnsanların hayatta başarı olarak gördükleri şeylerle bir türlü barışamıyorum. Evlenmek, çocuk sahibi olmak, ev ve araba almak, mülk edinmek derken tüm ömürlerini bunların peşinde tüketiyorlar. Kariyerlerini çok büyük bir başarı olarak görüyorlar. Yeni karşılaştığınız bir insan size kendinden bahsederken sözlerine ilk hangi konuda başlıyor, hiç düşündünüz mü? İnsanların çoğu, isimlerini söyledikten sonra mesleklerini ve nerede çalıştıklarını söylüyorlar. Oysa benim merak ettiğim bu değil, insanların hikayeleri. Hiçbir hikayesi kalmamış milyonlar yaşıyor bu şehirde, her gün tüketen her gün zarar veren, inceliklerden uzak, hikayesini kaybetmiş ve aramaktan da vazgeçmiş milyonlarca insan. 

Cumartesi günü dışarı çıktım, birkaç kitapçı gezdim. Sayfalar arasında gezinirken, insanların bir kitabın kapağını bile açmadan satın alma iç güdüsü ile kitapları hemen alıp çıktıklarını gördüm. Düşünceye, kültüre ya da insana dair olan tüm hislere yabancı bir şekilde, tıpkı bir çikolata alır gibi hızla gelip gittiler. Ben bir kitabı incelemeyi bitirene kadar onlarca insan gelip, kitabını alıp çıktı. 

Toplum içinde yaşamaya tahammülümün azaldığı bu zamanlarda, içime çekilmekten başka çare kalmıyor. Okulun katılmamızı istediği eğitimlerden bıktım, bir süre sonra bu eğitimlerin hiçbir anlamı kalmıyor. Hiçbirine katılmak istemiyorum, bana daha çok süre vermelerini ve bu süre zarfında öğrencilerimin sorunlarına daha fazla vakit ayırmayı, onları daha yakından tanımayı istiyorum. Fakat sistem buna izin vermiyor, öğretmenlikten daha çok bir sürü evrak işi yaptığımız, her şeyi yetiştirmeye çalıştığımız bir sistem var. Giderek mutsuzlaşıyorum, kendimi iyi hissedebilmek için bilgisayarımı alıp tüm boş vakitlerde bahçeye çıkıyor ya da kütüphaneye çalışmaya gidiyorum. Daha ne kadar tahammül edebilirim bilmiyorum, her seferinde içimdeki gitme isteği artıyor. İçimde yükselmek ve boşalmak isteyen bir doluluk var, fakat bunu gerçekleştirmeye cesaret edemiyor. 

Keşke, Thomas Hardy'nin güzel romanı Far from the Madding Crowd'daki çiftliğe doğru yolculuğa çıkabilsem. Bathsheba ve köylüler ile bir akşam yemeğinde, mum ışığında Let No Man Steal Yoru Thyme'ı söyleyebilsem. Çiftçi Oak ile gündelik işlerin peşinde koştursam, akşam yorulunca bir kadeh kırmızı şarap içsem. Keşke bu dünya yerine romanlarda yaşasaydım, belki o zaman daha mutlu olurdum. Belki de bu hayata çok fazlayım, belki de çok az. 

24 Eylül 2022 Cumartesi

Zeytin Dalımın Boynu Bükük

Yeni eğitim-öğretim yılına başladık bu sene. Her zamanki gibi her şey çok hızlı akıyor ve günler bir öncekinden daha yoğun geçiyor. Bu sene ilk kez tanıştığım pek çok öğrencim var, hala bazılarının isimlerini öğrenemesem de kısa süre sonra oturur diye düşünüyorum. Esasen yeni yıla oldukça pozitif başlamak konusunda kendime söz vermiştim, öyle de başladım. Hatta bölüm arkadaşlarıma espri bile yapmıştım, bu sene son derece pozitif olmaya karar verdiğime dair, gülüşmüştük. Fakat anladım ki hüzün benim diğer yarım, parçacıklarımın bir kısmı, tenimin rengi, zeytin dalımın bükük boynu. 

Hüzünlenmemi gerektirecek bariz sebepler yok ortada, başımıza bir felaket gelmiş değil. Lakin her an her saniye içimdeki hüzün ile birlikte yaşıyorum, gözlerimin dahi hüzünlü olduğunu söylerler. Bölüm arkadaşlarımdan biri bir gün, "seni hüzünlerin ile seviyoruz" demişti. Ben de kendimi böyle seviyorum, sevmeye çalışıyorum. İnsan bir ölçüde kendini tanır, anlar, değerlendirir, sağaltır ve yoluna devam eder, ben de yarım hüznüm ile devam ediyorum hayat yolculuğuna. 

Kırılıyorum insanlara, yaşanan olaylara, çabuk unutulanlara, komşularıma, mahalleme, semtlere, sokaklara, İstanbul'a ve dünyaya. Bu kadar hassas olmayı istemezdim bir ölçüde, bir ölçüde neşemin yankılanmasını da isterdim belki. Ama olduğum gibi güzel olduğumu, bunun bana has bir özellik olduğunu biliyorum. 

Hüzün, gün içinde bana eşlik ediyor çoğu zaman, benimle birlikte uyuyup uyanıyor. Özellikle şu sıralar ilginç bir deneyim yaşıyorum. Gece yatarken, uyku ile uyanıklık arasında bir yerde, berrak bir bilinç eşliğinde zihnimde bazı sahneler canlanıyor. Nasıl anlatsam, hayatın beyhudeliği üzerine, bu hayattaki anlamsızlığımız üzerine. Bunu kelimeler ile anlatmam mümkün değil sanırım, hissettiğim şey dupduru, berrak ve tamamen dünya üzerine. Bir görüntüler dizini, sahne geçişleri. Adeta hayatın ta kendisi gibi, bu kadar çok düşünüp hissetmememi söyleyen bir ses sanki, uzaklardan gelen. Ne olduğunu bilmiyorum ama derinden hissediyorum. Bu dünyada ne arıyoruz, nereye gidiyoruz? Bana tüm bunların cevaplarını veren, gaipten bir his. 

Varlığım yokluğuma karışmış, suretim diğerlerine epey uzak, köy bucak, başka bir izin, başka bir toprağın peşinde. 

Şu aralar beni tek mutlu eden şey, mahallemizin köşesinde yaşayan tatlı kedileri beslemek sanırım. Her gün, okul çıkışı onların yanına gidiyorum. Taş duvarın üzerine oturuyor ve verdiğim mamaları büyük bir iştah ile midelerine indirmelerini izliyorum. Öyle güzeller ki, sokağın başında elimde mama ile beni görünce adeta sevinç çığlıkları atıyorlar, hemen yanıma geliyorlar. Uzun uzun oturuyorum yanlarında, bir düş gibi ya da hayata dair bir gerçeklik arar gibi. Hiç bulamayacağım bir gerçeklik, suskun bir gerçeklik. 

"faili sor, meçhulü gör,

kardeşim rahat mı için o son uykunda? 

matemim duy, omzun ver,

zeytin dalımın boynu büyük,

kardeşim gel sabrımı al, acımdan büyük"

20 Ağustos 2022 Cumartesi

Yeni Bir Döneme Başlangıç

Yaz tatilinin sonuna geldik, pazartesi itibari ile çalışmaya başlıyorum. Üç haftalık bir süreç içerisinde seminer dönemini tamamlayacağız, sonra da okullar açılacak ve çocuklar yeni umutlar, yeni heyecanlar ile okula gelmeye başlayacak. 

Yaz mevsimlerini ve mesleğim gereği yararlandığım uzun süreli tatilleri açıkçası sevmiyorum. Kendimle baş başa kaldığım ve üretimimin durduğu an, varoluşsal sancılar ile baş etmek zorunda kalıyorum. Benim için bir-iki haftalık bir tatil kafi oluyor genelde.

Bu sene yeniden beşinci ve yedinci sınıfları aldım. Bölümde dört öğretmeniz, seviyeleri paylaşmamız çok kolay olmuyor. Hatta çalıştığım okulda bunun için detaylı bir fizibilite çalışması yapılıyor. Ben iki senedir beşinci ve yedinci sınıfları okutuyorum. Yine iki senedir yedinci sınıfların seviye sorumluluğunu üstleniyorum. Bu gruplarla çalışmaya alıştım, sanırım bu sene son kez bu gruplarla çalışacağım. Önümüzdeki sene değiştirmemiz daha faydalı olacak, çünkü dersine girmediğimiz seviyelerde gerçekten paslanıyoruz. 

Beşinci sınıfları seviyorum, henüz ilkokuldan ortaokula yeni geçmiş oluyorlar ve gerçekten çok tatlılar. Çok masumlar ve kurallara uymaya, öğretmenlerini dinlemeye çok müsait bir yaştalar. Sorumluluk anlamında hiç sıkıntı yaşamadığım bir grup, hangi çalışmayı yaparsak yapalım heyecanlarını asla yitirmiyorlar. Tabii ki beşinci sınıflar ile çalışmak için büyük bir sabrınızın olması gerekiyor; özellikle çocuklar küçük olduğu için velileri de çok endişeli oluyorlar. Bu noktada beşinci sınıfların veli yönetimi de bir hayli zor olabiliyor. 

Yedinci sınıflar ise ergenlik döneminin etkisi altında büyük değişimler yaşayan bir grup. Onlara, beşinci sınıflara davrandığınız gibi davranmanız mümkün değil. Tatlı-sert bir çizgide, arkadaş-öğretmen arası bir yolda ilerlemeniz gerekiyor. Sizi sevmek için pek çok neden bulabildikleri gibi, sevmemek için de pek çok neden bulabiliyorlar. Alıngan oluyorlar, daha samimi bir iletişim kurmak istiyorlar, yeri geliyor özel hayatları ile ilgili bir sırdaş olmanızı bekliyorlar. Özel hayat dediğim elbette yeni yeni başlamış olan ikili ilişkiler, sevgililer ve benzeri meseleler. Ortaokul öğretmenleri genelde yedinci sınıflar ile çalışmakta zorlanırlar, çünkü gerçekten her anlamda zor bir grup. Fakat alıştığım için nerede ve nasıl reaksiyon vereceğimi keşfetmiş durumdayım artık. 

Bu sene bazı eğitimler almayı planlıyorum, hatta kendime bir yazılı plan-program çıkartmak niyetindeyim. Seminer dönemi içerisinde alacağımız pek çok eğitim var. Önümüzdeki sene Temmuz ayına kadar hiç bitmeyecek bir yoğunluk yeniden başlamak üzere. Umarım bu eğitim-öğretim yılında beni daha fazla mutlu edecek şeyler yaşayabilirim. Güzel bir sene olsun. 

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Boşanmış Bir Anne Babanın Çocuğu Olmak-III

Önceki iki yazımda anne ve babamın boşanmış olmasının, doğduğum andan itibaren tüm büyüme evremde bana neler hissettirdiğinden bahsetmiştim. Bu son yazımda, yetişkin bir insan olarak bu durumun hayatıma nasıl etki ettiğinden bahsetmek ve seriyi tamamlamak istiyorum.

Ebeveynlerin hayata bakış açıları ve hayatla mücadele etme, hayatı algılama ve yaşama biçimleri çocukların hayatını da ciddi düzeyde etkiliyor. Örneğin kaygılı bir aile bireyi ile büyüyen bir çocukta, kaygı düzeyi yüksek olabiliyor. Küçükken, herhangi bir durum karşısında ebeveynlerinin verdiği tepkileri çok dikkatli bir şekilde gözlemler çocuklar. Ve ileride, kendi hayatlarında da başlarına gelen durumlar ile benzer tepkileri vererek baş etmeye çalışırlar. Babamı neredeyse hiç tanımamam ve bir çocuk olarak baba imgesine sahip olmamam bende derin izler bıraktı. Yalnızca annem ile büyüdüğüm için, annemin hayata bakışı beni epey etkiledi. Ne kadar ilginçtir ki, karşılaştığımız durumlara genelde annem ile benzer tepkileri veriyoruz. Onun kaygı seviyesi yüksek, benim de öyle. Depresif bir yapısı var, benim de öyle. Herhangi bir değişim ya da yenilik annemi olumsuz etkiler, beni de olumsuz etkiler. Kaygılı bir bağlanma stiline sahip olduğunu düşünüyorum, ben de kaygılı-kaçıngan bir bağlanma stiline sahibim. 

Bazen belki de boşanmaları daha iyi olmuş diye düşünüyorum. Sorunlu başlayan bir evlilikte zoraki birliktelikler de çocukları oldukça olumsuz etkiliyor. Fakat yine de, hayatlarını birleştiren bir kadın ve erkeğin, ne koşulda olursa olsun dünyaya getirdikleri çocuklarına imkanları dahilinde bakmakla yükümlü olduklarını düşünüyorum. Maddi açıdan zorlansalar bile, kendi evlatlarına sevgi vermek bu kadar zor olmamalı. 

30 yaşındayım ve uzun yıllardır kendi ayaklarım üzerinde duruyorum. Meslek hayatımda dokuzuncu yılım bitti ve bu yıl onuncu yılıma başlayacağım. Babamdan herhangi bir maddi destek görmedim. Çalışmaya başladığımdan beri kendi paramı kendim kazanıyor ve geçimimi kendim sağlıyorum. Başıma herhangi bir durum geldiğinde sığınacak bir kimsem yok. Ya da kiramı ödeyememe, işsiz kalma gibi bir durumum olduğunda bana bakmasını rica edeceğim, yanına sığınabileceğim bir kimse yok. Evim diyebileceğim, başıma ne gelirse gelsin yanlarına gidebileceğim bir aile evim yok. O yüzden işime ciddiyetle yaklaşıyor ve gerçekten çok çalışıyorum. Eğer güvenli bir limanım olsaydı, kendimi bu denli hırpalamazdım. İnsanlar neden bu kadar çok çalıştığıma anlam veremiyorlar, çalışmaktan arta kalan vaktimde de sürekli kendimi nasıl geliştirebilirim diye düşünüyorum. Neden bu kadar çok çalışıyorum, işime bu kadar sıkıca tutunuyorum? Çünkü gerçekten başka bir seçeneğim yok. 

Babasız büyümem ve annemin durumu, bende ciddi bir güven problemi oluşturdu. Şu an kendi ayakları üzerinde duran, belirli bir kariyere sahip bir insan olduğum halde hayata ve çevremdeki insanlara oldukça güvensiz yaklaşıyorum. Yeni bir adım atmak beni her zaman feci derecede korkutmuştur, hala bunu aşamadım. Yeni bir insanla tanışmak ve ona güven duymak benim için çok zor. Bağlanmam kolay olmuyor, bağlandığımda da ayrılmam çok zor oluyor. Yeni biri ile tanıştığım zaman, adım atmakta oldukça güçlük çekiyorum. İçimde tarifi imkansız bir kaygı oluşuyor, hemen geri adım atıyorum. Haliyle, karşımdaki insanlar da bu durumu anlamakta güçlük çekiyor. Herhangi bir karar alırken pek çok şeyi düşünmek zorunda kalıyorum. Ve ilk etaptaki düşüncem hep negatif oluyor. 

Annesi ve babası boşanmış çocuklar erken yaşta olgunlaşır diye toplumsal bir klişemiz var fakat tüm genellemeler gibi bunun da doğru olmadığını söyleyebilirim. Olgunlaşma dediğimiz şey, çocukların karakterleri ve yaşadıkları durumlar sırasında hissettiklerinin birikimi ile oluşur ve zaman alır. Küçücük bir çocuktan yaşından daha fazla olgun davranmasını bekleyemezsiniz. Bu sağlıklı da değil zaten. Yıllar içerisinde pek çok boşanmış ailenin çocuğunu okuttum. Hepsinin olgunluk düzeyi, karakter yapısı ve hayata bakışları doğal olarak farklıydı. Kimi, bu durumla daha iyi baş edebilirken kimi ise baş etmekte gerçek anlamda zorlanıyor. Yani bu durum, genellemelere hiçbir şekilde açık değil. 

Eğer eşiniz ile hayatınızı ayırmak durumunda kaldıysanız ki bence bu çok doğal ve normal, çocuğunuza karşı tüm yükümlülüklerinizi yerine getirmek zorundasınız. Eğer bunu yapamıyorsanız, o zaman evlilik kurumu içerisinde yer almamanız gerekir. Ya da dünyaya bir çocuk getirmemeniz gerekir. Önceki yazılarımda babamın tekrar evlendiğini, bir çocuk daha dünyaya getirdiğini ve yeniden boşandığını çok sonra, tesadüf eseri öğrendiğimden bahsetmiştim. Bir kere evlenmişsin ve çocuğunu terk etmişsin. İkinciye evlenip yine aynısını yapıyorsun ve boşanıyorsun. Bunu neden yapıyorsun? Zaten ortada acılar ile bıraktığın bir çocuk var, belli ki babalık sorumluluklarını yerine getiremeyen bir insansın. İşte bunu hiç anlamıyorum. Bir çocuk, hayatı boyunca annesi ve babasının kendi üzerinde oluşturduğu tahakkümü, acıyı, kaygıyı ve daha pek çok şeyi omuzlarında bir yük olarak taşımak zorunda değil. Anne ve babalar, çocuklarını bir birey olarak görmeli ve çocuklarının hayatlarını kolaylaştıran birer rehber olarak hareket etmeli. Çocuklar sizin mülkünüz değil, onları dünyaya getirmiş olmanız onların hayatlarını tahakküm altına alacağınız anlamına gelmez. Attığım her adımda, aldığım her kararda anne ve babamın üzerimde açmış oldukları yaraları sarmakla meşguldüm. 30 yaşındayım ve hala bu yaraları sarmak ile uğraşıyorum. Artık, yetişkin bir birey olarak pek çok şeyi açmış ve gerçekten geçmişimle barışmak adına elimden geleni yapmış olsam da, hala bu yaraların izlerini taşıyorum. 

Öğrendiğim tek şey, hiç niyetim olmasa da bir gün dünyaya bir çocuk getirmeye karar verirsem ne yapmayacağımı çok iyi biliyor olmam.. Bu yazı serisini okuduğunuz için çok teşekkür ederim, umarım bir ışık yakabilmişimdir. 

15 Ağustos 2022 Pazartesi

Boşanmış Bir Anne Babanın Çocuğu Olmak-II

Bir önceki yazımda, ben dünyaya gelir gelmez boşanmaya karar veren bir anne ve babanın çocuğu olmak ne demek ve bu durum yıllar içerisinde bende nasıl izler bıraktı biraz bunlardan bahsetmiştim. Bu yazım da, bir öncekinin devamı olsun istedim. 

Çocukluk yıllarımın ilk yarısını ve ikinci yarısını iki farklı ilde geçirdim. Dokuz yaşıma kadar teyzemlerin apartmanında yaşadık, annemin çalıştığı dönemlerde benimle büyük teyzem ilgilendi. Annem evlenmeden önce babasını kaybetmiş, boşanmanın ardından iki yıl sonra da annesini. Henüz yirmi iki yaşında kucağında küçücük bir çocuk ile tek başına hayata tutunmaya çalışan bir kadın için o dönemde gerçekten her şey çok zor olsa gerek. Bu konuda annemi çok iyi anlıyorum, hiç bitmeyen bir mücadelenin içinde hiç yılmadan beni büyütmeye çalışmış. Ve bu anlamda ona her zaman minnettarım, beni babam gibi yalnız bırakmadığı için. 

İlk çocukluk yıllarımda annem kendine çok özen gösteren bir kadındı. Çok bakımlıydı, dışarı çıktığımızda bütün gözlerin onun üzerinde olduğunu görürdüm. Çok sevilir ve sayılırdı yaşadığımız yerde, kendi keskin kurallarını ve çizgilerini oluşturmuş ve inandığı hayattan asla taviz vermeyen bir kadın imajı çizerdi. Sanırım o yıllar, benim de en mutlu olduğum yıllardı. Annemin hem çok güzel hem de çok bakımlı ve modern, aydın bir kadın olması ile övünürdüm hep. Çalıştığı atölyede epey yükselmişti, dur durak bilmeden, başarı istenci ile yoğun bir şekilde çalıştı. Hafta sonları beni şehir merkezine götürürdü ve akşama kadar her yeri gezerdik birlikte. Bana bir fotoğraf makinesi almıştı, elimde makine her gittiğimiz yeri çekerdik. O zamanlar şehir merkezinde yeni bir hamburgerci açılmıştı ve sürekli orada yemek yerdik. Beni paten kaymaya götürür, bisiklet binişimi izlerdi. İş yerinden izinli olduğu günlerde, sabah erkenden kalkar ve mahallemizde spor yapmaya çıkardık. Kendine ve bana çok güzel bir eşofman takımı dikmişti, koşuda birbirimizi yenmeye çalışırdık. Ne istesem alır, bir dediğimi eksik etmezdi. Okumayı çok severdim, her seferinde yeni bir öykü seti alırdık ve her gece yatmadan önce bana uzun uzun öyküler okurdu. Onun sayesinde ana okuluna başlamadan evvel okuma ve yazmayı öğrenmiştim. 

Annemin iş yerinin kapanması ve büyük teyzem ile aralarında sorunların başlaması hemen hemen aynı zamana denk geldi. Teyzem ile annemin hayata bakışları çok farklıydı. Teyzem eğitimine devam etmemiş, evlenip çoluk çocuğa karışmış gelenekçi bir kadındı. Annem ise henüz yirmili yaşlarını bile tamamlamamış, oldukça modern, yeni bilgiler öğrenmeye meraklı bir kadındı. Beni en doğru şekilde büyütebilmek için yıllarca pedagoji okuduğunu biliyorum. İşten yorgun argın gelip, dinlenme vakitlerinde de memuriyet sınavlarına hazırlanırdı. Geçmişte yaşadıkları problemler ve o dönemde yaşadığımız tatsız olaylar bardağı taşıran son damlalar oldu, ve annem beni de alıp başka bir ile, ananem ve dedemden kalan eve yani memleketimize yerleşti. Bu bizim hayatımızda ciddi bir kırılma oldu. Annemin işleri biz taşındıktan sonra hiçbir zaman iyiye gitmedi. Kaygıları arttı, psikolojik sorunları su yüzüne çıkmaya başladı ve yıllar içinde iyice içine kapanan bir kadın haline geldi. Yaşadığımız o küçük kasabanın onu çok boğduğunu hissediyordum çünkü zaman zaman ben de bunu derinden hissediyordum. Hiç oraya ait değildik, hiç oraya ait olamadık. Üstelik babamın annesi ve babası de aynı kasabada, iki mahalle üstümüzde oturuyorlardı. Yani babaannem ve dedem. Beni yolda gördükleri zaman suratlarını çeviriyorlar, ve annemle benim hakkımda insanlara asılsız, hoş olmayan şeyler söylüyorlardı. Annem bu süreçte iyice yara aldı, kardeşleri ile haklı gerekçeler ile iletişimi kesti ve kendi içine kapandı. Bir önceki yazımda bahsettiğim zorlu süreçler bunlardı. Hayatımızın lale devrini geride bırakmış ve zorluklarla mücadele ettiğimiz bir döneme girmiştik. 

Tam da benim kendimi keşfetmeye başladığım yani büyümeye başladığım yıllardı. Babamın bizi terk edişinin açtığı yaraları yeni yeni görmeye başlamış ve ben de giderek içime kapanmıştım. Bana yeni bir kapının, yeni bir hayatın ancak üniversite sınavlarını kazanmamla açılacağını fark etmiştim. Sürekli okuyor, çok çalışıyor ve kendime yeni hedefler koyuyordum. Tek isteğim, büyük bir şehre, iyi bir okula gitmek ve geleceğimi kazanmak üzere yol almaktı. Çünkü gerçekten başka bir seçeneğim yoktu. 

Bu dönemlerde babama ihtiyaç duyduğumu hatırlıyorum, içten içe hep yanımda olmasını istiyordum. Annem ile babam belki yeniden evlenebilir ve biz de İstanbul'a babamın yanına gidebiliriz diye düşünüyordum. Zaman içinde bunun imkansız olduğunu anladım, babama karşı öfkem ve kırgınlığım arttı ve henüz ergenlik döneminde neyin ne olduğunu bile tam olarak kavrayamayan bir çocuğun sessiz çığlığına ve isyanına dönüştü. Yapayalnız ve çaresiz hissediyor, kendime bir rota çizmeye çalışıyordum. İçimde inanılmaz bir başarı isteği vardı, nitekim tüm istediklerimi gerçekleştirebildim. Şimdi geriye dönüp baktığımda, hayattaki en büyük başarıyı eğitim ve kariyer hayatımda yakalamış olmamın asla bir tesadüf olmadığını görüyorum. 

Devamını bir sonraki yazıya bırakmak istiyorum. Su yüzüne yeniden çıkardığım bu anılar, itiraf etmem gerekirse yer yer beni zorluyor. Ama yine de yazacağım, yazacağım ki kendimi biraz daha sağaltabileyim. 

14 Ağustos 2022 Pazar

Boşanmış Bir Anne Babanın Çocuğu Olmak-I

Daha önce bu konuda bir yazı kaleme almamıştım, senelerdir satır aralarında bahsederim ama tam anlamı ile bu konuya değinmediğimi fark ettim. Sistematik bir yazı gibi değil de, boşanmış bir anne babanın çocuğu olmak benim için ne demek biraz bundan bahsetmek istedim, bir nevi iç dökmek gibi. 

Annem ve babam sorunlu ve problemli bir şekilde evlenip ben doğduğum gibi boşanmışlar. Görücü usulü bir evlilik, aile zoru ile evlenen bir kadın ve arada on beş yaş fark. Boşanma davası açıldıktan sonra mahkeme velayetimi anneme vermiş, ben de annemin yanında büyüdüm. Şu an 30 yaşındayım ve babamı hayatım boyunca yalnızca birkaç kez gördüm, çoğu tesadüf eseri idi. Maddi, manevi ve hukuki olarak hiçbir babalık yükümlülüğünü yerine getirmedi. Sokakta görsem dahi tanıyamam büyük ihtimal. Aramızdaki tek bağ; kanım ve onun soyadını taşıyor olmam. Bunlar dışında aramızda hiçbir şekilde bir bağ yok. 

Babamı hiç tanımadığım için çocukken onun yokluğunu ciddi bir şekilde hissettiğimi hatırlamıyorum. Mutlu bir çocuktum, zorlansa da ayakları üzerinde duran güçlü bir annem vardı. Fakat annemdeki hüznü, acıyı ve mutsuzluğu görebiliyordum. Büyüme evremde uzun yıllar depresyon, kaygı bozukluğu ve panik atak gibi nedenlerle ilaçlı tedaviler gördü. Bu ilaçların yan etkileri nedeni ile uzun süreler boyunca uyuduğunu, ayakta olduğu vakitler de uykulu olduğunu hatırlıyorum. Bir dönem onun ruh hali nedeni ile günler boyunca aynı evin içinde hiç konuşmadığımızı dahi hatırlıyorum. Yaşadığı acılar sonucu hiçbir zaman toparlanamamış bir kadındı annem. Ortaokul yıllarım bitene kadar anne ve babamın neden boşanmış olduğunu ciddi bir şekilde sorgulamadım. Fakat liseye geçtiğimde geçmişteki hikayeleri duymaya başladım, anneme sordum, etrafımdaki insanlara sordum. Evde bulunan o sayfalar dolusu mahkeme kağıtlarını okudum. Ve pek çok nedenle içime kapanmaya başladım. Oysa liseye başlayana kadar dünyanın en mutlu çocuklarından biriydim. Bir anda içimde bir şeyler devinmeye ve ters dönmeye başladı. 

Üniversite yerleştirmeleri için nüfus kayıt örneği almamız gerektiğinde babamın başka bir evlilik daha yaptığını, bu evlilikten bir oğlu daha olduğunu öğrendim. Ben de onun evladıydım ama bana bakmayı tercih etmemişti. Etraftan duyduklarım beni daha da sarstı. Yeni oğlu ile gayet yakından ilgilendiğini, onunla mutlu olduğunu öğrendim. Evliliğini yürütememiş, yeniden boşanmış fakat bu sefer oğlunu yalnız bırakmamış. 

Zaman zaman arkadaşlarımın babamın nerede olduğunu sorduklarını ve bu konu ile bir şekilde alay edenlerin olduğunu hatırlıyorum. Yalnızca babamın yaşadığını, İstanbul'da olduğunu ama görüşmediğimizi söylemekle yetiniyordum. Çünkü onu gerçekten tanımıyordum. O anlarda aralarından ayrılmak, tıpkı anne rahmi gibi beni hiç kimsenin göremeyeceği kuytu köşe, güvenli bir yere saklanmak istiyordum. 

Bu durum daha sonra bende büyük bir başarı isteği oluşturdu. Buna sanırım bir çeşit yüksek işlev diyorlar. Öğrencilik hayatım boyunca hep başarılı oldum. Bunun temel nedeni hem anneme maddi bir yük oluşturmamak hem de babama bu kadar başarılı bir evladı kaybettiğini göstermekti. İçten içe hep bunu düşünürdüm, benim başarılarımı duysun da kendi içinde pişman olsun isterdim. 

Aradan yıllar yıllar geçti, babamın yaşadığı şehre geldim, eğitimimi tamamladım ve çalışmaya başladım. Eskiden bu kadar derinden hissetmediğim şeyleri derinden hissetmeye başladım. Hatalı bir evlilik, daha küçücük yaşta omuzlarında bir sürü yük ile yaşamaya çalışan bir çocuk. 

Ne başarımda, ne mezuniyetimde ne de hüznümde yoktu yanımda. Annem mezuniyetimde vardı, üstelik fakülteyi birinci olarak tamamlamıştım. Tüm konuşmamı ona adamış ve beni tek başına yetiştirdiği için kürsüde herkesin içinde ona teşekkür etmiş, büyük bir alkış almıştım. Çok mutlu olduğunu biliyorum ama tören bittikten sonra ne bana sıcak bir şekilde sarılmış ne de beni içten bir şekilde tebrik etmişti. Aradan 22 sene geçmiş olmasına rağmen, hala geçmişin acılarını üzerinden atamamıştı ve ilaçların etkisi ile ayakta durabiliyordu. Hala, bu koca şehirde kendi ayaklarım üzerinde durmaya ve annemin bakımını üstlenmeye çalışıyorum. İçimden onlara çok kızıyorum, beni bunca yük ile yalnız bırakmış olmalarından dolayı. Şimdi yeni yeni anlıyorum, bunca içe dönmemin, yaşıtlarım gibi mutlu olamamamın, kaygılarımın ve yorgunluğumun sebebi büyük ölçüde bu durum. Oysa ben de çok isterdim mutlu bir ailenin çocuğu olabilmeyi. Maddi ve manevi bir sıkıntım olduğunda yanımda olabileceklerini bilmeyi. Ama küçük yaşlarımdan itibaren öyle çok sorumluluk üstlendim ki, sürekli bir kaygı içerisindeyim. Ya başıma tekrar kötü bir şey gelirse, ya gelecekte yapayalnız kalırsam, ya annem yeniden hastalanırsa ya ben ağır bir rahatsızlık geçirirsem yaşamaya nasıl devam edeceğiz gibi bir sürü kaygı duyuyorum her an. 

İnsanlara güvenemiyorum, yıllardır hayatıma birini alamıyorum ve bir savunma mekanizması olarak insanları kendimden uzaklaştırıyorum. Bunların hiçbirini isteyerek yapmıyorum. 30 yaşımdan baktığımda hayatımda açtıkları yaralar öyle büyük ki, artık bu yaraların bir tanesini onaracak gücüm bile yok. Bazen de nasıl ayakta kalabildiğime bile şaşırıyorum. İkisi arasında yıllardır bitmeyen bu meselede en masum olan ben olduğum halde, en ağır yükleri taşımakla cezalandırılmış olan da benim. Ve ne yazık ki, geçmişte ailenizin açtığı yaraları yetişkinlik döneminizde daha derinden hissediyorsunuz. Oysa çocukken çok masumsunuz, bunları düşünmek aklınızın ucundan bile geçmiyor. Ama sonra yetişkinlik döneminizde anlıyorsunuz, hayatınızı nasıl da olumsuz bir şekilde etkilediklerini. 

Aslında bu konuda anlatacak çok şeyim var, bir sonraki yazıda devam edeceğim. İçimi dökmek, en azından burada olsa bile bana iyi geliyor. Bu ilk yazı ve ilk duygulanım olarak burada kalsın isterim.

9 Ağustos 2022 Salı

İşe Yarar Bir Şeyler

Kendime bir kahve yaptım ve balkona çıktım, daha önce hiç dinlemediğim şarkılardan oluşan bir liste hazırladım. Hazır aklımdan geçen bazı düşünceler varken bunları not almak istedim. 

Yaz tatiline her girdiğimizde aklımda pek çok soru beliriyor, hayatın akışı ile ilgili daha doğrusu hayatın kendisi ve benim bu yolculuktaki varoluş biçimim ile ilgili. Her yaz istisnasız pek çok sorgulama içinde buluyorum kendimi, haliyle yaşamın içine dahil olmak yerine, yaşamı karşıdan bir sinema filmi imiş gibi izlemeyi tercih ediyorum büyük oranda. Bu düşünceler beni hırpaladıkça geceleri uykularım kaçıyor, müthiş bir bacak ağrısı çekiyorum. 

Fakat okullar açıldıktan sonra yani çalışmaya başladığım zaman bu düşüncelerin büyük bir kısmı uçup gidiyor adeta. Her şey düzene giriyor. Yoğun bir temponun içinde sürekli yetiştirmem gereken işler olduğu için, varoluşumu sorgulayacak zaman bulamıyorum. Bazen iş yoğunluğundan şikayet etsem de, üstüme vazife olmayan işlerin sorumluluğunu bile üstleniyorum. 

Bu yaz, ne istediğimi ve nasıl yol almak istediğimi sorgulayıp durdum. Gerçekçi çözümler ile romantik çözümler arasında gidip geliyorum. Kendimle ilgili sorulara yanıt bulamıyorum genelde, insanın kendisini tanıması ne kadar da güç. Bazen mesleğimi bırakmak istiyorum. İstanbul'dan ayrılıp küçük bir şehre taşınmak istiyorum. Hatta garsonluk, kasiyerlik vb. işleri yapabileceğim geçiyor aklımdan. Ciddi ciddi bunların planlarını yapıyorum. Çalıştığım okulda, mesleğime veda ediş konuşmam bile hazır. Uyumak için yatağa girdiğimde bunun provasını bile yapıyorum. İstanbul dışına çıkmam gerektiğinde ise bir şekilde bu şehri özlüyorum. Hemen, aklımdan türlü anılar geçmeye başlıyor. İnsanın gerçek evi, yurdu neresidir? Sanırım yaşadığım iç sıkıntısının nedenlerinden biri de bu, yıllar yıllar içinde kendimi hiç evimde hissedememiş olmam. Önce bağ kurmakta güçlük çekiyor, ardından kurduğum bağları koparamıyorum. Bir mekan, bir ev ve bir mahalle ile gerçek anlamda sağlıklı bağlar kurabilecek kadar yaşamadım hiç aynı yerde. Evler hep değişti, mahalleler değişti, komşular değişti, yollar değişti ve tabii ki insanlar da. Üstelik tüm bunlara kaygı seviyemin nispeten yüksek olması da eklenince, bazen beni rahatsız eden şeyin tam olarak ne olduğunu kavrayamıyorum. 

Sanırım çalışmak ve üretmek iyi geliyor insana. Öbür türlüsü çok zor, zihnimdeki düşüncelerle baş etmekte zorlanıyorum. Kendimizi kandırmak pahasına da olsa, en sağlıklısı kendimize nihai hedefler belirlemek galiba. Bu hedeflerin sonlu hayatımıza hiçbir faydası olmayacak olsa bile, bazı hedefler peşinde süregiden bir hayat, kendi içinde bir anlama kavuşuyor gibi. Temel problemlerimden biri bu olabilir, hiç bir hedefim ve hayalim yok. Düşünüyorum, kendime sorular soruyorum, ne istiyorsun diyorum ve net bir yanıt alamıyorum. Hep bildiğimi okuyorum, kitaplarıma ve anneme sarılıyorum. Odamın içinde yazım-çizim işleri ile uğraşıyorum. Sahne arkasında, hep işin mutfağında. Belki bir gün o mutfaktan çıkmayı başarabilirim, belki bir gün sahnenin tam ortasında spot ışıklar altında, tüm gözler benim üzerimdeyken de iyi hissedebilmeyi başarabilirim. Belki de yalnızca izlerken solup gitmektir kaderim, belki de yalnızca izlerken solup gideceğim. 

8 Ağustos 2022 Pazartesi

Bir Karşılaşma Daha

Kısa bir süre önce, hiç tahmin etmeyeceğim şekilde biri ile karşılaştığımdan ve birbirimizden etkilendiğimizden bahsetmiştim. Yeniden karşılaştık, bu sefer planlı bir karşılaşma oldu. Bazı işleri için iki günlüğüne İstanbul'a geleceğinden bahsetmişti, epey de yoğundu. İşi gereği seyahat etmek durumunda kalıyor belirli aralıklar ile. Ben de, müsait olursa onu en azından bir akşam yemeğine çıkarabileceğimden bahsetmiştim. İşlerini halletti, birlikte bir akşam yemeği yedik ve ardından birer kahve içtik. Yakın zamanda Ankara'ya yerleşmiş. Öncesinde de haberim vardı bu yenilikten, işleri için orada olması gerekiyor. Hem okuduğu hem de ilk çalıştığı yer orası olduğu için, Ankara'dan bahsederken gözleri parlıyor. Yeni evinden ve gelecek planlarından bahsetti bana. Onu dinlemesi çok keyifli, çünkü çok eğlenceli ve neşeli bir yapısı var. Tam bir taklit ustası, hayatı muzip yanından görebiliyor ve ona göre yaşayabiliyor. Aslında bana epey zıt bir yapıya sahip, ben çoğu zaman sessiz ve ciddiyimdir. Kolay kolay espri yapabilen, anın tadını çıkarabilen bir insan değilim. Fakat bir önceki sefer olduğu gibi, bu sefer de zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Gece yarısı olduğunda ayrılmak durumunda kaldık, onu bir taksiye bindirip uğurladım. Sabah trene binecek ve Ankara'ya geri dönecekti. Uzunca sarıldık ve vedalaştık. Gittiğinde beni aramak, birkaç şey söylemek istediğini belirtti. Taksiye bindikten sonra bir mesaj attı, mesajında şöyle diyordu: "Sen var ya, iyi ki varsın, çok güzel bir akşam geçirdim gerçekten çok teşekkür ederim". Ben de ona güzel bir mesaj ile karşılık verdim. 

Ertesi akşam aradı, biraz sohbet ettik. Israrla Ankara'ya davet etti. Hatta anneni ikna etsem de acaba buraya mı taşınsanız, benim de senin öğrettiğin bilgilere ihtiyacım var, benim öğretmenim olursun gibi bir espri de yaptı. Ne zaman olur bilmiyorum ama ben de Ankara'ya onu ziyaret etmeye gitmek istiyorum. Bir şekilde yeniden sözleştik ve bu sefer sıra bana geçti. Uzun zamandır böyle hissetmediğini, benden etkilendiğini ve tam da hayallerindeki kişi olduğumu söyledi. 

Aramızdaki bu etkileşimin artması ne kadar mümkün bilemiyorum, iki farklı şehirde farklı hayatlar yaşıyoruz. Lakin bu güzel duyguları tadabilmek, bu güzel sözleri duyabilmek bile yaşıyor olduğumu hissettirdi bana. İyi ki karşıma çıkmış, iyi ki onu tanımış ve o güzel gülüşüne şahit olabilmişim.

1 Ağustos 2022 Pazartesi

Güzel Bir Gün

Eski okulumdan öğrencilerimle buluştuk bugün. Ekip halinde beni görmek istemişler, oturduk bol bol sohbet ettik. Çok tuhaf bir duygu, tarif etmesi gerçekten zor. Benim onları okuttuğum dönemde henüz yeni yetme birer lise öğrencisiydi hepsi, yıllar geçti ve artık çoğu üniversiteden mezun olmak üzere. Çok başarılı çocuklardı, büyük bir kısmı yurt dışındaki köklü okullarda eğitim görüyorlar. Kendilerini geliştirmek için çabalıyorlar, tüm bunların yanında beni hala eskisi gibi seviyorlar. 

Lisede yaşadığımız maceraları yad ettik bugün, hepsini kocaman olmuş görünce şaşırmadım değil. Gerçek birer yetişkin olmaya adım atmışlar, gözlerindeki heyecan ise hiç solmamış. Umarım hayatları boyunca bu heyecanı canlı tutmayı başarırlar. 

İnsan, anın içindeyken fark etmiyor lakin onların hayatlarına pek çok açıdan dokunduğumu söylediler bana. Yalnızca dinlemenin bile çok büyük bir erdem olduğunu bir kez daha anlamamı sağladılar. Ergenlik yıllarında her öğrenci, en az bir yetişkinin kendisini dinlemesini ve kendisi ile ilgilenmesini bekler, talep eder. Bazı öğrenciler bunu açık bir şekilde dile getirse de, daha içe dönük öğrenciler ilk adımı karşılarındaki yetişkinin atmasını bekler. Sizin yalnızca bir adım atıp iletişimi başlatmanız yeterlidir çoğu zaman. Onlar, kendi hayatlarını, mutluluklarını ve hüzünlerini öyle hevesle anlatmaya başlarlar ki, usulca, sessizce dinlemeniz bile onları fazlası ile geliştirip sağaltır. Meslek hayatımda dokuzuncu yılım bitti, onuncu yılın içerisine gireceğim. Öğretmenlikten az buçuk anlıyorsam şayet, öğrenci ve öğretmen arasındaki ilk adımın kesinlikle dinlemekle başlaması gerektiğini düşünüyorum. Yıllar sonra bana hala aynı heyecanla bakıyor ve anlatıyor olmaları beni gerçekten çok mutlu ediyor.

Masada iki endüstri mühendisi, bir ekonomist, bir sinemacı ve felsefeci, bir kimyacı ve bilgisayar mühendisi adayı görmek bana güç verdi bugün. Çocuklarım için dopdolu ve mutlu bir hayat diliyorum. Heyecanları ve neşeleri hiç solmasın. 

15 Temmuz 2022 Cuma

Şu Bizim Kırılganlığımız

"Dünyada hakim olan sloganlar kırılganlığı, gereksiz ve köhne, ham ve hastalıklı, sağlamlıktan ve anlamdan yoksun bir şey olarak görüyor; oysa kırılganlıkta duyarlılık, incelik, haysiyet ve bitkin bir nezaket, dile getirilemeyen ve görülemeyen şeylere dair bir sezgi bulunuyor ve bunlar, başkalarının ruh halleriyle, duygulanımlarıyla, varoluşsal tarzlarıyla daha kolaylıkla ve şevkle özdeşleşmemizi sağlıyor.

...

"Çekingenliğe daima duyarlılık ve güvensizlik eşlik eder; bu hayat biçimi de eski ve gereksiz, zararlı ve neredeyse kusur olarak görülmektedir; oysa, kendi sınırlarından hiçbir zaman şüphe duymamış, bunun üzerine hiç düşünmemiş bir özgüven ne çok risk ve şiddet barındırmaktadır."

...

"Bir tebessümden daha kırılgan hiçbir şey yoktur ve içinde, zaman zaman, kalpten ara ara geçen acı, özlem, yitirilmiş ve asla unutulmamış vatan, Noel'de düşen kar ve sevdiğimiz bir kitaba yansıyan ay ışığı gizlidir ve bu karaltılı ve alacalı metaforlardan kırılganlığa dair son bir imge: Ancak gözyaşlarıyla ıslanmış gözlerin görebileceği bir imge yeniden filizlenir."

Eugenio Borgna

Çeviren: Meryem Mine Çilingiroğlu 

Yapı Kredi Yayınları

11 Temmuz 2022 Pazartesi

Oslo Üçlemesi

Yabancı dizi izleme kültürü ülkemizde çok yoğun, özellikle son yıllarda popüler platformların etkisi ile şekillenen yeni bir izleme kültürü oluştu. Benim de bu izleme kültürü ile pek yakından bir alakam olmadı hiç. Hem göz rahatsızlığımdan hem de popüler olan şeylere karşı duyduğum mesafe hissinden mütevellit. Geçtiğimiz yaz Mubi'den bir üyelik aldım. Çok beğendiğimi de itiraf etmeliyim. Dizi izlemeyen ve daha çok sinema izlemeyi tercih eden biri olarak, yayımlanan seçkileri fazlası ile beğeniyorum. 

Bu hafta Joachim Trier'in Oslo üçlemesi adını verdiği film serisini izledim. Filmler arasında en sevdiğim Oslo, 31 Ağustos oldu. Uyuşturucu bağımlısı Anders'in hayatı, çırpınışları ve hissettikleri beni derinden etkiledi. Belki de kendimle onun arasında bir bağ kurdum film boyunca. Epey güçlü bir senaryosu var filmin, var oluşçu bir bakış açısı ve bu bakış açısını yansıtan sahneleri var. Özellikle, Anders'in Oslo'da bir kafede oturduğu sırada etrafı gözlemlediği anları çok beğendim. İstanbul'da tek başıma çıktığım gezilerde, oturduğum ve kahve içerek etrafı gözlemlediğim her an, Anders'in hissettiklerini hissediyorum. Var oluşun yarattığı boşluğu bu denli anlatan başka filmler de vardır elbet fakat Anders'in hem hisleri hem de gözlerindeki dokunaklı ifade bana direkt geçti. Filme ne zaman başladım ve film ne zaman bitti hesaplayamadım bile. Özellikle bir kitabı okurken ya da bir filmi izlerken zamanı unuttuğum anlarda ayrı bir mutluluk duyuyorum. Çünkü bu, kendimden bir şeyler bulduğumu ve yalnız olmadığımı gösteriyor bana. 








Serinin ilk filmini ve son filmini, Oslo, 31 Ağustos kadar beğendiğimi söyleyemem. Aslında, bir üçleme şeklinde tasarlanmış bu filmler tek tek de izlenebilir. Hayatımın bir döneminde tekrar izleyeceğime eminim. 

Var olmak, varlığı tanımlamak, hayat ile birlikte düşünmek, bazen hayatı dışarıda bırakarak soyutlanmak ve dahası o boşlukla birlikte yaşamaya çalışmak çok zor. Kucağınızda bir öykü var ve bu sizin öykünüz. İsterseniz bu öyküye devam edebiliyorsunuz ya da bu öyküyü yarım bırakabiliyorsunuz. Veyahut pek çok insanın yaptığı gibi, öykünüzü sizden başka herkesin yazabilmesine izin veriyorsunuz. Seçtiğiniz öykü ile ne yapacağınız hakkında fikri olan hiç kimse yok. Anders kendi öyküsüne son vermeyi seçti, bu tamamen kendi tercihiydi. Ama o öykünün yazılmasında dünyanın, toplumun, ailesinin ve pek çok insanın etkisi vardı. Anders'in öyküsü bitti ama var oluş sancısı Oslo'da o kafede, çocukluk evinde, dolaştığı sokaklarda yaşamaya devam edecek. 

10 Temmuz 2022 Pazar

Bir Karşılaşma

Eskişehir'de biri ile tanıştım. Bir anda güzel bir muhabbetin içinde bulduk birbirimizi, iki günlük bir zaman dilimi içerisinde sanki konuşmamız gereken her şeyden konuştuk. Kendini, yaptığı işi, çocukluğunu ve gelecek planlarını anlatış biçimi beni etkiledi. Yaptığı espriler, taklitler, gülüşü, enerji dolu oluşu ve samimiyeti bende bazı güzel, anlamlı hisler uyandırdı. Karakterlerimiz çok farklı olsa da, uzun süredir ilk kez karşılıklı bir çekim hissettim. Ondan da benimle ilgili benzer şeyleri duydum. Dışa dönük bir yapısı olduğu için o, hissettiklerini ifade etmekte güçlük çekmedi. Birinden, uzun süredir bu denli güzel sözler duymamıştım. Fakat ben daha içe dönük bir yapıya sahip olduğum için, bu kısa süreli zaman diliminde hissettiklerimi yeterince ifade edemedim. 

Benim için kahve demleyişi, mesleğimle ilgili meraklı ve heyecanlı sorular soruşu, çocukluğumuzda en çok sevdiğimiz dizilerin bile aynı oluşu, dizilerden yaptığı alıntılar ve taklitler, hepsini bir araya topladığımda bende bir anda bütüne kavuşuverdi. 

Ayrılmadan önce, "keşke burada yaşıyor olsaydın, senin gibi birine rastlayacağımı düşünmezdim" dedi. Sanırım bu sözler, benim yerimde olan pek çok insanı iyileştirmeye yeterdi. Beni de bir anlamda iyileştirdi sanırım. Üzerindeki parfüm kokusu çok hoşuma gittiği için, markanın adını sordum. O da benim parfüm kokum için aynı şeyleri düşündüğünü söyledi. Şehirden ayrılmadan önce parfümün satıldığı mağazaya girip kokuyu sordum ve ellerinde olmadığını öğrendim. Ne kadar tuhaf öyle değil mi? Şehirden ayrılırken ona bir veda mesajı attım. Nedense gözlerim doldu, oysa sadece 2 günlük bir sohbetimiz olmuştu. Bu kadar kısa sürede bu kadar güçlü bir bağ kurmak benim zayıflığım mı bilmiyorum. 

Yakın zamanda başka bir şehre taşınacağından bahsetti. Hayatına işi ile ilgili yeni bir yön vermek üzere anladığım kadarı ile. Tutacağı evi gösterdi, taşınacağı şehre davet etti. Ve ben döndükten sonra bir daha konuşmadık. 

Az evvel telefonuma bir mesaj geldi. Çok geç bir saat olsa da, aklına geldiğimi ve selam vermek istediğini söyledi. Ardından, birbirimizin yaşadığı şehre ilk ayak bastığımızda önce birbirimizi göreceğimizin sözünü aldı benden. Arada yazmamı, kendimden haberler vermemi istedi. 

Hayat ne kadar tuhaf, hareket halinde olmanın verdiği yenilik ve canlılığı yadsıyamam. Her geçen gün, her yaş alışımda hayata farklı bir yerden bakmayı öğreniyorum sanırım. Aramızda hiçbir şey olmayacak olsa bile, uzun süre sonra birinin beni hala etkileyebilir olduğunu görmek sanırım iyi geldi. Karşılaşmadığımız onca insan, kuramadığımız o kadar bağ varken dünyanın bu denli dönmeye devam ediyor oluşunu tarif edemiyorum. Bir yerlerde yeniden bir araya gelir miyiz bilemiyorum fakat bu iki gün içinde bana hissettirdikleri için ona minnettarım. Ve onu hatırlamaya devam edeceğim.

8 Temmuz 2022 Cuma

Bir Yaz Listesi - I

Yaz tatili dışındaki okumalarım için genelde uzun listeler yapmıyorum, çoğunlukla sosyal bilimler ile ilgili okumalar yaptığım için, okumakta olduğum bir kitap beni başka bir kitaba götürüyor. Dipnotlarda ya da kaynakçada rastladığım yeni bir kitap bir sonraki okumamı oluşturuyor, açıkçası bu da çok keyifli oluyor. Bu yılı okuma anlamında çok verimli geçiremedim. Bunda ruh halimin, sıkışmışlık hissinin de epey etkisi vardı. 

Edebiyatı çok sevdiğim halde epey uzun süredir edebiyat okumuyorum. Yirmili yaşlarımın ikinci yarısına kadar yoğun bir şekilde edebi metinler okudum. Bu anlamda pek çok metne vakıf olduğumu söyleyebilirim. Fakat bir yerden sonra kurgu dışı kitaplara ilgim arttı, öğretmen olduğum için branşım gereği sosyal bilimlere yoğunlaşmam gerekiyordu. Hem donanımımı artırmak hem de hazırladığım materyallere kaynak teşkil etmesi bakımından, yaklaşık üç yıldır yalnızca sosyal bilimler üzerine okumalar yapıyorum. 

Dün akşam güzel bir liste çıkardım, bu yazımda bu listenin bir kısmından bahsetmek istiyorum. 

  • Saraydaki Kahin - 15. ve 16. Yüzyıllarda Osmanlı Sarayında Kehanet, Cornell Fleischer, Kitap Yayınevi. (Geçtiğimiz günlerde bitirdim bu değerli eseri, içerisinde kehanet üzerine yazılmış bazı makaleler bulunmakta. Cornell Fleischer, Osmanlı tarihçiliğinin duayen isimlerinden biri. Osmanlı tarihine baktığımızda 15. ve 16. yüzyıllarda yoğun bir kehanet söylemine rastlıyoruz. Yalnızca saray çevresinde değil, halk arasında da yaygın bir söylem bu. Kitabın içerisinde yer alan makaleler de bu konu üzerine yoğunlaşıyor. Örneğin ben, Kanuni Sultan Süleyman'ın Remmal Haydar adında bir kum falcısı olduğunu ilk kez bu çalışma ile öğrendim. Kehanet, mistisizm ve bu konuların tarihsel alt yapısı ile ilgili bir merakınız varsa kesinlikle tavsiye ederim). 
  • Doğu'da Kahve ve Kahvehaneler, Helene Desmet-Gregorie, François Georgeon, Yapı Kredi Yayınları. (Kahvenin ve kahvehanelerin tarihte nasıl yaygınlaştığını merak edenler için eşsiz bir kaynak. Dün başladım, ilk makalesini okudum ve gerçekten çok etkilendim. Egzotik kahvenin tarihi kökenlerini merak ediyorsanız kesinlikle tavsiye ederim).
  • Özne Nasıl Susturulur? - Söylemlerden Liberal Laf Ebeliklerine, Serge Lesourd, Doğubatı Yayınları. (Uzun süredir merak ettiğim kitaplardan biriydi. Öznel ıstırabın yeni ifade biçimleri üzerine eğilen bu kitap oldukça katmanlı ve dolu. Psikanalitik kuramın kavramlarının da detaylı bir şekilde işlendiğini söyleyebilirim. Psikoloji ve psikanaliz okumalarına ilginiz varsa listenize ekleyebilirsiniz). 
  • İlkel İnsanın Zihni, Franz Boas, Doğubatı Yayınları. (Yeni çıkan kitaplardan biri, alanında oldukça kült ve önemli bir eser. Bir süredir antropolojiye merak salmış durumdayım. Irk, dil ve kültür üzerine okumalar yapmayı seviyorsanız ideal bir eser kesinlikle). 
  • İçsel Aile Sistemleri Terapisi, Richard C. Schwartz, Pinhan Yayınları. (Uzun süredir ilgi ile takip ettiğim ve hakkında çeşitli kaynaklar taradığım bir terapi yöntemi. Türkçe'de de bu alanda yazılmış yeterli kaynak yok maalesef. Bu açıdan ilgilileri için alınıp okunabilecek en değerli kitap diyebilirim. Kısaca İAS adı verilen bu model, bireylerin alt kişiliklerinin aileler gibi etkileşimde bulunduğunu ve değiştiğini ileri sürer. Benzeri alanlarda okuma yapmayı seviyorsanız, ek olarak Anne Ancelin Schützenberger tarafından yazılan ve İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan Psikosoybilim isimli eseri de öneririm). 
  • Delişmenlik Çağı ve İnsan Denen Hayvan, Barbara Natterson-Horowitz & Kathryn Bowers, Metis Yayınları. (Bu yazıda son olarak bahsetmek istediğim 2 kitap. Hayvanların yaşamı ile insanların yaşamı arasında inanılmaz bağlar kuran ve insan davranışları ile hayvan davranışlarını, yaşamını pek çok açıdan aynı temelde inceleyen bir perspektife sahip bu değerli kitaplar. Özellikle bilim okumayı seviyorsanız tavsiye edebilirim. Benim de okumayı heyecanla beklediğim 2 kitap). 
Bir sonraki yazılarımda, okuma listemde yer alan diğer kitaplardan ve hatta izleme listemden de bahsedeceğim. Şimdilik bu liste önümde bana huzurla bakmakta. Sizlere de keyifli okumalar dilerim.

7 Temmuz 2022 Perşembe

Dinlence

Yaz tatiline girdiğimiz iki hafta olmuş bile, bugün bu hesabı yaparken oldukça zorlandım. Okul zamanı takvimimiz o kadar yoğun oluyor ki, zamanı sürekli kontrol etmek zorunda kalıyorum. Tatile çıkışımız itibari ile zaman mefhumunu yitiriyorum, bu durum üzerimdeki bütün yükü atıyor neredeyse. Yalnızca doğanın saatine uygun yaşamayı çok isterdim, günü yalnızca güneşin doğuşuna ve batışına göre yaşamak eşsiz bir huzur veriyor olmalı insana. 

Eskişehir'den bir sürü kitap aldım, dün de yaz okumalarım için pek çok kitap sipariş ettim. Salı günkü Üsküdar turumda çok sevdiğim bir kitapçıya uğradım. Öğrencilik yıllarımdan beri muhakkak her hafta bir kez gittiğim, kokusuna ve dokusuna hayran olduğum bir kitapçı. Normalde Cağaloğlu'nda mevcutlardı lakin konsept değişikliğine giderek Üsküdar'a taşınmışlar. Yeni yerlerini ziyaret etmek bende tuhaf ve hüzünlü bir his bıraktı. Nedense soğuk buldum, eski düzenine çok alıştığım için her şeyi garipsedim. Benim için tarihi yarımada ile özdeşleşmiş ve o civarın kalabalığından sıyrılıp sığındığım bir yerdi. Yalnızca bir kitabevi değildi aynı zamanda bir hafıza mekanıydı. Ne yazık ki İstanbul'da her şey her gün ve her saniye o kadar hızlı değişiyor ki, bir süre sonra hafızanızı, belleğinizi yitiriyorsunuz. Bugün okuduğum bir haberde de Beyoğlu'ndaki Pandora Kitabevi'nin kapanacağını öğrendim. Buna da çok üzüldüm, yıllar içinde İstiklal Caddesi'nin profili ve çehresi o kadar değişti ki, kitap karıştıran insanların sayısı da epey azaldı. O gün Üsküdar'dan ayrıldıktan sonra Cağaloğlu tarafına geçtim ama o dükkanın önünden geçemedim. Sanki birileri anılarımı çalmış, bir daha geri vermeyecekmiş gibi. İçim biraz buruk. İletişim Yayınları da geçtiğimiz yıl Cağaloğlu'ndan ayrılıp Harbiye'ye taşındı. Cağaloğlu, yayıncılık tarihimizin kolektif belleğini yansıtır, pek çok yazarın ve yayının, yazın hayatına başladığı yerdir. Ne olursa olsun bundan sonra her Cağaloğlu'na gidişimde belleğimi taze tutmaya çalışacağım. Zihnimden de silemezler ya anılarımı, öyle değil mi? 

Bu akşam oturup biraz yazıp çizeceğim. Neleri okumalı, hangi metinlerden başlamalı karar vereceğim. Biraz da sinema ile haşır neşir olmak istiyorum bu yaz. Çok yoğun şekilde izleyen, izlemeyi seven bir insan değilim. Dizi kültürüm neredeyse hiç yok, popüler platformlara da üye değilim. Yalnızca Mubi üyeliğim var ve Mubi'yi gerçekten çok seviyorum. Şöyle güzel bir yaz listesi çıkarmak lazım, olabildiğince izlemek ve ilham almak lazım. Güzel bir yaz olur umarım, umarım biraz olsun yaşadığımın farkına varırım.

6 Temmuz 2022 Çarşamba

Yarım Bırakılmış Bir Öykü

Seni, Karaköy vapurunun sahile yanaştığı an gördüm. Birkaç sıra arkandaydım, bir şeyler ararmış gibi bir anda ardına döndün. Yanaklarına dökülen saçlarının arasından tedirgin bir bakış fırlattın. Bir anlığına gözlerindeki hüzün ile baş başa kaldım. O kadar uzun boyluydun ki, vapurdan indikten sonra seni gözden kaybetmeden ilerleyebildim. Hızlı adımlar atıyordun, sanki bir yere yetişecekmişsin gibi. Sonra bir anda olduğun yerde durdun, geriye doğru döndün ve sahildeki banklardan birine oturdun. Ben de usulca banklara doğru yöneldim, hemen yanındaki bankı boş bulunca oturdum. Önce, bir süre denize doğru baktın. Karşında Sarayburnu kıyısı vardı, gözlerin, bir anlığına denize dönüştü. Ardından çevik bir hareketle çantandan küçük, fermuarlı bir cüzdan çıkardın. Üzerinde İstanbul'dan resimler olan, hani şu Eminönü'nde turistlere satılan hediyelik cüzdanlardan. İçinden bir sigara aldın, o sırada ne kadar naif olduğun geçti içimden. Ellerindeki zarafet, parmaklarını kullanış biçimin; sanki bu dünya için fazla hassastı, fazla kibardı. 

Sigaranı içerken yeniden daldın güneşli gökyüzüne. Sanki bakıyor ama görmüyor gibiydin, yer yer kaşlarını çatıyordun ardından sana özelmiş gibi duran o ziyan olmamış masumiyet çöküyordu yüzüne. Nasıl bir yaşamın vardı, neler geçmişti başından bu hayatta bilemiyordum. Esasen, bunları bilmek de istemiyordum. Şu anki halini var edenin bunlar olması, gözümde tüm yaşadıklarını kıymetli kılmaya yetiyordu. 

(Bu öykünün bir devamı yok, bir sonu da yok. Olması gerektiği gibi, yarım, parça parça. Yaşam ile öykü arasında hep ince bir çizginin olduğunu düşünmüşümdür. Olanca gerçekliği ile geçerken ömür; bir his, bir başka insan, bir eşya, bir dokunuş ya da anlık bir temayül, bir miktar tahayyül; gerçeği bir öyküye çevirmeye yetiyor. Bazen hayatın gerçekliğini yarım bırakmak, yarı yolda bırakmak gerekiyor, bir başkasının tamamlayabilmesi için). 


François Ozon'un "Frantz" isimli filminden bir fotoğraf. Sevdiği her iki adam tarafından yarım, yalnız bırakılmış olan bir kadın. Anna. 

5 Temmuz 2022 Salı

Dönüş

Eskişehir'den döndük, daha doğrusu dönmek durumunda kaldık. Annem biraz rahatsızlandı, hem sıcak hem de beslenme düzeninin bozulmuş olması onu olumsuz etkiledi. Ne kadar tuhaf öyle değil mi, ölümün kıyısından döndüğü şehre yıllar sonra yeniden ayak bastığında yeniden rahatsızlandı. Bizim için kısa bir Eskişehir tatili olmuş oldu, bir daha ne zaman gidebiliriz bilemiyorum. 

Bu süreçte pek çok emlakçı gezip ev baktık, beğendiğimiz evler de olmadı değil. Kısmet değilmiş, belki yaz tatili bitmeden ben tek başıma giderim. Belki de hiç gitmem, bu bir hayal olarak kenarda köşede bir yerlerde kalır. 

Eskişehir'i seviyorum, İstanbul ile kıyasladığımda pek çok açıdan şirin ve yaşanılası bir şehir. Fakat Eskişehir'de iken aklıma parça parça İstanbul geldi. Beni pek çok açıdan zorlayan bir şehir olsa da, burada geçirdiğim yılları düşündüm. Gülhane'de yürüyüşlerimi, Caferağa'da soluklanıp kahve yudumlayışlarımı, Divan Yolu boyunca attığım adımları, Vefa'da içtiğim bozaları ve daha pek çok şeyi düşündüm. Olayları romantize etmekte üstüme yok, hayata hiçbir zaman gerçekçi bakmayı başaramadım. Belki de, yaşıyor olmanın üzerimde yarattığı bu bunalımın ve ağır yükün altında bu romantizmin etkisi vardır. Olsun varsın, ben de böyle bir insanım. 

Yarın İstanbul'da biraz dolaşacağım, Üsküdar'a gitmek gibi bir planım var. Üniversitede okurken Üsküdar'da kalmıştım. Önce Altunizade Erkek Öğrenci Yurdu'nda, daha sonra ise sevgilim ve ev arkadaşlarının evinde. Güzel günlerimiz olmuştu Üsküdar'daki o evde. Eski bir apartmanın en üst katıydı, sahile yakın bir konumdaydı. Eski ve tarihi bir mahallede, üniversite okumak için İstanbul'a gelen bir grup arkadaş. Ve bir sevgili, beş yılımın birlikte geçtiği ve uzun süre aynı yastığa baş koyduğum bir yaren, dost. Her şey gibi bu ilişki de bitti, o zamanları düşündüğümde ne kadar da toy olduğum geliyor aklıma. Henüz hayat gailesi ve kaygıları ile tanışmamış, masum bir delikanlı idim. Bir de kedimiz vardı evde, benim en başta alışamadığım fakat daha sonra canımdan bir parça haline gelmiş dişi bir kedi. Oldukça asi idi ama iyi anlaşırdık. Birlikte gittiğimiz tiyatro gösterileri, İstanbul'u karış karış dolaşmamız ve renkli bir hayatın zihinlerimizde bıraktığı mutlu anılar. Bir daha o yaşlara geri dönmek ister miydim emin değilim fakat o telaşsızlığa ve kaygısızlığa yeniden ulaşmak isterdim. Yaş aldıkça her şey daha beyazlaşıyor sanki, otuz yaşın bana hissettirdikleri ile o delişmen çağın hissettirdikleri arasında dağlar kadar fark var. İlk önce heyecanını yitiriyor insan, ardından direnci azalmaya başlıyor ve sonra kendi kabuğuna çekiliyor. Bu, çoğunluk için böyle olmayabilir lakin benim için böyle oldu. Anlam ararken, anlamsızlığı keşfetmenin getirdiği çöküntü hissi ile baş başa kaldım. Bir kuş kanadından düştüm, ayağıma taş değdi. Kuşu kaybetmek ise sanırım en hazin olanıydı. 

Yarın vapura bineceğim, bir kitapçıyı ziyaret edeceğim ve Üsküdar'da biraz gezineceğim. Ardından tarihi yarımadaya geçip biraz kahve çektireceğim ve Gülhane Parkı'nda bir yürüyüş yapacağım. Tüm kaygılarımdan uzak kalmayı deneyeceğim, evet en azından bir süreliğine deneyeceğim. 

Şu aralar çok sevdiğim bir François Ozon filmi olan Frantz'ın soundtrack'ini dinliyorum. Chopin'in Nocturne No: 20 isimli eseri bende öyle duygular uyandırıyor ki, tarif etmem imkansız. Besteyi adeta yaşıyorum, hayatı yaşayamayışımın acısını çıkarır gibi. İnce ince, uzun uzun, aheste aheste ve tadını çıkara çıkara yaşıyorum.

3 Temmuz 2022 Pazar

Gürültü Çağında Sessizlik

Eskişehir'de dolaşırken rastladığım ve okuduğum bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Norveçli kaşif, yayıncı ve yazar Erling Kagge tarafından yazılmış olan, "Gürültü Çağında Sessizlik", sessizliğe düşülmüş 33 nottan oluşuyor. Erling, üç kutup noktasını geçen ilk kaşif olarak biliniyor. Keşifleri ve kişisel yolculuğu sırasında sessizlik üzerine elde ettiklerinden, hislerinden ve düşüncelerinden bahsediyor. 

Beni yeni tanıyan ya da uzun süredir tanımakta olan insanların, benimle ilgili düşündükleri ortak bir şey var, sessiz ve sakin olmam. Ben de sorduklarında genelde kendimi bu iki kelime ile tanımlarım. Belki de kendimizi, ancak bizi tanıyan insanların tanımları ile tanımlıyoruz. Oysa sessizlik, kişinin kendini keşfi ile hemhal. Kitabı okurken sessizliğin ne olduğu üzerine düşündüm. Kitabı bitirdiğimde ise sessizliğin tanımlanamayacağı kanaatine vardım. Çünkü sessizliği tanımlamaya kalktığınızda, sesleri kullanmanız gerekiyor, sessizliği bozmuş olmanız gerekiyor. Oysa sessizlik herhangi bir yerde, zamanda ya da anda var olan bir şey değil. Sessizlik sizin yarattığınız, ses ile olan ilişkinizden doğan ve her şeyde olduğu gibi zıttı ile var olan bir şey. Şey diyorum çünkü tam anlamı ile tanımlanamayan her şeyin, doğal olarak "şey" hali ile kalması gerektiğini düşünüyorum. Üstelik, her şey tanımlanmak zorunda değil, öyle değil mi? 

Gündelik hayatımda çok fazla konuşmayı tercih eden bir insan değilim. Genelde dinlerim, hemen konuşmaktan ya da yorum yapmaktan imtina ederim. Ludwig Wittgenstein, "üzerine konuşulamayan hakkında susmalı" demiş. Tam da böyle bir şey aslında bahsetmek istediğim. Hep düşünürüm; dil, kendimizi ifade etmek için yeterli bir araç değildir. Dil, hiçbir zaman asıl değildir, asıl olmamıştır. Asıl olan belki de sessizliktir, bu sessizliğin bozulması ile ortaya çıkan her şey ise, insan evladının sıkılmasının bir ürünüdür. Basbayağı, dümdüz şekilde, bir can sıkıntısının eseri. 

Dünyayı dışarıda bırakmanın keyfine henüz varamadım, tek bildiğim dünya beni dışarıda bırakmadan önce bir gün bunu başaracabileceğim. 

28 Haziran 2022 Salı

Bir Yolculuk

Bugün yola çıkıyoruz, içim bir tuhaf. İlk kez bu kadar uzun süre İstanbul dışında olacağım. Eskişehir'e gidiyoruz, oradan küçük bir ev almaya karar verdim. Umarım sorunsuz bir şekilde geçer tüm bu süreç. 

Bundan sekiz yıl önce annem rahatsızlığında orada tedavi görmüştük. Yaklaşık iki sene kadar hastaneden çıkamadık, sürekli oradaydık. Ben de yazları bir yurt tutmuş, tüm yazımı hastanede anneme bakarak geçirmiştim. Daha önce Eskişehir'e gidip gelmişliğim vardı fakat ilk kez o dönemde bu kadar uzun süre kalmıştım. Her hafta sonu İstanbul'dan yola çıkıp hastaneye gidiyor, pazar günleri geri dönüp çalışmaya devam ediyordum. 

Bugün öğleden sonra trenimiz var. Daha adım atmadan neredeyse ağladım ağlayacağım, göz yaşlarım akmak için bekliyorlar, dolu dolu. Bu kadar duygusal bağ kurduğum başka bir şehir olmamıştı. Hiç unutmam, annemin yoğun bakım ünitesinden çıktığı ve fizik tedaviye geçtiği bir aşamadaydık. Birkaç ay olmuştu hastalığı geçireli. Henüz ayakta duramıyor ve konuşamıyordu. Bir gün bana yazı ile dışarı çıkmak istediğini söyledi. Onu biraz bahçeye götürdüm, fakat Porsuk Nehri'ni, canlı insan kalabalığını görmek istediğini yazdı. Ben de kimseye çaktırmadan hastanenin bahçesinden dışarı doğru yöneldim. Güneş yüzümüze vuruyordu, ikimizin de yüzünde büyük bir gülümseme ile onu çarşıya kadar götürdüm. Herkes bize bakıyordu, tekerlikli sandalyede hasta bir kadın, arkasında 23 yaşında bir oğlan çocuğu. Öylesine kahkaha attık ki, onun gözlerindeki mutluluğu unutmam mümkün değil. Sonra çaktırmadan hastaneye geri döndük, zaten fazla uzaklaşmamıştık. Bu anıları unutmam mümkün değil. 

Yıllardır bir ev almak isteriz, tasarruf yaparız. Fakat İstanbul'dan, buradan ev almak gelmedi hiç içimden. Hep vazgeçtik, zaten şimdi ev alınabilecek gibi değil fiyatlar. Hazır durum böyleyken bu yaz tatilinde gidelim, Eskişehir'den minik bir daire alalım dedik. 

Hastalık sürecinde gidip gelişlerim, endişelerim, annemin ilk kez parmağını oynatmaya başlamasına şahit olmam, hastane koridorlarında attığım sevinç çığlıkları, tüm duygularım oraya ait. O yüzden daha gitmeden hüzün ve sevinç karışımı bir duygu kapladı içimi. Gönlümüze göre bir ev bulabilir miyiz bilmiyorum ama en nihayetinde bizim için uzun bir Eskişehir tatili olacak. İnsanın en sevdiğinin hem ölümle mücadele ettiği hem de hayata yeniden dönmeyi başardığı bir yeri unutması mümkün değil. Unutmadım, tren garında indiğimde yüzümü güneşe dönüp şükranlarımı sunacağım. 

25 Haziran 2022 Cumartesi

Fire Burns You Cold

Cuma günü itibari ile okul sonrası çalışmalarımız bitti, nihayet yaz tatiline çıkabildik. Önceden yaz tatilleri beni epey heyecanlandırırdı, son zamanlarda ne yazık ki aynı heyecanı duymuyorum. Dün kuzenimle buluştuk, Hazzo Pulo'da birkaç kadeh şarap içip dertleştik. Yakında bir yurt dışı seyahati gerçekleştirecek, onu mutlu görmek beni de mutlu etti. 

Biz de annemle iki gün sonra yurt içinde bir seyahate çıkacağız. Hayatımız için yeni bir adım diyebilirim, umuyorum istediğimiz gibi sonuçlanır süreç. Şehrin merkezinde bir konaklama yeri ayarladım, işlerimiz bitince biraz gezer, ferahlarız. Aslında bu yaz tatilinde deniz kenarı, sessiz bir yerlere gitme planım da var. Karar aşamasına geçmekte çok zorlandığım için henüz ne yapacağımı bilmiyorum. Umuyorum kısa süreliğine de olsa sessiz sakin bir yerlere dinlenmeye gidebilirim. 

Meslek hayatımın en hızlı geçen senesiydi sanırım, çok fazla yoruldum diyemem. Çok yoğun bir iş tempomuz var ve yıllar içinde buna alıştım. Önümüzdeki yıl da bu yıl çalıştığım seviyeler ile çalışacağım. Her şeyi en baştan planlamama gerek kalmayacak, önümüzdeki sezon için iş dışı birkaç uğraş edinmek istiyorum. Hayatta kalmaya çabalamak bu olsa gerek, kendimi öylesine zorluyorum ki, tutunmak için sebep aramak bile beni oldukça yoruyor. Yine de deneyeceğim, bir şekilde bir yerlerde ufak da olsa bir anlam bulmaya çabalayacağım. Ne de olsa yorulunca bırakma özgürlüğüne sahibim öyle değil mi? Evet, bırakabilirim. 

Yüksek lisans arkadaşlarımın hepsi doktora programına başladılar, hatta tez aşamasına geçenler oldu. Benim de başlamamı istiyorlar, bu konuda içimde pek istek yok açıkçası. Yoğun bir iş tempom var, arta kalan vakitte kendimle baş başa olmak istiyorum. Belki böyle bir maceraya hazırlık yaparım, belki de hiç girişmem. 

Yaklaşık iki aylık bir tatil olacak benim için, oturup bir okuma listesi çıkaracağım. Bazı kitaplar aldım; her zamanki gibi bir kısmı psikoloji bir kısmı tarih. Bu sefer felsefe de ekledim aralarına. Uzun bir süredir kitap okumaya odaklanamıyorum, daha doğrusu pek çok şeyi yapma isteğimi kaybettiğim için oluyor bu. Yeniden okumaya başlarsam devamı gelecektir. 

Her saniye içimde büyümekte olan boşluk hissi ile ciddi bir mücadele içerisindeyim. Bu hafta okulda diğer bölümler ile kahvaltı yaptık. Öncesinde herkesin bir şeyler getirmesi istendi. Ben de bir önceki akşam bir tepsi poğaça ve kurabiye yaptım. Daha önce hiç yapmamıştım, neredeyse bütün gece bununla uğraştım. Ertesi sabah kahvaltı için yaptıklarım çok beğenildi, yeniden yapmam istendi. Bu da, hayata katılmak için kendimi zorlama girişimlerimden bir tanesiydi. Bu şekilde bir yol alabilir miyim bilmiyorum ama öylesine deniyorum ki, yeniden aynı çemberin içine sürüklenmekten korkuyorum. Ya da, yeniden hayata katılmaktan korkuyorum, kim bilir. Ama bir süre sonra yeniden beyhude bir çabanın içinde olduğumu fark edeceğim, yeniden kendi içime çekileceğim. Hep aynı kısır döngü, sahte bir mutluluk içinde yer almaktansa gerçeklerim ile yaşamaya çalışmayı tercih edeceğim yine, biliyorum. Biliyorum fakat yine de deneyeceğim, yavaş yavaş, azar azar. 

Bir Isak Danielson şarkısı ile bitirmek istiyorum yazımı;

You want the fire when the fire burns
Everything down to the ground
Am I a liar? I'm not lying here alone when you're not around
I don't want love like this
I'll miss your kiss
But that's the way it goes
Who wants the fire when the fire
The fire burns you cold?

13 Haziran 2022 Pazartesi

Gece İnerken

İstanbul'da serin bir yaz akşamı var, balkondan esen rüzgar bir senedir uzattığım saçlarımı dalga dalga savuruyor. Biraz çay içtim, biraz da sessizliği dinledim. 

Okulu bu hafta kapatıyoruz, çocuklarla tüm derslerimi bahçede geçiriyorum. Bugün ip atladık, çuval yarışı yaptık ve halat çekme oyunu oynadık. Bazı öğrencilerimi kollarından tutup döndürdüm, öylesine mutluydular ki bazen onları görünce çocukluğum aklıma geliyor. Bütün gün okulda koşturduktan sonra eve dönerdim ve annemin işten gelmesini beklerdim. Tam onun geleceği saatte bahçe duvarının önünde beklerdim, yolda göründü mü koşarak yanına giderdim. Kolları arkasında, günün hediyesini saklardı. Bilmem hatırlar mısınız, doksanların sonları ve iki binlerin başlarında çizgi film karakterlerinden dondurmalar yapılırdı. En çok bugs bunny'li olanın tadını beğenirdim, krem ve gri karışımı bir rengi vardı. Çocuklar teknoloji ile çok içli dışlılar, sürekli ekrana bakıyorlar fakat durum teneffüslerde ve öğle aralarında inanın böyle değil. Eski oyunları yani sokak oyunlarını oynamayı seviyorlar. Yıllar pek çok şeyi değiştirse de, çocukların oyun kültüründen alıp götüremedi. Hemen organize olup kendi aralarında oyun kuruyorlar. Bir dakika içinde bir araya gelip takımları oluşturup oynamaya başlamalarını şaşkınlıkla izliyorum. Öğretmen olmanın böyle bir güzelliği var, her gün onlardan yepyeni şeyler öğreniyorum. Ben öğretmiyor ve eğitmiyorum, onlar beni eğitiyor. 

Bazen de onlar olmasa hayat benim için daha dayanılmaz olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yaşamak için fazla kırılgan, adım atmak için fazla hassas ve akışa kapılmak için fazla tedirginim. İçimde büyüyen ve ısrarla dışarı çıkmak isteyen o boşluk hissi, o bilinmezin eşiği günlük hayatım içinde beni çok fazla yoruyor. Bir tek çocukların içindeyken, dersteyken bunları düşünmüyorum. Mesainin bitimi ile birlikte o boşluk tekrar kaplıyor her yanımı, kendim için hiçbir adım atmadan öylece durduğum yerden dünyayı izliyorum. Aklımda sonu gelmez sorular: Bu ben miyim, şu an hayatta mıyım, burada mıyım yoksa bu bir yanılgı mı, içimdeki boşluk bana ne anlatıyor, neden bu kadar yorgunum, neden sürekli geriye doğru adım atıyorum ve daha pek çok soru. Hiçbirine cevap bulamıyorum, herhangi bir cevap bulmak için de uğraşmıyorum. Çünkü hayat işte tam da bu, bir gün yok olacağım bir dünya için daha fazla mücadele etmek istemiyorum, beyhude bir bakışın yarattığı gölgede sakınıp kalmışım gibi, güneşin gözlerimi yeniden yakmasından korkuyorum. Bir de gözlerim, hep buğulu ve hüzün dolu. Ruhumun aynası, yeniden yansıması, küçük ve kahverengi tesbih taneleri gibi, yakamın ucuna düşüp dağılıyorlar. Çok mu fazla görüyorum yoksa çok mu az, buna karar veremiyorum. 

Sezen Aksu'nun "alaturka" isimli şarkısını çok seviyorum, özellikle son kısımda şarkının "kader böyleymiş" diye final yapması bende pek çok şey çağrıştırıyor. Şarkı boyunca tüm dertler, umutlar ve hüzünler bir aradayken, sahnenin sonunda "kader böyleymiş" diyor şarkıcı. Belki de kendi hayatlarımız için de "kader böyleymiş" deyip yola devam etmek gerekiyor. Fakat ben ısrarla o yolun ortasında bekliyorum.

30 Mayıs 2022 Pazartesi

River

İnsanın kendi var oluşunu gerçekleştirmesi için kaygının elzem olduğunu okumuştum. Kaygılarımız yaşıyor olduğumuza dair belirtiler sunuyor, işte buradasın ve varsın. Peki bu kaygı ve var oluş ile şimdi ne yapacaksın? Ben bu sorunun cevabını bilmiyorum, sürekli arıyorum ama bir cevap bulamıyorum. Şeyleri olduğu gibi kabul etmek insanı rahatlatıyor, hiç böyle biri olamadım. Deniyorum ama en fazla birkaç dakika sürüyor. 

Geçenlerde boş dersimde okul bahçesinde bir tur attım. Sevdiğim bir müziği dinledim, ağaçlara baktım ve adımlarımı hızlandırdım. Öğrencilerin tuhaf bakışları altında, yüzümü güneşe dönerek birkaç tur yürüdüm. Toplumdan, bedenimden, diğerlerinin bedenlerinden sıyrıldığımda kendimi özgürleşmiş hissediyorum. Fakat bu düzenin içinde kendimi var edemiyorum. İçimde tarifsiz bir sıkıntı, hareket etmemi engelleyen bir şeyler var. Her şey kabul edilebilir haliyle oldukça yanlış geliyor bana, sanki var oluşuma aykırı bir şekilde yaşıyorum. Bunu oldukça derinden hissediyorum. 

İnsanların arasında varım ama yokum, sınıfta ders anlatırken varım ama yokum. Çocukları bu sistemde baskı altında tuttuğumuzu düşünüyor ve kendimi çok suçlu hissediyorum. Geçen gün, beşinci sınıf öğrencilerimi bahçeye çıkardım, bugün ders işlemiyoruz ve doğanın tadını çıkarıyoruz dedim. Elbette çok sevindiler, onları mutlu etmek ne kadar kolay. 

Çimenlerin ortasına oturduk, kimi uzanmayı tercih etti. Elime bir top aldım ve öğrenci isimlerini söyleyerek topu onlara yuvarladım. Herkes en büyük hayalini paylaştı, sonra mutluluğun ne demek olduğu üzerine konuştuk. Beşinci sınıf öğrencilerinin mutluluk tanımlarını ve hayallerini dinlemek ister misiniz? 

  • "Öğretmenim, ben hurma topları yani enerji topları yapmayı çok seviyorum. Hem size hem de tüm sınıf arkadaşlarıma yapıp getireceğim. Bu beni çok mutlu ediyor". 
  • "Öğretmenim, ben dans etmeyi ve tiyatroyu çok seviyorum. Büyüyünce bir müzikal sanatçısı olmayı planlıyorum". 
  • "Öğretmenim, ben ileride en sevdiğim arkadaşımdan ayrılmak istemiyorum. Hep onun yanında kalmak ve mutlu olmak istiyorum". 
  • "Öğretmenim, siz çok iyi bir insansınız. Hep sizin sınıfınızda olmak istiyorum". 
  • "Öğretmenim, ben hayattaki en kolay işleri yapmak istiyorum. Hayata bir kere geldik değil mi, neden kendimizi bu kadar yoralım. İşte o zaman mutluluk olur". 
  • "Öğretmenim, ben büyüyünce size mail atmak istiyorum. Yaptıklarımı anlatmak istiyorum. İşte o zaman çok mutlu olacağım". 
Mesleğim ile ilgili tüm düşüncelerim olumlu olmasa da, bu mesleğin en keyif aldığım tarafı, reel hayata kendini kaptırmış yetişkinler yerine hayalleri ile yaşayan çocuklarla çalışmak sanırım. Onları çok seviyorum, bazen beni bu dünyanın dertlerinden, var oluşumun ağırlığından alıp uzaklara götürüyorlar. Yüzlerinde hep bir gülümseme. 
  • "Peki öğretmenim, sizi en çok mutlu eden şey nedir?" Öğretmen uzun uzun düşünüyor. Sonunda diyor ki, "Ben, beni hiç kimsenin tanımadığı uzak diyarlara gitmek istiyorum. Bir sürü kedim ve çiçeğim olsun istiyorum, ahşaptan tek göz bir evim olsun istiyorum. Sabah evimin arkasında ormanda doyasıya koşayım, hiç ayakkabı giymek zorunda kalmayayım. İstemediğim, anlamlı bulmadığım şeyleri yapmaya zorlanmamayım. Tamamen özgür olayım, özgürce karar alabileyim". Öğretmen ilk kez bir hayalinden bahsediyor. Ve bir çocuk çemberin içinden öğretmene gülümsüyor, "biz de sizinle yaşamaya gelebilir miyiz öğretmenim?.."
Bu yazıya Aurora, "River" isimli şarkısı ile eşlik etti. 

I am a shadow, I am cold
And now I seek for warmth
Stitch your skin onto my skin
And we won't be alone

16 Mayıs 2022 Pazartesi

Belki Güneş Parlayabilir

Usul usul yok oluyor gibiyim, kendimi hiçbir yere sığdıramıyorum. Oturduğumuz bu kiralık daire, bu mahalle, mesleğim, öğrencilerim, annem, etrafımdaki insanlar, şehir içi yolculuklar, kitaplar, filmler, bedenim, İstanbul ve hislerim... Hepsine yabancıyım, hepsi, tanıdık yüzlerini kaybettiler. Birkaç sene öncesini düşünüyorum, hayata ne kadar da sıkı tutunuyormuşum. 

İstanbul'da ilk kez ev kiraladığımda çok mutlu olmuştum. Eşyalı bir daireydi, site içerisindeydi, bahçesinde bir havuzu vardı. Tüm tatil vakitlerimde yurt içi turlara çıkıyordum. Yaz gelmeden önce tatil planları yapıyordum, okuma hedeflerim vardı, bir yandan yüksek lisans tezimi yazıyordum. Edebiyat, içtiğim su kadar önemliydi benim için. Artık içtiğim suyu bile hesaplamıyorum, önemsemiyorum. Edebiyat okumayı bıraktım, birkaç aydır yalnızca iki, üç kitap okudum. Sayısını dahi hatırlamıyorum. Her şey bir kapanın içine sıkışıp kayboluyor gibi, her şey birer birer anlamını kaybediyor. Anlamaya çalışıyorum ya da tüm bunlar çok fazla anladığım için. Yaşam, usul usul yok oluyor gibi, kendimi kendime sığdıramıyorum. 

İş arkadaşlarım, zaman zaman onlarla birlikte bir şeyler yapıyorum. Çok keyifsiz, yanlarında sadece fiziki olarak var oluyorum. Aşk, karşıma çıkan herkesi kendimden uzaklaştırıyorum, yapamıyorum, yalnızlığı seçiyorum, rahat edemiyorum, alanım yalnızca bana ait, başkasına yer bulamıyorum. Kendime, kendimde bir yer bulamaz iken, başkası... 

Giderek yabancılaştığım bir düzen, geleceğe dair hayallerim yok. Adım atarken güçlük çekiyorum, yarın sabah işe gidecek olmak bile bir yük gibi geliyor bazen. Peki ya ne düşlüyorum? Hiçbir şey. Bir planım yok, bir aktivitem yok, hiçbir şeyle uğraşmak istemiyorum. 

Birkaç yıl önce, bir fotoğraf makinesi almıştım kendime. İstanbul'un dip köşe her yerini gezip fotoğraflar çekiyordum. Sonra yazıyordum ben, pek çok öykü ve deneme. Çok okuyordum, anlamaya çalışıyordum. İnsanlar ile bir aradaydım, hayatın akışına kendimi kaptırıyor, yağmurlu kış günlerinde Kadıköy'e film izlemeye gidiyordum. Yeni insanlar ile tanışıyor, bundan korkmuyordum. Bazı kurslara kayıt olmuştum, evime saatlerce uzakta olsalar da kurslara katılmaktan büyük keyif alıyordum. Şimdi sokağa çıkmaya bile mecalim yok. İçimde hiçbir şey yok, neden böyle oldu peki? İçimde neler devindi, neler yer değiştirdi? Neden benim de diğer insanlar gibi dış dünyada ayakta kalma becerim yok, neden bu kadar inciniyorum? İnanın bilmiyorum. Uzun süredir hiçbir şey bilmek istemiyorum. 

Gecenin bu vakti oturmuş, karanlık gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzü olabildiğince parlıyor ama benim gözlerim artık parlamıyor. Kulaklarımda Tamino'nun sesi, Sun May Shine. 

troubled by a sound

vile and yet devout

in your eyes, in your eyes

there lies no caress, they could not shine less

8 Mayıs 2022 Pazar

Eurovision 2022

Çocukluğumdan beri Eurovision şarkı yarışmasını takip ederim. İçimde çocuksu bir heyecan uyandırır bu yarışma. Aylar öncesinden şarkıları dinlemeye, klipleri izlemeye ve değerlendirme yapmaya başlarım kendimce. Bu yıl da gelenek bozulmasın istedim, biraz değerlendirme yapmaya geldim. 

Yarışma, önümüzdeki hafta İtalya'da gerçekleşecek. Geçen yıl, Maneskin adlı İtalyan grubun kazanması ile birlikte İtalya güzel bir çıkış yakaladı. Bu sene yarışmaya Mahmood ve Blanco, Brividi isimli şarkıları ile katılıyor. Mahmood, Soldi isimli şarkısı ile yarışmaya 2019 yılında katılmış ve ikinciliği elde etmişti. İtalya'nın bu yılki şarkısını da beğendim. Bir Soldi havası olmasa da başarılı bir şarkı. Sanıyorum üst sıralarda yer alacaktır. 

En beğendiğim şarkılardan biri Portekiz'e ait. Maro isimli şarkıcının seslendirdiği Saudade isimli şarkıda yerel ezgiler var. Sıradan ve basit pop şarkılarının yer aldığı yarışmada naifliği ile parlıyor şarkı. Etnik ezgileri çok seviyorum, bu nedenle bu sene desteklediğim ülkelerden biri Portekiz. 

Bir başka favorim ise Hollanda. S10 tarafından seslendirilen şarkının adı De Diepte, Flemenkçe bir şarkı. Solistin sesi, tavrı ve şarkının bende bıraktığı hissi çok sevdim. İyi bir derece almasını umuyorum. 

Portekiz ve Hollanda dışında favorim diyebileceğim bir şarkı yok. Yine de melodilerini beğendiğim, birkaç kere açıp dinlediğim şarkılar da oldu. Örneğin Estonya'nın şarkısını başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Cyprus'un şarkısı da hoşuma giden melodiler arasında yer alıyor. Ülkelerin kendi dillerinde yarışmalarını seviyorum. Yunanca oldukça beğendiğim bir dil, bu açıdan şarkıyı ayrıca beğendim. Ermenistan'ın şarkısı da bana iyi hissettiren şarkılardan biri oldu. Bahsettiğim ülkeler dışında bana hitap eden, dinleme listeme alabileceğim başka bir şarkı yok. Biraz sönük bir yıl olacağını düşünsem de, yarışmayı izleyecek olmak bile heyecan verici olacak. Umuyorum müzik kazanır. 

7 Şubat 2022 Pazartesi

Bir Anlatı

Sanki kendimi gündelik hayatın akışına bırakınca her şey daha kolay, sıradan, olağan ve öylesine. Kendime koyduğum sınırlar, ulaşmak istediğim hedefler giderek kayboluyor. Sanki böylece yaşamak daha kolay hale geliyor. Olduğu gibi yaşamak dedikleri bu mu acaba? Benim hiç beceremediğim. 

Oysa zihnimi ve düşüncelerimi görmezden gelemem, anlama ulaşmak için edindiğim çaba anlamsızlığın ta kendisi olsa bile. Düşüncelerim bana aitler, benimle birlikteler, benimle varlar ve yok olmaya mahkumlar. İçimdeki ses, hislerim, hayatı anlamlandırma biçimim, bir fincan kahveye uzun uzun bakışım, beyaz porselenler üzerinde duran akşam öğünü, perdenin rüzgarda salınması, üzeri tozlanmış gardrop, masamda duran kitaplar, izlemek istediğim filmler, balkondaki sandalye, kapının yanındaki bisikletim, olumsuz düşüncelerim, kaygılarım, temennilerim, yokmuşum gibi var oluşum; hepsi ama hepsi bana aitler. 

Bunları yadsıyamam, ancak kendimi yadsıyabilirim. O halde varlık dediğimiz şey nedir? Bazen siyah beyaz bir görüntünün bana eşlik ettiğini hissediyorum. Uykuya dalacağım sırada ya da tam uyanmak üzere olduğum anda; gerçeklik algım yok oluyor ya da olanca gerçekliği ile kendini var ediyor. Yanılsama; sanki dünya ve insan hayatı bir yanılsamadan ibaret. Okuduğum sayfaları zihnimde evirip çeviriyorum fakat insan okuyarak var olamıyor. İnsan yalnızca yaşayarak var oluyor, deneyimleyerek öğreniyor. Öyleyse deneyimlemekten niçin bu kadar korkuyorum? Artık yeni bir şeyler öğrenecek gücüm kalmamış gibi, tozu dumana katıp ilerleyen bir yük kervanına uzaktan bakıyormuşum gibi. İçimde bir tadilat var, hiç bitmiyor gibi. 

Ama yine de gökyüzünü görebiliyorum, soğukta üşüyebiliyorum, güneşte gözlerim kamaşıyor, kendime çay demleyebiliyorum, ayakkabılarımı silebiliyorum ve sahaflardaki kimsesiz sepya fotoğraflara bakabiliyorum. Tüm bunlara değer mi? Hayatın değmediği yerlere insan eli değer mi? Hiç bilmiyorum, farkında olmadan farkına varmaya çalışıyorum. 

29 Ocak 2022 Cumartesi

Uzaktan Bir Ses

Burayı epey boşladım, sanırım aylar geçti yazmayalı. Geceye birkaç not bırakmak istedim, sonra bir daha ne zaman uğrarım bilinmez. Böylesi daha makbul olmalı, gelen isteğe karşı koymadan sözcükleri sıralamalı ve sonra yine veda etmeli. 

Sömestr tatiline girmemizle birlikte biraz rahatladım. Fakat iş temposuna ve sürekli çalışmaya alışkın olan bünyem biraz afalladı. İlk hafta bitmeden sıkılmaya başladım. Eskisi gibi kitap da okuyamıyorum üstelik, sinema deseniz tek tük. Daha çok uzanıp kendimi dinliyorum, dış dünyadan duyduğum türlü seslere kulak vermeye çalışıyorum. 

Biri çıktı karşıma, her zaman olduğu gibi bu bende büyük bir kaygı yarattı. Yine her zaman yaptığım gibi geri adım atmayı kurguluyorum kafamda. Gönül ilişkilerinden o kadar uzaklaştım ki, hiç kimseyi hayatıma dahil edemiyorum. İçimde böyle bir istek duymuyorum. Oysa bir şans versem, ben de adım atsam belki her şey çok güzel olacak. Her seferinde aynı senaryo, her seferinde aynı hisler. Sanırım, bundan sonra hayatıma kimseyi dahil edemeyeceğim. Böylesi bir kaygı ile yaşamak yerine, kendimle baş başa kalmam benim için daha kolay, daha az yorucu. Hayatta pek çok şeye anlam veremezken, bir kişinin sevgisine ve ilgisine hiç mi hiç anlam veremiyorum. Bunun için çabalayacak gücüm de kalmadı. 

Bir kahve içiyorum, bir kitabın sayfalarını çeviriyorum, pek çok sözsüz müzik dinliyorum. Hayatımla ilgili verebileceğim ayrıntılar yalnızca bunlardan ibaret. Ömür ne anlam ifade ediyor, neden bunca çaba; hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim; özüm, zihnim, hissiyatım; bir parçası burada bir parçası ise orada.