5 Temmuz 2022 Salı

Dönüş

Eskişehir'den döndük, daha doğrusu dönmek durumunda kaldık. Annem biraz rahatsızlandı, hem sıcak hem de beslenme düzeninin bozulmuş olması onu olumsuz etkiledi. Ne kadar tuhaf öyle değil mi, ölümün kıyısından döndüğü şehre yıllar sonra yeniden ayak bastığında yeniden rahatsızlandı. Bizim için kısa bir Eskişehir tatili olmuş oldu, bir daha ne zaman gidebiliriz bilemiyorum. 

Bu süreçte pek çok emlakçı gezip ev baktık, beğendiğimiz evler de olmadı değil. Kısmet değilmiş, belki yaz tatili bitmeden ben tek başıma giderim. Belki de hiç gitmem, bu bir hayal olarak kenarda köşede bir yerlerde kalır. 

Eskişehir'i seviyorum, İstanbul ile kıyasladığımda pek çok açıdan şirin ve yaşanılası bir şehir. Fakat Eskişehir'de iken aklıma parça parça İstanbul geldi. Beni pek çok açıdan zorlayan bir şehir olsa da, burada geçirdiğim yılları düşündüm. Gülhane'de yürüyüşlerimi, Caferağa'da soluklanıp kahve yudumlayışlarımı, Divan Yolu boyunca attığım adımları, Vefa'da içtiğim bozaları ve daha pek çok şeyi düşündüm. Olayları romantize etmekte üstüme yok, hayata hiçbir zaman gerçekçi bakmayı başaramadım. Belki de, yaşıyor olmanın üzerimde yarattığı bu bunalımın ve ağır yükün altında bu romantizmin etkisi vardır. Olsun varsın, ben de böyle bir insanım. 

Yarın İstanbul'da biraz dolaşacağım, Üsküdar'a gitmek gibi bir planım var. Üniversitede okurken Üsküdar'da kalmıştım. Önce Altunizade Erkek Öğrenci Yurdu'nda, daha sonra ise sevgilim ve ev arkadaşlarının evinde. Güzel günlerimiz olmuştu Üsküdar'daki o evde. Eski bir apartmanın en üst katıydı, sahile yakın bir konumdaydı. Eski ve tarihi bir mahallede, üniversite okumak için İstanbul'a gelen bir grup arkadaş. Ve bir sevgili, beş yılımın birlikte geçtiği ve uzun süre aynı yastığa baş koyduğum bir yaren, dost. Her şey gibi bu ilişki de bitti, o zamanları düşündüğümde ne kadar da toy olduğum geliyor aklıma. Henüz hayat gailesi ve kaygıları ile tanışmamış, masum bir delikanlı idim. Bir de kedimiz vardı evde, benim en başta alışamadığım fakat daha sonra canımdan bir parça haline gelmiş dişi bir kedi. Oldukça asi idi ama iyi anlaşırdık. Birlikte gittiğimiz tiyatro gösterileri, İstanbul'u karış karış dolaşmamız ve renkli bir hayatın zihinlerimizde bıraktığı mutlu anılar. Bir daha o yaşlara geri dönmek ister miydim emin değilim fakat o telaşsızlığa ve kaygısızlığa yeniden ulaşmak isterdim. Yaş aldıkça her şey daha beyazlaşıyor sanki, otuz yaşın bana hissettirdikleri ile o delişmen çağın hissettirdikleri arasında dağlar kadar fark var. İlk önce heyecanını yitiriyor insan, ardından direnci azalmaya başlıyor ve sonra kendi kabuğuna çekiliyor. Bu, çoğunluk için böyle olmayabilir lakin benim için böyle oldu. Anlam ararken, anlamsızlığı keşfetmenin getirdiği çöküntü hissi ile baş başa kaldım. Bir kuş kanadından düştüm, ayağıma taş değdi. Kuşu kaybetmek ise sanırım en hazin olanıydı. 

Yarın vapura bineceğim, bir kitapçıyı ziyaret edeceğim ve Üsküdar'da biraz gezineceğim. Ardından tarihi yarımadaya geçip biraz kahve çektireceğim ve Gülhane Parkı'nda bir yürüyüş yapacağım. Tüm kaygılarımdan uzak kalmayı deneyeceğim, evet en azından bir süreliğine deneyeceğim. 

Şu aralar çok sevdiğim bir François Ozon filmi olan Frantz'ın soundtrack'ini dinliyorum. Chopin'in Nocturne No: 20 isimli eseri bende öyle duygular uyandırıyor ki, tarif etmem imkansız. Besteyi adeta yaşıyorum, hayatı yaşayamayışımın acısını çıkarır gibi. İnce ince, uzun uzun, aheste aheste ve tadını çıkara çıkara yaşıyorum.

4 yorum:

Dr.eamer dedi ki...

Ne yapıcaz bir gün bu İstanbuldan koparırlarsa bizi? Yani belki senin için öyle bir ihtimal sen istemedikçe yoktur ama benim için devlet kapının önüne kamp yapmış gün sayıyor.. Gençlikle ilgili bahsettiğin o cümle “anlam ararken anlamsızlığı keşfetmek” o çöküş.. Beni de son beş altı yıldır bu süşünce bitirdi sanırım. Yani “şeylere” öyle fazla anlam yüklememiştim aslında ama demek ki bilinçaltımızda yüklemişiz ve hayal kırıklıkları birbiri ardına geldikçe yaşama hevesi de bir bir gitti..Kızım dışında beni heyecanlandıran hiçbir şey yokmuş gibi geliyor ama senin aksine dışarıdan bakıldığında dünyanın en sosyal en neşeli insanıyımdır,öyle sanıyorlardır muhtemelen. Bugun sabancı müzesi’ne gittim. Hockney sergisiydi asıl girmek istediğim,ilkbahar temalı olması çok heycanlandırmıştı beni öğrendiğimde ama peşine alt kattaki Abdulmecid Efendi “şehzadenin sıradışı dünyası” sergisine gittim ve ne oldu bilmiyorum.. tablolara bakarken sonra da abdulmecidle ilgili hayatını anlatan o kısa belgeseli izlerken hüngür hüngür ağladım. Hayatı sanat camiası,4 tane savaş,taht kavgaları,rejim değişiklikleri,sürgünlerle geçmiş ve bilmiyorum hiç vazgeçmeden yine de resim yapmaya devam etmiş. Sanki o karanlık dönemden kendine ait dünyasına sığınmak istemiş. Hiçbir zaman ateşli bir siyasete dahil olmamış,doğduğu evin ona yüklediği sorumluluklar yüzünden hep boynu bükük kalmış gibi geldi,otoportrelerine ve fotoğraflarına bakınca. O gözlerindeki hüzün.. bilmiyorum işte biraz romantiğiz heralde ama burdan ayrılmak istemiyorum,burdan ayrılırsam ölmekten korkuyorum. Bu şehir yaşarken bir şekilde beni de besliyor yaşatıyor gibi hissediyorum. Aslında artık hepimizi zehirliyor.. ama yine de vazgeçemiyorum sanki her köşe başında yeni bir tarihi keşfetmek her an yeni bir şey öğrenmek;her an kendi hayatında değil de daha kıymetli daha içi dolu bir hayata tanıklık etmek beni ayakta tutuyor gibi.Başka bir yere gitsem o “sessizlik” beni yok eder gibi geliyor.Öyle işte sevgili Beyaz..

Beyaz Çiklet dedi ki...

Dr. eamer,

Seni yeniden burada görmek ne kadar güzel, yazdıklarını birkaç defa okudum gün içinde. Bu şehirden bir gün gidip gitmemek benim elimde gibi duruyor fakat insan öyle vaziyetler ile mücadele etmek zorunda kalabiliyor ki, bir anda hayatının hiç de planladığı gibi gitmediğini ve başka bir yerlere doğru sürüklendiğini görüyor. Senin de bahsetmiş olduğun gibi, insanı hem zehirleyen hem de kendine alıştıran bir büyüsü var bu şehrin. Özellikle yıllar yılı burada yaşamaya alışmış olan birinin, bir başka şehirde zorlanacağını düşünüyorum. En azından ben birkaç günlük Eskişehir maceramda bunu fark ettim. Bir anda, İstanbul'daki anılarım canlanmaya başladı zihnimde. Bir gün, bahsettiğin nedenler ile gitmek durumunda kalırsan bir yanın kırılabilir. Sanırım, bizim gibi insanların bu kalabalık içinde kendini kaybetmeye ihtiyacı ve aşinalığı var. Elbette başka bir yere de alışılır, ama kırık bir aşk hikayesi olarak kalp daima bu acıyı, özlemi taşır diye düşünüyorum.. Abdülmecid'i ne güzel tarif etmişsin, bahsettiğin sergiyi ben de gezdim bir süre önce. Tarihin en çok keyif aldığım yanı da bu. Bize gösterilen, belirli düşünceler ile sunulan tarihi karakterlerin aslında öyle olmadığını fark ediyoruz baktıkça, okudukça. Pek çok şey devinirken o da bir şekilde kendi olmaya çalışmış, çabalamış. Bunu ne kadar başarmış bilinmez, sanırım şu çağda dahi biz de kendimiz olamıyoruz, her geçen gün bunun hüznü ile ağırlaşıyoruz.

glaskas dedi ki...

Delişmen çağlarının şahidi olarak ( :) ) şu andaki görece delişmen olmayan halini merak ettim sevgili Çiklet... :))

Umarım iyisindir, umarım her şey yolundadır senin için... Bense bildiğin gibiyim, en son Pendik'te karşılaştığın fiziksel halimin üzerine psikolojik olarak yeni şeyler eklendi. İnsan bir zaman önyargılı durduğu psikoterapi sürecinin tam göbeğinde bulabiliyormuş kendini, yeni benlik keşifleri yaşayabiliyor, bu benlikleri birbirine dikip bütün bir benlik oluşturma çabasına girebiliyormuş...

Bu keşif benim için yeni bir alan olarak heyecan verici görülebilirken seni korkutabilir ama öyle değil. Sosyal bilimci olarak psikoloji hakkındaki bilgi birikimin elbette ki benden daha yüksektir. Kişinin asıl benliğini tanıması, çocukluk travmalarına yönelmesi vs çok önemli özelliklermiş, geç de olsa fark ettim.

Seninle de dertleşmek istedim sanırım ki tekrar buradan yazdım... Tıpkı 2009 yılındaki ilk yazışmalarımız gibi... :))

Beyaz Çiklet dedi ki...

Merhaba glaskas,

Seni burada yeniden görmek ne kadar güzel, yıllar yıllar sonra :) Delişmen çağlarımda hayat daha canlıydı benim için, henüz heyecanımı yitirmemiştim. Geleceğe dair pek çok hedefim vardı, bir bir gerçekleştirilecek renkli planlar, seyahatler, öğrenilecek yeni bilgiler ve yaşanacak mutlu deneyimler. Elbette hayat tümüyle bizim istediğimiz gibi gitmiyor, bir yerde kırılıyor insan ve kendi kabuğuna çekilip daha dingin, daha sade yaşamaya başlıyor. Yıllar içerisinde her şeyden, biraz da hayattan çekilmeyi tercih ettim. Kendime ve dünyaya sığdıramadığım duygular beni üzdükçe, kırdıkça kabuğuma sokulmayı ve daha da sessizleşmeyi, izlemeyi, az konuşmayı, oldukça sadeleşmeyi ve bol bol okumayı tercih ettim. Öğrencilerimle birlikte mutlu, üretmekten keyif almaya çalışan bir çiklet olarak yoluma devam ediyorum.

Çocukluk geçmişime dair pek çok mevzuyu çözümleyip kapattım. Bir gün yine ortaya çıkarlar mı bilmiyorum lakin artık geçmişimle kavga etmiyorum. Hayat hepimizi farklı yerlere sürükledi, yirmilerin heyecanlarını yaşayan gençlerden, otuzların dinginliğine ve mücadelesine doğru adım atmış yetişkinlere dönüştük belki de. Belki de sadece ben bu kadar sessizleşmişimdir, bilemiyorum. Lakin huzurluyum, kendimce bir yaşam yolculuğu içindeyim. Hırslarım, hedeflerim ve türlü planlarım yok artık hayata dair, geleni ve sunulanı kabul edip yoluma devam etmeye çalışıyorum. Her zaman hüzünlü, melankolik belki bir ölçüde depresif bir yapım vardı. Kimi zaman su yüzüne çıkıp beni dertlere gark etseler de, bu halimi bile doya doya sevmeyi öğrendim.

Dertleşmek istediğin her zaman yazabilirsin, hayatlarımız tamamiyle başka yönlere evrilse de, Üsküdar günlerinin kokusunu hala duyumsayabiliyor, tebessümle anabiliyorum. Umuyorum ki senin hayatında da her şey gönlüncedir, sağlıcakla kal :)