7 Nisan 2017 Cuma

Frantz













Birinci dünya savaşının ertesi. Genç bir kadın, bir adam ve ölü bir adam. Frantz, Anna ve Adrien. Almanya ve Fransa. 

Yağmurlu bir Perşembe günü Kadıköy sokaklarında ağır sırt çantam ile halimden bezmiş ve oldukça yorgun bir şekilde dolaşırken çıktı karşıma Frantz. Sinemada izleyemediğim için hayıflanmıştım. Öyle bir anda çıktı ki tekrar karşıma, dvd kapağına uzun süre baktığımı hatırlıyorum. Bir süre elime alıp siyah beyaz kartonetine baktıktan sonra kasaya yöneldim ve sonra eve. 

Savaş zamanı doğmak mı talihsizliktir yoksa her daim savaşın var olması mı? Verilecek cevapların hepsi dokunaklı olacaktır, bunca karşı çıkmamıza rağmen yaşadığımız zamanları seçemiyor oluşumuz boğaz düğümlüyor. 

Kim Anna kadar cömert ve cesur davranabilir? Nişanlısını öldüren adamı sevme cüretini gösterebilir? 

Savaşın dağıttığı genç insanların hislerine konuk oluyoruz film boyunca. Tren yolculukları, mezar başlarında dökülen göz yaşları, geri gelmeyecek olanlar, var olanların durgunluğu, acıları. Bunların hepsini 1918 Avrupasına taşıdığınızda ortaya bu naif film çıkıyor. 

Nereden bakarsanız bakın kimseyi suçlayamıyorsunuz filmde. Ortada kocaman bir savaş ve bu savaşın hodbin yıkımları var lakin yine de kimseyi suçlayamıyorsunuz. Bir anda savaşın ve hislerinizin aktörü oluyorsunuz. 

En çok Anna'ya üzüldüm. Frantz'ın yıkımının ardından Adrien tarafından da bir yıkıma uğradı. Epik bir yüzü var Anna'nın, bir o kadar da dayanıklı. Son tren yolculuğunda akıttığı bir damla gözyaşı ve filmin son sahnesinde Manet'in tablosu önündeki bakışları asla unutulmayacak. 

Hiç yorum yok: