22 Nisan 2017 Cumartesi
Koca Dünya
Bilinmedik bir ormanın içinde bir su kenarı, yaprak hışırtıları, boyası atmış küçük bir tekne. Ağaçların arasından sızan güneş ışığı, anne ve babası olmayan iki çocuk, doğanın sesleri. Doğaya sığınma cesaretini gösterebilen iki koca dünya. Bir abi bir kız kardeş ya da sadece onlara göre böyle.
Gece, sis ve el fenerleri. Motor tamiri, alın teri, bir cinayet bir bıçak. Kimsenin sizi bulamayacağı bir yer, hayvanlar, babalar ve babasını arayan yaşlı bir kadın. Surete ışık tutan bir deli, dünyanın tüm nimetlerinden arınıp doğaya sarınmış iki koca dünya.
Süslü sözcükler yazacak değilim üstelik zihnimde hala filmin müzikleri. Bir yanda Zuhal'ın saçları, diğer yanda abisinin paslı elleri. İnsanın en büyük günahının doğadan kopmak olduğunu düşünürüm. Sanki başımıza ne gelirse doğadan kopmamız yüzünden. Bunca keder, acı ve vicdan azabı.
Reha Erdem'in son filmi Koca Dünya'dan bahsediyorum. Her karesi bir fotoğraf gibi, şiir gibi, rüya gibi. Yer yer Beş Vakit'in izleri, Hayat Var'ın izleri. Ağaç tepelerinde doğayı dinleyen çocuklar, su kenarında doğaya uzanan çocuklar, doğayı ölü bedenleri ile kucaklamak ister gibi boylu boyunca uzanan çocuklar. Reha Erdem sinemasının en güçlü yanlarından biri bu, doğaya uzanan insanoğlu. Her bir ses her bir görüntü sanki doğadan kopuşumuzun vicdan azabı.
Gönülden teşekkürler Reha Erdem.
Tigran Hamasyan: An Ancient Observer
Tigran Hamasyan yeni albümü ile beni çok mutlu etti. Bir süredir "An Ancient Observer" ismini vermiş olduğu yeni albümü sayesinde huşu içindeyim. Albümden "Markos and Markos" adlı çalışmaya 19 Nisan tarihi itibari ile çok güzel bir video da geldi.
Hamasyan'ı ilk kez 2015 yılı Haziran ayında Aya İrini Kilisesinde dinlemiştim. Kendisi ile ilgili yazdığım yazılarda bundan sıklıkla söz ediyorum. O akşam Aya İrini'nin önündeki yeşil çimlerde oturup konseri beklediğimi hatırlıyorum. Nasıl da heyecanlanmıştım. Aynı şekilde kendisini görebilmek ve dinleyebilmek de çok hoş bir deneyimdi benim için.
Ben Tigran Hamasyan'dan bahsederken sürekli "Hamasyan Mucizesi" tanımlamasını kullanırım. Sanıyorum ki dünya üzerinde en çok sevip dinlediğim müzisyen de kendisi.
Özümüzdeki sanat ve müzik bu olmalı diyorum onu dinlerken. Düşler, dağlar ve dualar bizimle olsun.
21 Nisan 2017 Cuma
Cesare Pavese: Ay ve Şenlik Ateşleri
Yaklaşık bir hafta önce Pavese'nin "Tepedeki Ev" adlı romanını okumuştum. Bir de yazı yazmıştım roman ile ilgili. Hazır Pavese yazınına girmişken bir başka romanı olan Ay ve Şenlik Ateşleri'ni de okumak istedim.
Ay ve Şenlik Ateşleri, Pavese'nin olgunluk döneminin en başarılı yapıtı sayılıyor. Tıpkı Tepedeki Ev'de olduğu gibi bu romanda da karşımıza İtalyan köylerinden, kasabalarından ve kır hayatından kesitler çıkıyor. Genç bir adam olan Anguilla, doğup büyüdüğü köye geri dönüyor. Yakından tanıdığı insanların dönüşümlerine şahit oluyor. En yakın arkadaşı Nuto ile vakit geçiriyor ve dertleşiyor. Romanın kimi yerlerinde Anguilla'nın geçmişine dönülüyor kimi yerlerinde ise Anguilla'nın dönüşü sırasında yaşananlara, yani şimdiki zamana geçiliyor. Bu romanda da yine bir savaş teması hakim. Pavese'nin İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşamış olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda bu temayı romanlarında işlemiş olmasını daha iyi anlayabiliyoruz. Nitekim savaşın İtalyan yarımadası üzerindeki yıkımını ve insanların yazgılarını da sorguluyor yazar.
Cinto, İrene, Silvia, Nuto ve kırsaldaki pek çok insan... Romanı bitirdikten sonra insanın içini hafif bir hüzün kaplıyor. Sanki romandaki olay örgüsü devam ediyormuş ve siz uzak bir yerlerden gelip dahil olmuş ve sonra romanı bitirip çekip gitmişsiniz gibi bir his. Roman dilimize Rekin Teksoy tarafından çevrilmiş. Bunu da belirtmeden geçmek istemem.
Kitabın bir bölümünde Anguilla ve Cinto arasında geçen şu diyalog beni çok etkiledi, buradan paylaşmak istiyorum:
"Az önce kadınlar konuşurken ben ona bakınca niçin gözlerini yumduğunu sordum. Hemen içgüdüsel olarak gözlerini yumup böyle bir şey yaptığını kabul etmedi. Gülmeye başladım ve çocukken benim de aynı oyunu oynadığımı söyledim ona; böylece yalnız görmek istediğim şeyleri görmüş olur, gözlerimi yeniden açıp her şeyi eskisi gibi bulunca sevinirdim. Bunun üzerine keyiflenerek dişlerini gösterdi, tavşanların da böyle yaptıklarını söyledi."
Paramore: Hard Times
Uzun bir aradan sonra Paramore "Hard Times" isimli çalışmaları ile geri döndü. Dün youtube ana sayfamda görünce çocuklar gibi sevindim. Yıllar Paramore'u biraz pop rock çizgisine itti. Grup elemanlarından ayrılanlar oldu ama yollarına güzel bir çizgide devam ettiklerini düşünüyorum. Hala büyük bir heyecanla dinliyorum. Lise yıllarımdan gelen bir gönül bağımız var.
Hayley Williams ışığı olan bir solist. Hard Times'ı ilk kez dinlediğimde biraz yadırgadığımı itiraf etmeliyim. Ardından birkaç kez daha dinledim ve kulağa oldukça hoş geliyor, eğlenceli bir şarkı. Aynı zamanda şarkıda Zac Farro'nun da izlerini görüyorum. Paramore'a geri mi döndü bilemiyorum ama kendisini görmek beni çok mutlu etti. Tabii gözler gitarda Jeremy Davis'i aramadı değil.
Nitekim ben çalışmayı çok sevdim, Paramore'un müziği bir değişim halinde. Bence güzel bir seyir izliyorlar, Hard Times'ı dinleme devam. Geriye 12 Mayıs'ta çıkacak olan yeni albümü beklemek kalıyor. Tüm albümü dinleyip yine ufak bir değerlendirme yaparım. Şimdi şarkının tadını çıkarma zamanı.
18 Nisan 2017 Salı
Broadchurch Dizi Finali
Her Salı sabahı gözlerim nemleniyor ekran karşısında, sebebi pek çok yazımda belki sizleri bunaltacak kadar anlattığım İngiliz draması Broadchurch. Üçüncü sezon ile birlikte bugün dizi finalini yaptı. Trish Winterman dosyası da böylece kapanmış oldu.
Dönüp Broadchurch kasabasına baktığım zaman pek çok silüet beliriyor gözlerimin önünde. Sakin ve huzurlu bir kasabadan sırlarla dolu bir kasabaya dönüşümün iç sesleri...
Geçtiğimiz bölümde tüm kadınların Trish Winterman için kasabada buluşup ona destek olmaları beni çok gururlandırdı. Dizinin alt metinlerinin çok kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında dizinin başından beri Alec Hardy ve Ellie Miller karakterlerine can veren yetenekli oyuncular David Tennant ve Olivia Colman da büyük bir alkışı hak ediyorlar. Alec ve Ellie karakterleri bu kadar kuvvetli olmasaydı bu seri asla bu kadar kaliteli olmazdı. Az önce izlediğim son bölümde Mark ve Beth'in yaptıkları konuşma beni çok etkiledi, gözlerim nemlendi. Oğullarının ölümünün ardından değişen bir hayatın iki büyük tanığıydı onlar. Geçmişe dönüp baktığımızda Mark'a kızdık, Beth'in tarafını tuttuk. Belki bir ümit Beth Mark'ı affeder ve her şey eskiye döner diye düşündüm lakin olmadı. Birbirlerini bunca zaman tanıyan ve seven insanların nasıl birbirlerini tanıyamaz ve sevemez hale geldiklerini hiç anlayamıyorum. Sanırım ömrüm boyunca da bu sorunun cevabını ne kendimde ne de hayatın herhangi bir yerinde bulamayacağım.
Muhteşem bir üç yıl ve muhteşem üç sezondu. Son bölümün son sahnelerinde umut aşılayarak gittiğiniz için minnettarım. Her şey için teşekkürler Broadchurch!
17 Nisan 2017 Pazartesi
Fernando Pessoa: Huzursuzluğun Kitabı
Pessoa, Portekiz edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri olarak kabul ediliyor. Huzursuzluğun Kitabı, temel özellikleri ile bir anlatı lakin yer yer de bir roman esintisi ile ilerliyor. Aslında bir aforizmalar kitabı özelliğini de taşıyor diyebilirim kanaatimce. Can Yayınlarından çıkan eserin çevirisi Saadet Özen'e ait. Çevirmenin kitabın başında bir önsözü bulunmakta. Benim gibi ilk kez Pessoa ile tanışacaklara tavsiyem muhakkak önsözü okumanız yönünde olacaktır.
Eser sizi uzun bir yolculuğa çıkaracak. Okurken etrafınızdaki gürültülerden kendinizi yalıtmanızı ve oldukça dingin ve yavaş bir okuma seyri izlemenizi tavsiye ederim. Henüz eseri bitirmedim, öyle bir çırpıda bitirilebilecek bir yapıda değil zaten. İçerisinde Pessoa'nın yaşamak uğraşı ile ilgili tüm düşüncelerini bulacaksınız. Çoğunlukla bir yıkımı anlatan, insanın var oluş dramı üzerine ilerleyen bir metin. Ben oldukça etkilendiğimi itiraf edebilirim, keyifli okumalar dilerim.
16 Nisan 2017 Pazar
Tom Robbins: Parfümün Dansı
Pancardan almamız gereken esas ders şudur: İnsan, yanağındaki ilahi renge, içindeki doğal pembeliğe sarılmalı; yoksa kahverengiye dönüşür. Kahverengi olmak da, insanın masmavi kesildiğinin resmidir. Çivit kadar mavi. Onun da ne anlama geldiğini bilirsiniz:
Çivit.
Çivitiyor.
Çivitti."
Bir haftalık bahar tatilimi enfes bir kitap ile bitirmiş bulunmaktayım.
Birkaç tane enteresan insan düşünün. Birkaç tane farklı şehir ve birkaç tane farklı hikaye. Üzerine bir de keçi ayaklı Pan'ı ekleyin. Ardından bir parfüm düşünün, bu birkaç tane insanın peşinden koştuğu. Sonra bir adet pancar düşünün, bu birkaç tane insanla müthiş bir organik bağı olan bir pancar. Ortaya ne çıkıyor dersiniz? İnanmayacaksınız belki ama ortaya mükemmel bir roman çıkıyor.
Yaşam, felsefe, ölümsüzlük, bilim, doğa, beyin, koku, ruh, tarih, coğrafya, müstehcen zamanlar ve buna mukabil sarsıntı dolu hikayeler. Hepsinden biraz var hatta belki kafanızı kurcalayacak kadar çoklar.
Roman bittikten sonra şöyle düşündüm; "Yetenekli birileri çıksa da bu güzide romanı enfes bir film halinde beyaz perdeye taşısa. Ne de güzel olurdu. Elbette asla kitabın önüne geçemezdi ama renkli dünyalarımız ve Pan'ın hatırına bizi seyirlik bir yolculuğa çıkarabilirdi."
Alobar ve Kudra'ya selamlarımı iletiyorum, romanı henüz bitirdim. Biraz ölümsüzlük rüyalarına dalsam iyi olacak. Nice ölümsüz günlere efendim.
12 Nisan 2017 Çarşamba
Cesare Pavese: Tepedeki Ev
"Not: Şu anda bu kadar ferahlasam da sanma ki mutsuz anlar olmadı, olmuyor. Ama sana hangileri olduğunu söylesem anlamazsın. Bir kez daha inandım ki her şey bir savaşta olduğu gibi: Anlatması olanaksız."
Pavese'yi ilk olarak Tezer Özlü sayesinde tanıdım. Pek çok kişinin de Tezer Özlü sayesinde tanıdığına inanıyorum. İki güzel kalem. İki duygu, iki dram.
Tepedeki Ev, bir adamın yaşamını anlatıyor. Bir öğretmen, İtalya kırsallarında bir tepede. Savaş yılları, savaşın İtalyan yarımadasında bıraktığı izler, radyo yayınları, bir tepenin ardında buluşup sohbet eden insanlar, faşistler, muktedirler ve tüm bu savaş döngüsü içinde yaşam mücadelesine devam eden insanoğlu.
Romanın bir yerinde Cate ile Corradino arasında şu diyalog geçiyor, Corradino şöyle söylüyor:
"Birlikte aylar, yıllar tüketilir, sonra olanlar olur. Bir randevu kaçırılır, bir ev değiştirilir ve her gün görüştüğün birinin artık kim olduğunu bile bilemezsin."
Öyle değil mi sahiden, Pavese'den alıntıladığım şu yukarıdaki cümle günümüz insan ilişkilerini, samimiyeti ve vefayı olduğu gibi özetlemiyor mu?
İster savaş yıllarında olun ister günümüz dünyasının büyük kentlerine sıkışmış olun. Özümüzü ve doğamızı giderek kaybediyoruz. Birileri diğerleri ile aramıza bir şeyler sıkıştırıyor, katı bir mizaç, zalim bir yüz olup çıkıyoruz. Oysa Pavese'nin anlattığı savaş yıllarında bile insanlar kırların kıymetini biliyor, yeşil tepelerin, yaşamın öneminin, bir araya gelip şarkılar söylemenin, savaşa inat dans etmenin... Evet umutlu bir yazar değil Pavese. Oldukça karamsar lakin bir o kadar gerçek. Corradino'nun duygularının kıpırdadığı anlar var kitapta. İşte okurken onları yakalayın ve keşfedin derim. Derinden.
Pavese'yi ilk olarak Tezer Özlü sayesinde tanıdım. Pek çok kişinin de Tezer Özlü sayesinde tanıdığına inanıyorum. İki güzel kalem. İki duygu, iki dram.
Tepedeki Ev, bir adamın yaşamını anlatıyor. Bir öğretmen, İtalya kırsallarında bir tepede. Savaş yılları, savaşın İtalyan yarımadasında bıraktığı izler, radyo yayınları, bir tepenin ardında buluşup sohbet eden insanlar, faşistler, muktedirler ve tüm bu savaş döngüsü içinde yaşam mücadelesine devam eden insanoğlu.
Romanın bir yerinde Cate ile Corradino arasında şu diyalog geçiyor, Corradino şöyle söylüyor:
"Birlikte aylar, yıllar tüketilir, sonra olanlar olur. Bir randevu kaçırılır, bir ev değiştirilir ve her gün görüştüğün birinin artık kim olduğunu bile bilemezsin."
Öyle değil mi sahiden, Pavese'den alıntıladığım şu yukarıdaki cümle günümüz insan ilişkilerini, samimiyeti ve vefayı olduğu gibi özetlemiyor mu?
İster savaş yıllarında olun ister günümüz dünyasının büyük kentlerine sıkışmış olun. Özümüzü ve doğamızı giderek kaybediyoruz. Birileri diğerleri ile aramıza bir şeyler sıkıştırıyor, katı bir mizaç, zalim bir yüz olup çıkıyoruz. Oysa Pavese'nin anlattığı savaş yıllarında bile insanlar kırların kıymetini biliyor, yeşil tepelerin, yaşamın öneminin, bir araya gelip şarkılar söylemenin, savaşa inat dans etmenin... Evet umutlu bir yazar değil Pavese. Oldukça karamsar lakin bir o kadar gerçek. Corradino'nun duygularının kıpırdadığı anlar var kitapta. İşte okurken onları yakalayın ve keşfedin derim. Derinden.
9 Nisan 2017 Pazar
Max Frish: Homo Faber
"Ölüme hazırlanış: Raporlar, mektuplar, cep defterleri gibi belgelerimin hepsi yakılsın, hiçbiri doğru değil. Dünyada olmak ışıkta olmaktır. Mesleğimiz herhangi bir yerde eşek sürmek (geçenlerde Korinthos'taki yaşlı adam gibi) ama önemli olan, ışığa dayanmaktır (çocuğumuzun şarkı söylediği zamanlar gibi), katırtırnakları, asfalt ve deniz üzerindeki ışıkta söneceğini bilerek sevince dayanmak, zamana dayanmak ya da bir andaki sonsuzluğa. Sonsuz olmak: var olmuş olmak."
Teknik bir adam, Faber. Bir uçak yolculuğu sonrası yaşadıkları, dünyasını tesadüflerin çarkını çevirdiği bir sirk haline getiren peşi sıra olaylar. Yaşamın duygularla mı dönenip durduğu yoksa duygusuz bir yaşamın mı insanı dinç tuttuğu üzerine bir akış. Kızı ile karşılaşması, bir gemi yolculuğunda. Sonra Hannah. Yıllar sonra yaşanan acı bir ölüm. Bir ameliyat, Atina ve ardı sıra pek çok ülke. İnsanların var oluş biçimleri.
Gerçekten bir ritmi mi vardır yaşamın, süregelen bir düzeni mi bizim asla bozamayacağımız cinsten? Yoksa yaşam tamamen tesadüfi midir, Batı'nın tekniğinden uzak Doğu'nun zamanına ve kaderine yakın. Hangi taraf daha mutlu? Hangi taraf daha pervasız? Hangi tarafın dizginleri elinde? Tüm bu sorular Faber'in yaşamında ve romanında gizli belki de. Bir hayat hikayesi, filme çekilen bir sürü gün batımı.
Teknik bir adam, Faber. Bir uçak yolculuğu sonrası yaşadıkları, dünyasını tesadüflerin çarkını çevirdiği bir sirk haline getiren peşi sıra olaylar. Yaşamın duygularla mı dönenip durduğu yoksa duygusuz bir yaşamın mı insanı dinç tuttuğu üzerine bir akış. Kızı ile karşılaşması, bir gemi yolculuğunda. Sonra Hannah. Yıllar sonra yaşanan acı bir ölüm. Bir ameliyat, Atina ve ardı sıra pek çok ülke. İnsanların var oluş biçimleri.
Gerçekten bir ritmi mi vardır yaşamın, süregelen bir düzeni mi bizim asla bozamayacağımız cinsten? Yoksa yaşam tamamen tesadüfi midir, Batı'nın tekniğinden uzak Doğu'nun zamanına ve kaderine yakın. Hangi taraf daha mutlu? Hangi taraf daha pervasız? Hangi tarafın dizginleri elinde? Tüm bu sorular Faber'in yaşamında ve romanında gizli belki de. Bir hayat hikayesi, filme çekilen bir sürü gün batımı.
8 Nisan 2017 Cumartesi
İnsanlıktan Uzakta
1950'li yılların başı. Cezayir. Issız bir köy, tek başına bir adam. Bir adam daha. Biri öğretmen, biri misafir. Bir Camus öyküsü.
Issız çöllerin toza toprağa bulanmış insanları, her yerde savaşın sesi. Cezayir topraklarını kaplayan sivri kayalar gibi insanoğlu. Cesareti ve gerçeği aramaya meyilli. Kanunlar, yola devam etmek zorunda olmak ve yolun sonunda kocaman bir yol ayrımı.
Daru'nun mücadelesi etkileyiciydi. İnsanlıktan uzakta değil de tam insanlığın özünde bir hikaye. Aslında bana göre insanlardan ne kadar uzak gerçek insanlara o kadar yakın. Tanrısal mesele! Gerçeğe yakın olanların hikayesi.
"Size öğretmenlik etmiş olduğum için gurur duyuyorum." Gözlerim nemlendi son sahnede. Öğretmen Daru çocukları ile birlikte. Muhammed ise çoktan gerçeğin peşinde. Bir yol üzerinde, belki bir kayanın dibinde.
Eski okulumdaki öğretmenlik günlerim geldi aklıma. Anneleri ve babaları olmayan çocuklarımın her gün çizdikleri resimleri elime tutuşturmaları. Duvarları kaplayan çocuk resimleri. İsmimi yazmaları rengarenk kağıtlara, rengarenk kalemler ile. Kocaman iki yıl, öğretmenlikten ziyade babalık. Ya da abilik. Nasıl uygun görürseniz. 2010 yazı Hakkari. Dağ bayır üzerinde mutlu mesut geçen bir ay. Çocuklarımın sevinci, adıma türküler söyleyişleri.
Gözlerimin nemini silip film üzerine biraz daha kafa yormalıyım. Sağlıcakla.
7 Nisan 2017 Cuma
Frantz
Birinci dünya savaşının ertesi. Genç bir kadın, bir adam ve ölü bir adam. Frantz, Anna ve Adrien. Almanya ve Fransa.
Yağmurlu bir Perşembe günü Kadıköy sokaklarında ağır sırt çantam ile halimden bezmiş ve oldukça yorgun bir şekilde dolaşırken çıktı karşıma Frantz. Sinemada izleyemediğim için hayıflanmıştım. Öyle bir anda çıktı ki tekrar karşıma, dvd kapağına uzun süre baktığımı hatırlıyorum. Bir süre elime alıp siyah beyaz kartonetine baktıktan sonra kasaya yöneldim ve sonra eve.
Savaş zamanı doğmak mı talihsizliktir yoksa her daim savaşın var olması mı? Verilecek cevapların hepsi dokunaklı olacaktır, bunca karşı çıkmamıza rağmen yaşadığımız zamanları seçemiyor oluşumuz boğaz düğümlüyor.
Kim Anna kadar cömert ve cesur davranabilir? Nişanlısını öldüren adamı sevme cüretini gösterebilir?
Savaşın dağıttığı genç insanların hislerine konuk oluyoruz film boyunca. Tren yolculukları, mezar başlarında dökülen göz yaşları, geri gelmeyecek olanlar, var olanların durgunluğu, acıları. Bunların hepsini 1918 Avrupasına taşıdığınızda ortaya bu naif film çıkıyor.
Nereden bakarsanız bakın kimseyi suçlayamıyorsunuz filmde. Ortada kocaman bir savaş ve bu savaşın hodbin yıkımları var lakin yine de kimseyi suçlayamıyorsunuz. Bir anda savaşın ve hislerinizin aktörü oluyorsunuz.
En çok Anna'ya üzüldüm. Frantz'ın yıkımının ardından Adrien tarafından da bir yıkıma uğradı. Epik bir yüzü var Anna'nın, bir o kadar da dayanıklı. Son tren yolculuğunda akıttığı bir damla gözyaşı ve filmin son sahnesinde Manet'in tablosu önündeki bakışları asla unutulmayacak.
4 Nisan 2017 Salı
Olafur Arnalds
Broadchurch izleyenler Arnalds'ı tanırlar muhtemelen. Drama boyunca yükselen müziğin izleyicileri etkilememesi mümkün değil. Ben de kendisini dizi sayesinde tanıdım. Muhteşem bir yetenek ve oldukça mütevazı bir adam diye tarif edebilirim kendisini.
Sakin, huzurlu ve duygu dolu bir görünümü var. Bazı sanatçılar ve müzikler siz onları keşfetmeden sizi keşfederler. Bir yerde bir şekilde karşınıza çıkarlar. Arnalds da öyle oldu benim için. Müzikleri Broadchurc'ü alıp başka bir yere taşıdı.
Şu sıralar dizinin üçüncü sezonu devam ediyor. Birkaç yazı önce bahsetmiştim. Üçüncü sezon da ilk iki sezon kadar etkileyici. Özellikle 6. bölümde Mark'ın Joe ile karşılaşması beni çok üzdü. Bu sezon ağlamayacağıma dair kendime söz vermiştim ama ne mümkün.
Kendinizi Olafur Arnalds'ın müziğinden mahrum etmeyin derim. Kapatın evinizin tüm gereksiz ışıklarını. Başınızı yastığa koyun ve yalnızca dinleyin.
2 Nisan 2017 Pazar
Can Kazaz: Ben Sizden Kaçtım
Can Kazaz'ın yeni albümü "Ben Sizden Kaçtım" tüm dijital müzik platformlarında sizi bekliyor. Hiç durmayın edinin, dünyanın en naif en güzel albümü desem hiç yanılmış olmam.
Can Kazaz müzikleri ile tanışıklığım yeni sayılır. O günden beri aramızda özel bir bağ var. Tek başına yapılan yolculuklarda, uzak diyarlara kaçma isteklerinde, geçmişe özlemde, temiz aşkların kalbin perdesini kaldırdığı gece yarılarında hep o eşlik ediyor bana.
Kendisine yazdığım bir mesajıma da çok naif bir yanıt vermişti. Nasıl güzel, yetenekli bir adamsın.
Can Kazaz'ın youtube kanalına da üye olmayı unutmayın derim ve sizi yeni albümü ile baş başa bırakır giderim. Kapatın kapınızı, sarının inceden bir bahar battaniyesine, bir de kokusuz bir mum yakın odanızın uzak bir köşesinde. Sonrası sessizlik, sonrası sonsuz müzik, dinginlik ve hikayeler.
"yaşamaksızın dünya halini
nedir bu yıldızlara merakın?"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)