Yaşım arttıkça yaşama karşı isteğimin, enerjimin ve geleceğe dönük hayallerimin kaybolduğunu fark ettim. Bir süredir bu bilinç içerisinde düşünüp duruyorum. Belki de insan bu kadar uzunca yaşamamalı hayatı, belki de sırf bu sebepten dolayı ilk çağlarda yaşayan insanlar daha şanslıydı. Beyhude bir mücadele gibi geliyor bu bana, varlığa ve hiçliğe çıkıyor tüm sorgulamaların sonu.
Uzun süredir gelecekteki hayatıma dair ufak bir şeyler düşlüyorum. Herkesin emeklilik hayallerini süsleyen sakin bir kasabada, bahçeli bir evde hayat. O kadar yorgun ve bıkkınım ki, yirmilerin ortasında bu hayal ile yaşıyorum. Dün gece balkonda oturup etrafın sessizliğini dinlerken, elimde kocaman bir kahve bardağı, "senden niçin kurtulamıyoruz İstanbul" diye sordum. Sanırım bu sorunun bir cevabı yok, cevap niyetine olan her şey de bahanelerden ibaret. Oysa az insanlı yerlerde, az sesli ve az renkli yerlerde yaşamaya ihtiyacım var. Her şeyi bir çırpıda tüketmeden, toprağa ayak basarak, dinleyerek...
Muhtemel ki bir müddet daha buralardayız, ondan sonra çok kararlıyım, gideceğim artık. İnsanın hayat boşluğunu algılaması ile birlikte, ne büyük bir çıkmazın içinde debelendiğini keşfi, bir yıkım yaratıyor. Üstelik bu yıkım telafi edilemiyor, ölümün telafisinin olmadığı gibi. Bir günde değişiyor hayatlar, ya da ömür boyu hep aynı kalıyor. Sonra bir uyanıyorum, Abdullah Efendi'nin Rüyalarını devşirmişim içimde. Dönenip duruyorum, uzanamıyorum.
Daha az ses, daha az renk için uzak hayal.
25 Temmuz 2018 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder