Ara tatile girmemizle birlikte kitaplığıma bir göz atıp, neler okuyabileceğimi düşündüm. Sebebini bilmediğim bir şekilde elim, bir süre önce aldığım "İncelenen Hayatlar" isimli kitaba gitti. İçinde bulunduğum ruh haline uygun bir kitap olduğunu düşünerek hemen okumaya başladım. Eskiden, okunacak diğer kitapları düşünerek hızlı hızlı okurdum. Bu sefer yavaşça okudum, notlar alarak ve kitabın içine kendi düşüncelerimi de yazarak.
Kitabın yazarı Stephen Grosz bir psikanalist. Yıllar içinde deneyimlerine dayanarak kaleme aldığı bu kitapta ufak ufak denemeler var. Hepsi, kendi danışanlarının kişisel öykülerinden yola çıkarak kaleme aldığı denemeler. Çok naif bir yazım dili var, başlıklara ayırdığı her bir denemesinde kendimi onun odasında gibi hissettim. Aynı zamanda danışanlarının kişisel öykülerini okurken bazı anekdotlarda kendimi buldum. Örneğin; "İlişkide Olmamak Üzerine" başlıklı denemesinde danışanı şöyle bir cümle kuruyor: "Sevgi benim sorunumu çözemez çünkü sevgi bana tehditkar geliyor. Sorun sevilmek, çünkü sevilmek bir taleptir. Sevdiğinizde biri daha fazlanızı istiyor demektir." Öyle güzel anlatılmış bir vaka ki, danışanı mutluluğun yalnızca bir ilişkideyken bulunabileceği yönündeki yaygın kanıya karşı çıkışının gerekçelerini anlatıyor. Durup düşündüm biraz; etrafımızdaki insanlar hatta psikologlar dahil hemen herkes ilişkide olmak üzerine eğilen bir tarifle çıkıyor karşımıza. Oysa benim de düşüncelerim örnek verdiğim vakadaki danışan ile hemen hemen aynı. İlişkide kalmak bir ölçüde doğamız gereği, hayati olsa da, her an bir ilişki içerisinde olmak zorunda değiliz sanki. Bir ömür; birini sevmeden, birini ya da birilerini hayatımıza almadan da sürdürülebilir, yaşanabilir. Diğer türlüsünün daha anlamlı olduğu yönünde hiçbir kanıt yok elimizde. Oysa yüceltilen tam olarak diğer türlüsü. Herkesin bildiği her zaman doğru değildir. İnsanlığın tarihten beri yenemediği tek şey, alışkanlıktır. Kültürün, yaşamın, iç içe geçmişliğin ve toplumun getirdiği alışkanlık.
"Olumsuzluk Sevgiye Teslim Olmamızı Nasıl Engeller" isimli başka bir deneme de çok dikkatimi çekti. Denemeye konu olan vakada danışan, biriyle tanışmak, aşık olmak istiyor fakat derinlerde başka bir öykü var. Aşkı aslında bir tehdit olarak algılıyor çünkü aşık olması, evlenmesi ve bir ilişkide olması demek; kendini, işini, arkadaşlarını, özgürlüğünü, benliğini ve var oluşunu yitirmek demek. Duygusal teslimiyet ve bağlanma aslında onun için bir kazanımı değil kaybı simgeliyor. Birini severken, onunla ilgili ciddi bir adım atmamız gerektiğinde bazılarımız tedirgin olur. Her şeyden emin olsalar bile geri adım atmak isterler. Verdiğimiz bu olumsuz tepkinin aslında aşk, birliktelik olasılığına karşı verdiğimiz bir tepki olabileceğini söylüyor yazarımız. Ben de vakayı okuduktan sonra altına şöyle bir not düşmüşüm: "Bu vakada tam olarak kendimi görüyorum. Sanki birine bağlanmak, onunla bir sevgiyi paylaşmak bana; kendimi, kimliğimi, benliğimi, ve özgürlüğümü yok edecek bir şeymiş gibi geliyor. Yeniden terk edilme, acı çekme ve kırılma ihtimali varken sanırım yalnız kalmak bana büyük bir konfor sağlıyor."
Aslında, bir yerde terk edilmek varsa öbür yanda kavuşmak da vardır. Yine bir yerde acı çekmek varsa öbür yanda acısız bir seçenek de vardır. Yine bir yerde kırılma ihtimali varsa, öbür yanda tamir edilme ihtimali de vardır. Her şeyi zıttı ile var edersek, elbet başka bir seçenek de bize eşlik edebilir. Yalnızca bunu görmek ve bu seçeneği tercih etmek ile alakalı gibi duruyor. Bahsettiğim öbür uçlar arasından tercih yapmakta zorlandığım için tam ortada, olduğum yerde duruyorum.
Burdan bunu söylememin bir anlamı olmayabilir ama Stephen Grosz'a minnettarım. Yazdıkları, benliğime ulaştı, beni bir kez daha kendim ve çevrem hakkında düşünmeye yönlendirdi. İlgi alanınıza giriyorsa, okumanızı tavsiye ederim. Çünkü, kendimizi kaybetmeden bulmamız mümkün değil gibi görünüyor.
3 yorum:
İlk gençlik zamanlarımda dişçiye gitmem gerekti. Çok korkmuştum giderken. Dişçi bana korkmamam gerektiğini, işlemin o an dişimin verdiği ağrı kadar acı verici olmayacağını söyledi. İşlem bittiğinde çok haklı olduğunu gördüm. Yıllar sonra yine dişçiye gitmem gerekti. -Dişlerimden çok çektim :)- Aynı mantıkla korkmadan oturdum dişçi koltuğuna. Ama bu sefer tarifsiz canım yandı. Köklerde kist varmış. Her iki gidişimde de beklediğim, kurguladığım gibi olmadı. Şimdi düşünüyorum da hayat sonu sır gibi saklanan ustaca senaryolara benziyor. Bu sebeple herşeyin sonraki adımını düşünmek bize bir şey kazandırmıyor. Madem geldik Dünya sahnesine, bırakalım senaryoyu hayat yazsın. En azından yılmadık, tekrar tekrar denedik diyelim perdeler kapanırken. Tabii bunu kontrolsüz her şeye atlayalım anlamında söylemiyorum. Bu da aklımıza hakaret olur:) Ama en azından doğal hayat faaliyetlerini de sonraki adımı düşünerek ertelemeyelim. Dişçiye gitmesek de canımız yanıyor zaten, bari sonrasında iyi hissetme ihtimali varken acının kaynağı atalet yerine dişçi koltugu olsun.
Kim Bilir'in yorumu çok hoşuma gitti :)
Üç beş adımdan ötesini düşünmek insanı yoruyor. Evet felaketle de sonuçlanabilir ama hiç denememekten yeğdir bence çünkü ya felaketle sonuçlanmazsa?? :) Deneyim hayattaki tek gerçek öğretmen, tek gerçek psikolog, tek gerçek iyileştirici ve kendini bulmak için de tek gerçek yol... O yola çıkmak evet biraz cesaret istiyor. Sizin aile sorumluluklarınız ve genç yaşta sırtlandığınız yükünüz bu cesareti kırıyor. Bir yük daha yüklenmeye ne gerek var diyorsunuz ve haklısınız. Ama belli mi olur, belki o yüzü bir eliyle ya da tatlı diliyle tutacak biri çıkar karşınıza? Amin amin :)
Sürekli ya düşersem diye koşmaktan kaçınmak yerine, koşup, düşüp dizimi yarmayı tercih ederim ben bu yaşımda bile :) Ben inanıyorum size, bugünler de geçecek..
Kim Bilir;
Bu benzetme benim de çok hoşuma gitti, yaşantım içinde hatırlayacağım ve kendime de hatırlatacağım bir anektod olacak benim için.
Sadece C.,
Gerçekten geçeceğine inanmak istiyorum. Geçsin artık istiyorum. Gerçekten geçsin istiyorum.
Yorum Gönder