Eskişehir'den döndük, daha doğrusu dönmek durumunda kaldık. Annem biraz rahatsızlandı, hem sıcak hem de beslenme düzeninin bozulmuş olması onu olumsuz etkiledi. Ne kadar tuhaf öyle değil mi, ölümün kıyısından döndüğü şehre yıllar sonra yeniden ayak bastığında yeniden rahatsızlandı. Bizim için kısa bir Eskişehir tatili olmuş oldu, bir daha ne zaman gidebiliriz bilemiyorum.
Bu süreçte pek çok emlakçı gezip ev baktık, beğendiğimiz evler de olmadı değil. Kısmet değilmiş, belki yaz tatili bitmeden ben tek başıma giderim. Belki de hiç gitmem, bu bir hayal olarak kenarda köşede bir yerlerde kalır.
Eskişehir'i seviyorum, İstanbul ile kıyasladığımda pek çok açıdan şirin ve yaşanılası bir şehir. Fakat Eskişehir'de iken aklıma parça parça İstanbul geldi. Beni pek çok açıdan zorlayan bir şehir olsa da, burada geçirdiğim yılları düşündüm. Gülhane'de yürüyüşlerimi, Caferağa'da soluklanıp kahve yudumlayışlarımı, Divan Yolu boyunca attığım adımları, Vefa'da içtiğim bozaları ve daha pek çok şeyi düşündüm. Olayları romantize etmekte üstüme yok, hayata hiçbir zaman gerçekçi bakmayı başaramadım. Belki de, yaşıyor olmanın üzerimde yarattığı bu bunalımın ve ağır yükün altında bu romantizmin etkisi vardır. Olsun varsın, ben de böyle bir insanım.
Yarın İstanbul'da biraz dolaşacağım, Üsküdar'a gitmek gibi bir planım var. Üniversitede okurken Üsküdar'da kalmıştım. Önce Altunizade Erkek Öğrenci Yurdu'nda, daha sonra ise sevgilim ve ev arkadaşlarının evinde. Güzel günlerimiz olmuştu Üsküdar'daki o evde. Eski bir apartmanın en üst katıydı, sahile yakın bir konumdaydı. Eski ve tarihi bir mahallede, üniversite okumak için İstanbul'a gelen bir grup arkadaş. Ve bir sevgili, beş yılımın birlikte geçtiği ve uzun süre aynı yastığa baş koyduğum bir yaren, dost. Her şey gibi bu ilişki de bitti, o zamanları düşündüğümde ne kadar da toy olduğum geliyor aklıma. Henüz hayat gailesi ve kaygıları ile tanışmamış, masum bir delikanlı idim. Bir de kedimiz vardı evde, benim en başta alışamadığım fakat daha sonra canımdan bir parça haline gelmiş dişi bir kedi. Oldukça asi idi ama iyi anlaşırdık. Birlikte gittiğimiz tiyatro gösterileri, İstanbul'u karış karış dolaşmamız ve renkli bir hayatın zihinlerimizde bıraktığı mutlu anılar. Bir daha o yaşlara geri dönmek ister miydim emin değilim fakat o telaşsızlığa ve kaygısızlığa yeniden ulaşmak isterdim. Yaş aldıkça her şey daha beyazlaşıyor sanki, otuz yaşın bana hissettirdikleri ile o delişmen çağın hissettirdikleri arasında dağlar kadar fark var. İlk önce heyecanını yitiriyor insan, ardından direnci azalmaya başlıyor ve sonra kendi kabuğuna çekiliyor. Bu, çoğunluk için böyle olmayabilir lakin benim için böyle oldu. Anlam ararken, anlamsızlığı keşfetmenin getirdiği çöküntü hissi ile baş başa kaldım. Bir kuş kanadından düştüm, ayağıma taş değdi. Kuşu kaybetmek ise sanırım en hazin olanıydı.
Yarın vapura bineceğim, bir kitapçıyı ziyaret edeceğim ve Üsküdar'da biraz gezineceğim. Ardından tarihi yarımadaya geçip biraz kahve çektireceğim ve Gülhane Parkı'nda bir yürüyüş yapacağım. Tüm kaygılarımdan uzak kalmayı deneyeceğim, evet en azından bir süreliğine deneyeceğim.
Şu aralar çok sevdiğim bir François Ozon filmi olan Frantz'ın soundtrack'ini dinliyorum. Chopin'in Nocturne No: 20 isimli eseri bende öyle duygular uyandırıyor ki, tarif etmem imkansız. Besteyi adeta yaşıyorum, hayatı yaşayamayışımın acısını çıkarır gibi. İnce ince, uzun uzun, aheste aheste ve tadını çıkara çıkara yaşıyorum.