30 Nisan 2011 Cumartesi

Yıllarca her şey demir bi kutunun içinde kaldı,bu kutu içinde öylesine derinlere gömülmüştü ki,neler taşıdığını hiç bir zaman tam olarak bilemedim.İçinde dengesiz,patlamaya hazır,cinsiyetle ilgili konulardan çok daha gizli,hortlaklardan ve hayaletlerden çok daha tehlikeli şeylerin bulunduğunu biliyordum.

Helen Epstein
Children Of The Holocaust,1979

"Yoruldun" diye başlayan bi Mor ve Ötesi şarkısıyla giriş yapmak istedim.Öyle çok bi şey anlatmayı planlamıyorum hayata dair.Sorarsan umudum yanımda değil.Hayatım da hep zorda.Ya da birileri bana böyle olduğunu ispatlamak için yarışıyor.Önemsenmek ya da önemsenmemek ? Her ikisi de hüzün getirebiliyor.Ağlama.İzlediğim,Yahudi katliamını anlatan "Son Tren" adlı film değil ya da Emir Kusturica beni cezbedemiyor yaptığı "Yeraltı" adlı filmi ile,beni bir tek dramlar paklıyor.Komedi ise bana göre sinema türü bile değil.Gerçek dışı,kayıt dışıdır benim hayatım için.

Sarman gerekiyor vücudumu,doymalıyım senin sıcaklığına.Öyle yaşayabiliyorum ancak.Sana karşıdan bakmakla olmuyor.Benim olman gerekiyor,senin olmam gerekiyor.Bak ne diyor bir mısra.

Seni yitirdiğimde,ikimiz de yitirdik,sen ve ben :
ben,çünkü sendin,en çok sevdiğim
ve sen,çünkü bendim,seni en çok seven.
Ama sen daha çok şey yitiriyorsun benden,
çünkü başkalarını sevebilirim seni sevdiğim kadar,
ama kimse seni beni sevdi
ğim gibi sevmeyecek.

Thomas Borge
Dizginsiz Bir Sabırla

Yolda yürürken ya da herhangi bi zaman diliminde,burnumun ucuna dilimi değdirmek yerine,minik gözlerimi sema üzerinde seyretmeye bayılıyorum.Biliyorum,anlayacak biri bakışlarımı ve "sen" diyecek sen bi başkasın genç.Ne bu diyardan ne öte alemden.Sen sema için dört dönen güzel bi ezgisin flütümün notalarından damlayan.Sen sarışın bi sevdasın,sen esmer güzeli bi leylaksın cennet bahçelerin
de açan.Şaşırıcam o an.Kimsin bile demiycem.Hoş geldin deyip gidicem .Yeter ki bu dünyadan ayrılayım.Gideyim artık bu garip yerden.Fazla burası bana çok hem de.

Susanna Tamaro severim ben.

Kitaplığımda bi kitabını görüp indirdim.Kapağını açınca aklıma küçük anılarım geldi.17.11.2008 tarihinde İstanbul / Kadıköy'den almışım kitabı.Yanımda ise Gülsinem Hocam,Hazal,Seda,Pınar ve Gizem varmış alırken.
Anılarım anılarım.

29 Nisan 2011 Cuma

"Cennet de cehennem de senin içinde"

Ömer Hayyam

Ne kadar dokunabilirsin bana ? Bir müzikle ya da bir şiirle mi ? Hayatının küçük bir parçasını neden veremezsin bana ? Neden bu kadar değerlisin kendince ? Hissediyorum ama duyamıyorum seni.Uzaklardan gelen bi müziği dinliyorum şu anda.Gökyüzüne bakıyorum ve gökyüzü kendini beğenmiyor inan.Sen de beğenme.Göklerde değiliz hepimiz yerlerdeyiz.Bunu neden göremiyorsun ? Oysa kalbinle konuşmayı biliyorsun.Hayal edebiliyorsun.

Çiçek aldık bugün pazardan.Mutfak camının önüne koyduk.Menekşe iki adet.Biri pembe,biri eflatun ve beyaz karışımı.Sonra bahçede bir demlik çay tüketmece.Semaya uzun ve kendinden emin bir bakış fırlatmaca.

Seviyorum hayat seni.

Dinliyorum hala şuan.Hatırlar mısınız bilmem.2009 Eurovision Şarkı yarışmasında bir şarkı vardı.Hırvatistan adına Igor Cukrov seslendiriyordu.Yanlış hatırlamıyorsam kendisi bi din adamıydı.Şarkının adı Lijepa Tena.Yani güzel Tena.Hala dinlerim o şarkıyı usanmadan.

Ajandamı karıştırırken dikkatimi çekti.Sinema Tarihi ile ilgili bi kitap okumuştum.Daha çok belli başlı artist ve aktrislere ithaf edilmiş bi kitap.İsmi "Yeşilçam Hatırası".Yazarın adı Mesut Kara.Cahide Sonku varmış mesela eskiden.Çok ilginç hayat öyküleri var içlerinde.Tavsiye ederim.Özellikle 1934 yapımı "Bataklı Damın Kızı Ayşe"yi merak ediyorum.

Lijepa Ahi Devran !'

28 Nisan 2011 Perşembe

Fısıltı Şerbetim

Ömür soluğumuz nereden geliyor diye soruyorsun.

Uzun bir öyküyü özetlemek gerekirse

Derim ki Okyanus’un dibinden,

Her şeyi yeniden yutan Okyanus’tan

Ömer Hayam

Gözlerim kereme ermeden daha tozlu daha cilalı yaşamak istiyorum şu dünyayı.Artık gelecek için aklımın istiareye yatmasını bekleyemiyorum.Fasıllar gibi uzun sürmeyecek bu hayat biliyorum.Tek seferde içime çeksem ya tüm dünyayı ? Mırıldanılmamış bi ezgi olsam kalbimin kemanında.Hatıralar hayal olsa son cellat kahve falıma bakarken uzak ve beyaz diyarlarda.Gün ışığına çıktığımda güneşler açsa dört bir yanımda,bi gündöndü gibi dönsem sevdiğimin etrafında.Galiba iş garip kelimeler sarf etmekte değil.Ya da bu hayatın siyah matemine bürünüp allanmak ve pullanmak değil sahteden.Satenden bi gecelik ile etrafı dolaşmak sabahın seher vaktinde.İkindiye bir poğaça sürmek fırına sıcak sıcak.Birbirini izlemek.Herhangi birini.Belki de yaşamak istediğim hayat herkesin istemediği,hanesinden başka yerde soluklanmak istemeyenlerin tadabileceği bi hayat değil.Hayattan ne istiyorum şu on dokuz yılda kim için neler yaptım hiç bilmiyorum.

Neden yaşıyoruz bi bilen var mı acaba ? Felsefeden uzak durdum hayatım boyunca.Yanlış biliyorum.Felsefe eleştiri gücü veriyor insana.Fazilete çıkan ayyuka geminin baş bekçisi belki de felsefe.Psikoloji ya da sosyoloji hepsi dümenden bilimler.

Nitekim zaman geçiyor.Hem gönlümün zamanı hem de reel zaman hızla ilerliyor herkesin kollarındaki saatler kadar pratik ve Trt’ye ayarlı ilerlemese de.Yazıyorum çünkü yazdığım kelimelerin her birinde bir gönderme yapıyorum.İnan her kelimemi birini düşünerek yazıyorum.Gönlümden birini,bi kalp ehlini düşünerek yazıyorum.Fuzuli olmayan bi şeyler,sufi ya da dervişi bi şeyler yazıyorum kendimce.Sonra yazdıklarımı tekrar okumaya kalktığımda bu yazıyı kim için yazdım acaba diyorum.Önemli olan da bu değil midir ? Ciğere bi bomba düşmüş,alev almış aylak gezen gönül.Umutlarım pare pare.

Kişisel mutluluğumu toplumun mutluluğundan önde tutma derdindeyim şuan.Nasıl Orta Çağ’da devleti Tanrı’nın yarattığına inanılırken Yeni Çağ ile birlikte devleti insan aklının yarattığı görüşü ön plana çıkmaya başlıyor;benim başıbozuk mahmurluğum,fısıltı şerbetim de bu.Ben bi gencim.Her şeyden öte bir bireyim.Artık toplum mutlu olsun diye yaşamaktan vaz geçiyorum.Yoluma sevdiğim ve sevdiklerimle devam etmeye karar veriyorum.

Kalbe giden yol her zaman kalbe gitmeyebilir.

İçsel düşüntülerime bi ad verdim aynı zamanda.”Fısıltı Şerbetim” kaynadıkça fokur fokur,topluma değil kendime ve sevdiklerime ait olduğumu,onların masalarında şeker şerbet olduğumu,ağdalanıp huzura kavuştuğumu biliyorum artık.

Ne kadar ateş o kadar koyu şerbet.Ne kadar dinginlik,rahatlık ve huzur,bi o kadar mutluluk !

Ne demeli hayat ben koyu bi şerbet sense kocaman bi hezimet !

Not : Bu yazı İncesaz’dan “ Muhallebicinin Oğlu “ dinlenirken yazıldı.

26 Nisan 2011 Salı

Tanrı Hepimizi Korusun,Bize Sahip Çıkmayan Babalarımızı Da

Tüm hayallerimi bi sandığa koyup çekip gitmek istiyorum bu dünyadan.Küçükken umutlarımız vardı benim de vardı.Her gece yatağıma girip dualarımı ettikten sonra küçük bi melek olmayı planlardım.O zamanlar bilmezdim meleklere kadınlık ağırlığının yüklendiğini.Küçük bi erkektim sadece,erkek ne demek onu da bilmezdim o zamanlar.Bizim evimiz gibi sakin,huzurlu ve mutlu olmayan evlere görünmez adam olarak girmek ve onların sadece bir dileklerini yerine getirmeyi isterdim hep.Daha çok benim gibi çocukların tabi.

Büyümeye başlayınca,her şeyin garipleştiğini fark ettim.İnsanlar bu dünyanın yaşamına ayak uydurmuşlar düşleyemez olmuşlardı içlerindeki el değmemiş cenneti.Küçükken ayıramazken haşlanmış yumurta ile kabuğunu,büyüdükçe aynı kaba sığamaz oldum armutlar ve elmalarla.İyiler ve kötülerle.Akılları çalışmaz sanırdım kötü insanların.Meğer büyüdükçe aklı çalışmaz yaftası altına sokulan,ezilen hep iyi düşünenlermiş.Dünya malı dünyada kalır derlerdi,bir de baktım ki herkes mal mülk derdi peşinde.Teyzemler kaç katlı apartman dikmişler.Diğer teyzemler bir sürü ev araba alma derdinde.Ya annemle ben ?

Biz sadece mutlu olmayı seçtik annemle.Birbirimize güzel şarkılar söylerdik sabahları.Benim bi oda dolusu oyuncağımla oynar birlikte Ayşegül serisini okurduk.Ana okulu öğretmenime hediye diye çiçek beğenip,güzelleşene kadar büyütürdük.Beraber kaplumbağaları renkten renge boyar,sonra onları neşeyle izlerdik.Biz tüm bunları yaparken babam yoktu yanımda.Annem Hakkında Her Şey adlı Almodovar filminin bi sahnesinde,annesiyle büyüyen oğullardan bahsediliyor ya.Şuan hatırlamıyorum ama bi başkadır annesiyle büyüyen oğullar.Bi kız çocuğu bakmışsın kocaman kadın olmuş hem de bi oğlan doğurmuş.Tek başına büyütmüş onu her şeyi yapmış.Bi aralar kucağına sığabilen minik bir şeyken bir bakmış ki büyümüş kocaman olmuş.

Bi erkek çocuğu ergenliğe girdiği dönemde yanında bi baba arar.Artık babasının vücudu gibi bir yetişkin vücudu vardır.Ne yapması gerektiğini bilemez.Vücudunu tanımlayamaz,bi erkek çocuğu bunları annesine asla soramaz,utanır.Köşelerde ağlar belki,bi babaya ihtiyaç duyar.Sayıklar,kimse sesini duymaz.Çünkü toplum erkekleri güçlü kılmıştır.O babasız oğlan çocuğu bir anda kendini toplumda ‘adam’ sıfatıyla görür.Annesine o bakacaktır artık.Evin erkeğidir.Anne her ne kadar böyle istemese de toplum bunu dayatır,siz de dayanırsınız.Askere gider,ama ona askerliğin ne demek olduğunu,nasıl olduğunu,askerlik anılarını anlatan bi babası olmamıştır.Bu erkek çocuğundan ileride baba olmasını beklersiniz.Küçük bi çocuğu erkek diye göklere çıkarır erkekler gibi güçlü olamadığında da aşağılarsınız,dalga geçersiniz.

İşte bi baba bi erkek çocuğunun gözünde bu kadar önemlidir.Eminim benim yaşadıklarımı yaşayan,hala küçüklüğündeki masallardan inatçı bi çocuk gibi çıkamayan bi sürü genç vardır.

Artık haşlanmış yumurtanın kabuğunu çatalımızla çatlatıp soymanın zamanı geldi.Ben çıkıyorum kabuğumdan.Unutmayalım,ileride baba olduğumuzda biz de çocuklarımızı babasız bırakmayalım.Tanrı hepimizi korusun.Bize sahip çıkmayan babalarımızı da.

Bu arada şunu eklemek istiyorum.Hani bu kadar çok babamdan ve annemle ayrılık durumlarından bahsediyorum ya.Ama gün içinde babam aklıma hiç gelmiyor mesela.Duygu dolu bi anımda belki de bi babaya ihtiyaç duyduğumdan dolayı bu kadar içten hissediyorum bu durumu.Bi baba sevgisi görmüşlüğüm yok.Şaşıyorum kendime,bi babam yokken bile nasıl bu kadar inatla betimleyebiliyorum baba figürünü.Anlıyorum.Betimlemem doğru.Çünkü anlattığım gerçek bi baba değil sadece figürden ibaret.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Acı

Acı ne demektir ? Kimimiz daha derinden yaşarız fakat çoğumuz tekdüze,hiçbir şey umurumuzda olmadan yaşarız.Peki ya davası uğruna hayatından vazgeçenler ? Kendi hayatından daha yüce bir hayat yaratmak için kendi davasını sürdürmeye çalışanlar ?

Eğitim sistemimizin bile bireyselci olduğu bir anlayıştan vazgeçip,toplumsallığı yaratma uğruna kendi hayatından sonsuza dek vazgeçenler ?İşte gerçek insanlar onlar.Diğerleri bir hayalden,hayaletten ibaretler.Peşinden koştukça kendi davamızın,aydınlığa öyle çıkacağız.Geçmişin kalbimizde tekerrür etmesindense,davamız uğruna geleceği kucaklamalıyız.Tıpkı,karların üzerine düşen kan rengindeki bir sevda gibi.Taptaze ve kıpkırmızı olmalıyız.

Cemal Şan’dan bahsetmişimdir yazılarımda.En sevdiğim yönetmenlerden,benim için kült filmler yapan bir yönetmenden daha öte bi yerde kendisi.”Zeynep’in Sekiz Günü”,”Ali’nin Sekiz Günü” ve “Dilber’in Sekiz Günü” derken,şimdi de “Acı” adlı filmini izledim.Bir dede torun ilişkisinden öte,bir acı,bir dava meselesi,bir gönül meselesi,bi aşk meselesi,bi kavilleşme merasimi adeta.Nesrin Cavadzade yine karışımızda bu filmde de.En beğendiğim oyuncudur kendisi.O da benim için kült bi oyuncu olmaktan başka şeyler ifade eder.Yeri gelir Dilber adında inatçı,sevdiği uğruna kendini hapis eden,dirlik düzene karşı başkaldıran yürekli bir köylü kızı,yeri gelir dağlarından derinliklerine uzanan bir kardelen misali,davasından,karından,soğuğundan asla vazgeçmeyen Nesrin adında güçlü bir kız olur.

“İnsana yakışır bir şekilde yaşamak için insanca olmayan her şeye “hayır” demek gerektiğini anlatmaya çalışan,insana,hayata ve evrene dair bir hikayedir..” Böyle demekte filmin arka kapağında.Başka nasıl tanımlanabilir ki böyle yürekten bi film.

Erzincan’ın iki bin metre yüksekliğinde bi dağ köyünde zor şartlar altında çekilmiş bi film.O kadar sıcak ve samimi,o kadar bizden ve düşündüren bir yapıt ki,bu filmleri kaçırmadığım için kendime de arasından pay biçip,mutlu oluyorum.

İnsana yakışır bir biçimde yaşamak için,bunu daha iyi anlamak için,Cemal Şan,Şenol Şentürk ve Nail Yurtsever gibi yetenekli üçlünün bir araya geldiği her film seyredilmeli diyorum.Tıpkı her geçen gün,yaşlandıkça içimizdeki “acıyı” seyrettiğimiz gibi.

24 Nisan 2011 Pazar

Sıcakta Her Daim Terle Islanan Saç Kıçıma Yapışan Kıllardan Daha Az Rahatsız Eder Beni,Bu Bir Gerçek

Belki de asla olamayacağım hayallerimdeki gibi.Elli milim giderken aslında hayatın beni 25 milim geri attığını çok sonraları fark edeceğim.Bi elimde imkansızım bira,diğer elimde koyu yeşilin en aşüfte rengi marul ile beraber bir yolculuğa çıkacağım o zaman.En güzel yolculuk hangisidir sence ? Bence insanın tek başına yaptığı yolculuktur.Belki yolda rakı balık masasındaki bi dansöze aşık olunur ya da Çöldeki Kutup Ayısı’nda olduğu gibi biralar devrilir ardı ardına,yarışmalar yapılır.Belki de tekrar saçlarımı uzatırım o zaman,neden olmasın ki.Sıcakta her daim terle ıslanan saç,kıçıma yapışan kıllardan daha az rahatsız eder beni bu bi gerçek.

Acayip bir ritüel benimkisi.Dünya üzerinde bi yolculuğa çıkmak istiyorum tek başıma.Binbir kültürün binbir duasıyla geçmişe rahmet okumak geleceğim için adak adamak istiyorum.Önce Anadolu’dan başlamak istiyorum bu yolculuğuma.Sonra tüm dünya.Bütün iklimlerden sırasıyla geçerek,sıtkı sıyrılmış bi asaletin içinde kendime şampanya patlatmak istiyorum yolculuğumun sonunda.Tıpkı Hırvat kızlarının koca memeleri gibi,yolda tanıştığım ineklerin de koca memeleri olsun istiyorum.Dudaklarımdan içeri sütbeyaz sütü akıtırken,Küba’da belki,öğle sıcağının altında yanmak istiyorum.Düşlerimle birlikte.Rio’da bir karnavala çıplak dokunmak,İtalya’da Luca Spagetti ile tanışıp Liz Gilbert’in kitabından fırlamak istiyorum.Sonra belki İspanya’ya giderim,acılı bir şeyler yedikten sonra Portekiz’e ve Caracas’a uğrarım.Nasıl desem,bu yolculuk hem bana iyi gelir,hem de şuan yurdun açık camından içeriye sızan sıkkın rüzgara da.Kelimelerimin anlaşılması gibi bi amacım yok,tek istediğim o kelimeler tarafından yazılmak.Güç bende değil zaten,kimsede olmadığı gibi.

Cesaretim de yok zaten.Motosiklet Günlükleri’ndeki gibi bir yolculuğa çıkamam biliyorum.Devrim desen,kıçımı bile değdiremem devrimin ucuna.İçimdeki mihenk taşlarını etrafa fırlatmak istiyorum.

Ah Bre Mariçamu,Apostole efendi gibi düşüp bayılmak istiyorum.İzlediğim filmlerde yaşamak istiyorum.Roz’un yanına gideyim istiyorum Batman’a Hasankeyf’e.İnsanları insan oldukları için değerlendirsinler istiyorum.Kıçı ve burnu aynı simetrik düzeyde havada olanlar için çekici çağırmak ve onları yerin dibine sokmak istiyorum.Mümkünse kıçlarının bi kısmı toprağın üstünde kalsın,toprağın altında kendi gazlarından ölsünler istemem.

Kolumdaki siyah bilekliğe bakıyorum ve bana yeter yoruldum diyor.Kollarım ağrıdı inan ki.Şimdilik yazımı bitirip şu yurt köşesinde filmimi izlemeye devam edeyim.Kurabiyeli çikolata güzelmiş bu arada kapital Nestle.Filmin adı mı ? Julian Schnabel’in “Karanlıktan Önce”.Evet,yönetmenin adını yazarken dvd’den baktım ne olmuş ? Peh.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Hayat Bazen O Kadar Duygusal Ki Beni Bile Ağlatıyor !

Neden yaşar insan ?

Solmuş bi çiçeğe yeniden hayat vermek için mi,yoksa kanadı kırılmış bir kuşun yaralarını sarmak için mi ? Annelerinden ve babalarından başka kim sahip çıkabilir çocuklara ? Mosmor açmış,tüm heybetiyle yetimlerin ve öksüzlerin koruyuculuğunu yapan Gülfatma çiçeği mi ?

Fısıltıları hep yakından işitmeyiz,bazen uzaklardan geldiğini bildiğimiz bir fısıltı da yüreğimizi yakabilir.Ocağın üzerindeki yeni demlenmiş çayı odaya götürürken bir Pazar kahvaltısında,birden duyuluverir o fısıltılar.Ağlamaklı olursun içten içe.İstanbullu bakkalın bile yüreği yetmez sizi korumaya.Ne kadar sevecen olsa da.

“Mommo,Kız Kardeşim” isimli filmi izledim.Uzun süredir almayı planlıyordum,merak ettiğim bi filmdi.Belki de bi öğrenci olarak parama kıyamamıştım almak için.Atalay Taşdiken’in yazıp yönettiği bi film.Evet,ağladım.Oda arkadaşlarım odaya gelmesinler diye dua ederken aynı anda göz yaşlarımı sildim.Son sahne var ya filmde,Ayşe’yi evlatlık veriyorlar.Abisi bisikletiyle arkalarından yetişmeye çalışıyor arabayla giden Ayşe’ye.Ayşe abi diye bağırıyor feryat figan.Soluğu kesiliyor bir anda,yutkunamıyor derinden.

Çocukluğuma gittim o an.Küçükken ben,annemle mutfağımızda kahve içiyorduk.Bi ritüel haline gelmişti annemin Pazar günleri kahvaltıdan sonra ikimize kahve yapması.Meğer acı olan kahve değilmiş o sabah benim için.Annemin ağzından dökülen kelimelermiş.İlk yudumumu aldıktan sonra ben,annem bana dönerek babamın bugün beni almaya geleceğini ve tüm Temmuz ayını onun yanında geçireceğimi söyledi.Ben de Ayşe gibi yutkunamadım o an.Ayağımda çok sevdiğim kot pantolonum,üzerimde en güzel gömleğim ve gömlek lastiğim.Gitmiycem anne dedim,istemiyorum.Annem,güzel bi dille gitmem gerektiğini anlattı.Yasal bi yükümlülükmüş bu,eğer annem beni babama vermezse bir aylığına;hapse girebilirmiş.Bana bir ayın çok kısa bir süre olduğunu ve hemen geçeceğini anlattı.Hem istersem her gün telefonla konuşabilirmişiz.İstanbul kocaman bi yermiş.Orada gezip eğlenebilirmişim.Kocaman bi de denizi varmış.Diyemedim o zamanlar,anne senin sevgin o denizden daha büyük ne olur bırakma beni,gitmeyeyim..

Ben daha kahvemi bitiremeden,kapı çalındı.Kapıda birkaç polis.Arabalarının içinden babam iniyor.Annemin elini bırakmıyorum ben.Annem ağlıyor bir yandan,bir yandan ben ağlıyorum.Polisler üzgün üzgün bakıyorlar yüzüme.Belki de acıyorlar halime.Benim bağırışlarıma tüm komşular çıkıyor sokağa.Ve beni annemden ayırıyor polisler.Polis arabasının arkasından annem için bağırıp ağlıyorum.Kurtar beni anne diye..

O gün bu gündür,polisleri ve babaları hiç sevmem.Bilir misiniz ki çocukların kalbi tertemizdir ?Belki o yüzden sessiz sakin bi dünyam var.Her şeyi kendi kendime yapmayı seviyorum,belki de o yüzden.İşte böyle zamanlarda sesleniyorum hep hayata.Diyorum ki hayat : “ Bazen o kadar duygusalsın ki,beni bile ağlatıyorsun .”