Karaköy'e epey uzak oturuyorum. Birkaç ay olmuştu sanırım, dün eski okulumdan arkadaşlarla buluştuk. Her zamanki ekip. Bu sefer Karaköy olsun dedik.
Restorasyon bekleyen tarihi binalar, dar sokaklar, her birinden ayrı cümbüş ve renk yükselen enteresan isimli barlar, kafeler ve tabii ki kalabalık.. Süslenmiş genç kadın ve erkekler, sürekli fotoğraf çekilenler, masalarda uçuşan biralar, birbiri ardına yakılan sigaralar, gençlerin hayalleri, avuçların arasında bira yanı mısır patlakları, çerezler... Karaköy'ü ancak bu sözcüklerle tanımlayabiliyorum. Ne içindesiniz ne de dışında işte.
Benimse İstanbul'da en sevdiğim yer tarihi yarımada. Onca kalabalığa rağmen gitmekten kendimi alamadığım tek yer, tarihin içi. Cağaloğlunda birbiri boyunca uzanan kitapçılar, eskimiş sokaklar, hepsi benden bir parça taşıyor gibi. Dün arkadaşıma da şöyle söylediğimi anımsıyorum, "eğer İstanbul'dan gidersem en çok tarihi yarımadayı özleyeceğim."
Nedenini, nasılını pek bilemiyorum lakin insanlar değişik duyguların içinde karmakarışık hale gelebiliyor bir anda. Dün Karaköy'deki kalabalıktan başım döner gibi oldu, bir su bardağı bira ile sarhoş olabilen narin bünyelerden birine sahibim. Sesler, sesler ve hiç dinmeyen sesler...
Duygusal olmanın, duyarlı olmanın da bir sınırı mı olmalı acep? Sürekli mana peşinde koşmak yorucu mu?
Dünün en güzel hadisesi kuşkusuz Can Kazaz'ın yanından geçmem oldu. Yüzü aklımda, yürüyüşü aklımda. Uyku gibi döküldü gözümden.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder