Söze nasıl, nereden başlanır bilemiyorum. Bir aydır bir cehennem içerisinde yaşıyor gibi hissediyorum. Gün içerisinde bir anda ağlamak geliyor, hiç tutamıyorum kendimi. Okulda, evde, ders arasında, sokakta, eve dönerken hüngür hüngür ağlıyorum. Bunca acı, bunca yaşam mücadelesi, hayatın kendisi ıskartaya çıkmış gibi çoktan. Üstelik bu ülke, bu ülke canımı yakıyor. Her şeyini kaybeden bir insanın yeniden hayata tutunması ne kadar mümkün? Mümkün olanların azlığı, mümkün olmayanlar karşısında ne kadar kıymetli? Zaman durmuş gibi, hiç akmayacakmış gibi.
99 depreminde Sakarya'nın bir ilçesinde yaşıyorduk. O geceyi hiç unutmuyorum, 7-8 yaşlarındaydım. Bir kaos hali, herkes sokaklara dökülmüş. Hayatımda böyle bir gerçek yoktu, neler olduğunu anlayamamıştım. Biraz da oyun gibi gelmişti çocuk halimle, uzun süre dışarıda, çadırda ve arabalarda yatmak, tıpkı bir oyun gibiydi. 3 ay sonra bir daha benzeri bir sarsıntı, yine kaos, yine karanlık. Hiç bitmeyecek gibiydi, doğa bizimle oyun oynuyor gibiydi. Okullar açılınca, binamız yerine bahçesine kurulmuş kocaman çadırlarda başlamıştı dersler. Çadırların içerisinde birer ikişer yerleştirilmiş sıralarda oturuyor, çadırın bir kenarına kurulmuş ve bir türlü ısınamadığımız sobanın daha çok yanmasını bekliyorduk. Tam da matematik dersinin ortasında, Türkçe dersinde şiir okumaya çalışırken, herhangi bir an yağmur başladı mı sırılsıklam olmaya başlardık. "Hadi bakalım çocuklar, ıslanmadan evlerinize gidin. Yarın görüşürüz". "Tamam öğretmenim". Bir sevinç, çadırlar su alıyor diye yine evlerimize gidiyorduk. Bu oyun demekti, sokakta oyun oynayacak daha fazla zaman demekti. O yaşlarda her şeyi bir oyun gibi görmeye meyilliydik, sonra büyüdük, hayatın kendisinin bir oyun olduğunu pek iyi kavradık. Öyle bir kavradık ki, hep oyun dışı kaldık. Kanıksadık, kanıksadıkça vazgeçtik.
İstanbul'da sürekli bir teyakkuz halinde yaşamak, son bir aydır çok yorucu olmaya başladı. İçimdeki gitme isteği alevlendi, alevlendi. Nereye, nasıl gideceğiz? Gittiğimiz yerde ne yapacağız? Memleketimizdeki müstakil evimizi, bahçemizi ve anılarımızı bırakıp buraya gelmişliğimiz on küsür sene olmuş. Başka yerde iş olmayınca, gelip burada kalabalık etmek zorunda kalmışız. Oysa ben geri dönmek istiyorum. Çocukluğuma, eski evimize, bahçemize geri dönmek istiyorum. Ama, bütün gülleri çalmışlar. Biz olmayınca toprağımız bize küsmüş, kerpiç evimizin köşe duvarı kireç dökmüş.
Ankara'da birkaç okula başvuru yaptım, ne olur bilmiyorum. Şansımı denemek istiyorum. Aynı şeyler, endişe, çocukluğun o acımasız oyunu... Tekrar yaşamayalım diye, ne büyük bir acı, ne büyük bir elem. Bir yandan hayatın devam ediyor oluşu, çok kızıyorum, başka çaremiz yok, devam etmeliyiz diyorum, ediyoruz diye kendime çok kızıyorum. Kötü olanlar kazanınca iyi olanlar vazgeçiyor, ben de buradan vazgeçip gitmek istiyorum. Bir yandan buradaki on yıllar, yaşanmışlıklar, arkadaşlar, sesler, dokular ve hikayeler... Bu hafta bölüm başkanlığı teklif ettiler, sevinebildim mi? Hiçbir şey istemiyorum, makam, mevki her neyse hiçbir şey istemiyorum. Hepsi onlara kalsın, hiçbirine inanmıyorum. İki arada bir derede, nasıl gideceğiz, zayıfız, nasıl hareket edeceğiz? Nereye gitsek dertler peşimizden gelecek gibi.
Boşa kaymış yıldızlar gibiyim, bırakıverseler birazdan düşecek gibiyim. Bahçemize geri dönmek istiyorum ama bütün gülleri çalmışlar.
2 yorum:
Bu nasıl bir sondur, nasıl bir bağlamaktır....
"Boşa kaymış yıldızlar gibiyim, bırakıverseler birazdan düşecek gibiyim. Bahçemize geri dönmek istiyorum ama bütün gülleri çalmışlar."
Yiten gençliğimize bir ağıt gibi...
Göç.. Hakikaten herkes keşke memleketinde, şehrinde kasabasında köyünde kalsa ve şehirdeki yaşam imkanları en küçük köye dahi ulaştırılsa ve insanlar kentlerde üstüste ve yapayalnız yaşamak zorunda bırakılmasa, kendilerini topraklarına ait hissetseler ve bir hikaye gibi sonraki kuşaklara bıraksalar memleketlerini..
Bu neden yapılamıyor anlamıyorum :/
Yorum Gönder