İstanbul'da serin bir yaz akşamı var, balkondan esen rüzgar bir senedir uzattığım saçlarımı dalga dalga savuruyor. Biraz çay içtim, biraz da sessizliği dinledim.
Okulu bu hafta kapatıyoruz, çocuklarla tüm derslerimi bahçede geçiriyorum. Bugün ip atladık, çuval yarışı yaptık ve halat çekme oyunu oynadık. Bazı öğrencilerimi kollarından tutup döndürdüm, öylesine mutluydular ki bazen onları görünce çocukluğum aklıma geliyor. Bütün gün okulda koşturduktan sonra eve dönerdim ve annemin işten gelmesini beklerdim. Tam onun geleceği saatte bahçe duvarının önünde beklerdim, yolda göründü mü koşarak yanına giderdim. Kolları arkasında, günün hediyesini saklardı. Bilmem hatırlar mısınız, doksanların sonları ve iki binlerin başlarında çizgi film karakterlerinden dondurmalar yapılırdı. En çok bugs bunny'li olanın tadını beğenirdim, krem ve gri karışımı bir rengi vardı. Çocuklar teknoloji ile çok içli dışlılar, sürekli ekrana bakıyorlar fakat durum teneffüslerde ve öğle aralarında inanın böyle değil. Eski oyunları yani sokak oyunlarını oynamayı seviyorlar. Yıllar pek çok şeyi değiştirse de, çocukların oyun kültüründen alıp götüremedi. Hemen organize olup kendi aralarında oyun kuruyorlar. Bir dakika içinde bir araya gelip takımları oluşturup oynamaya başlamalarını şaşkınlıkla izliyorum. Öğretmen olmanın böyle bir güzelliği var, her gün onlardan yepyeni şeyler öğreniyorum. Ben öğretmiyor ve eğitmiyorum, onlar beni eğitiyor.
Bazen de onlar olmasa hayat benim için daha dayanılmaz olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yaşamak için fazla kırılgan, adım atmak için fazla hassas ve akışa kapılmak için fazla tedirginim. İçimde büyüyen ve ısrarla dışarı çıkmak isteyen o boşluk hissi, o bilinmezin eşiği günlük hayatım içinde beni çok fazla yoruyor. Bir tek çocukların içindeyken, dersteyken bunları düşünmüyorum. Mesainin bitimi ile birlikte o boşluk tekrar kaplıyor her yanımı, kendim için hiçbir adım atmadan öylece durduğum yerden dünyayı izliyorum. Aklımda sonu gelmez sorular: Bu ben miyim, şu an hayatta mıyım, burada mıyım yoksa bu bir yanılgı mı, içimdeki boşluk bana ne anlatıyor, neden bu kadar yorgunum, neden sürekli geriye doğru adım atıyorum ve daha pek çok soru. Hiçbirine cevap bulamıyorum, herhangi bir cevap bulmak için de uğraşmıyorum. Çünkü hayat işte tam da bu, bir gün yok olacağım bir dünya için daha fazla mücadele etmek istemiyorum, beyhude bir bakışın yarattığı gölgede sakınıp kalmışım gibi, güneşin gözlerimi yeniden yakmasından korkuyorum. Bir de gözlerim, hep buğulu ve hüzün dolu. Ruhumun aynası, yeniden yansıması, küçük ve kahverengi tesbih taneleri gibi, yakamın ucuna düşüp dağılıyorlar. Çok mu fazla görüyorum yoksa çok mu az, buna karar veremiyorum.
Sezen Aksu'nun "alaturka" isimli şarkısını çok seviyorum, özellikle son kısımda şarkının "kader böyleymiş" diye final yapması bende pek çok şey çağrıştırıyor. Şarkı boyunca tüm dertler, umutlar ve hüzünler bir aradayken, sahnenin sonunda "kader böyleymiş" diyor şarkıcı. Belki de kendi hayatlarımız için de "kader böyleymiş" deyip yola devam etmek gerekiyor. Fakat ben ısrarla o yolun ortasında bekliyorum.
3 yorum:
Ben de bu aralar sürekli ev ile iş arasında mekik dokumaktan çok bunaldım. Bütün arkadaşlarım evlendi. Yalnız kalmak çok sinir bozucu.
Kim Bilir,
Evlenenler ne kadar mutlular acaba? Bence bizim zihnimizde yarattığımız o mutluluğa sahip değiller. İnsanın hayatında birinin olması elbette güzeldir fakat bence elzem değil. En azından benim için. Kendini yalnız hissetme, pek çok yalnız insan var :)
Kesinlikle mutlu olduklarını düşünmüyorum :)))
Yorum Gönder