Sanki kendimi gündelik hayatın akışına bırakınca her şey daha kolay, sıradan, olağan ve öylesine. Kendime koyduğum sınırlar, ulaşmak istediğim hedefler giderek kayboluyor. Sanki böylece yaşamak daha kolay hale geliyor. Olduğu gibi yaşamak dedikleri bu mu acaba? Benim hiç beceremediğim.
Oysa zihnimi ve düşüncelerimi görmezden gelemem, anlama ulaşmak için edindiğim çaba anlamsızlığın ta kendisi olsa bile. Düşüncelerim bana aitler, benimle birlikteler, benimle varlar ve yok olmaya mahkumlar. İçimdeki ses, hislerim, hayatı anlamlandırma biçimim, bir fincan kahveye uzun uzun bakışım, beyaz porselenler üzerinde duran akşam öğünü, perdenin rüzgarda salınması, üzeri tozlanmış gardrop, masamda duran kitaplar, izlemek istediğim filmler, balkondaki sandalye, kapının yanındaki bisikletim, olumsuz düşüncelerim, kaygılarım, temennilerim, yokmuşum gibi var oluşum; hepsi ama hepsi bana aitler.
Bunları yadsıyamam, ancak kendimi yadsıyabilirim. O halde varlık dediğimiz şey nedir? Bazen siyah beyaz bir görüntünün bana eşlik ettiğini hissediyorum. Uykuya dalacağım sırada ya da tam uyanmak üzere olduğum anda; gerçeklik algım yok oluyor ya da olanca gerçekliği ile kendini var ediyor. Yanılsama; sanki dünya ve insan hayatı bir yanılsamadan ibaret. Okuduğum sayfaları zihnimde evirip çeviriyorum fakat insan okuyarak var olamıyor. İnsan yalnızca yaşayarak var oluyor, deneyimleyerek öğreniyor. Öyleyse deneyimlemekten niçin bu kadar korkuyorum? Artık yeni bir şeyler öğrenecek gücüm kalmamış gibi, tozu dumana katıp ilerleyen bir yük kervanına uzaktan bakıyormuşum gibi. İçimde bir tadilat var, hiç bitmiyor gibi.
Ama yine de gökyüzünü görebiliyorum, soğukta üşüyebiliyorum, güneşte gözlerim kamaşıyor, kendime çay demleyebiliyorum, ayakkabılarımı silebiliyorum ve sahaflardaki kimsesiz sepya fotoğraflara bakabiliyorum. Tüm bunlara değer mi? Hayatın değmediği yerlere insan eli değer mi? Hiç bilmiyorum, farkında olmadan farkına varmaya çalışıyorum.