Her gün saat 05.30'da kalk, 05.50'de evden çık, 05.58'de servise bin. 07.30'da işte ol. 08.10'da derslerin başlasın, 16.00'da servise bin, 18.15'de evde ol. Bol bol trafikte boynun ve başın ağrısın, İstanbul'un bir yakasından öbür yakasına kadar seyahat et. Kariyerin zirvesi dedikleri yer de böyleymiş, iyi kazan ama kendinden geriye bir şey kalmasın. Her yerde avazım çıktığı kadar okulsuz toplumu savunuyorum, çünkü bu çocuklar eğitim almak istemiyor, çünkü bu çağda bu çocukları beton binaların arasında sıkıştırıp akşama kadar oyalayamıyorsunuz. Sistem çöktü, finito.
Eve geliyorum ve öylece oturuyorum, tek bir his yok, tek bir hayal yok, tek bir umut ışığı yok, 28 yaşında, enerjisi tükenmiş genç bir adam, yorgun, yoğun, uykusuz, kalabalıktan sıkılmış, bu şehirden sıkılmış, kendi içine sıkışmış, kaba insanlardan sıkılmış, bedenine sıkışmış, bitmeyen kaostan sıkılmış, her yerde beton görmekten sıkılmış, okuldan, çocuktan, sistemden, hayatın düzeninden her şeyden ama her şeyden sıkılmış, sıkıldıkça sıkışmış. Yabancı'nın başkahramanı, sıkıcı Fransız edebiyatından bir yan karakter.
Masamda duran Doğu Öykülerine, Bir Ölüm Bağışlamak'a ve Üç Kadın'a öylece bakıyorum. Artık edebiyattan, yazın sanatından, yazmaktan da umudu kestim. Kurgudan, sinemadan, gezip görmekten, yeni şeyler öğrenmekten ve en kötüsü kendimden de vazgeçtim sanırım.
Böyle yazınca kulağa kötü geliyor, gelsin de, yazının gücü de bir yerlerde kendine olan inancını yitirdi. Söze bel bağlamayı seneler evvel bıraktım zaten. Şimdi masamın ölü sarı ışığının başına oturmuş, Rehber'den Büyük Saat'i dinliyorum, Uyar'a selam olsun, biz çoktan unuttuk dünya dediklerini misal.
"Gerekli miydi gördüğün? Karanlık işte..."