Bense yepyeni bir çevrenin içindeydim. Okulum, arkadaşlarım, evim hepsi değişmişti. Annem de yoğun çalıştığı için kendimi yalnız hissediyordum. Evimiz eskiydi fakat kendine ait bir cazibesi vardı. İçinden merdivenler ile yukarı kata çıkılıyordu. Yukarı kat tamamen bana aitti. Orada soba olmadığı için kışın orayı kullanamıyordum, bir odada vakit geçiriyorduk annemle birlikte. Bazen halının üzerinde, sobanın yanında ders çalışırdım. Bu özellikle çok hoşuma giderdi. Bazen de sobayı yakmayı beceremezdim, soba tüter ve odaya is dolardı. Pencereyi açtığımı gören karşı komşumuz gelip sobayı yakardı. Annem gece yorgun gelirdi, o gelmeden ona çay demlerdim. Bu zamanları yalnız geçirdiğim için kendime sinemayı ve edebiyatı arkadaş olarak seçmiştim. Elime ne geçerse okumaya başlamıştım. Eski dergiler, annemin kitapları, pazar günleri gazetelerin verdiği ucuz kitaplar, annemin kuzeninin okul yıllarından kalma ansiklopedileri. Kasabımızda bir kitapçı yoktu, gidip kitap alıp okuyabileceğim bir yer de yoktu. Ne zaman daha büyük bir kente gitsek hep kitap alırdık.
Bir gün ortaya aniden babam çıktı. Beni almak istediğini söyledi. Velayetim annemdeydi fakat mahkemece verilmiş karara göre babamın senede bir kere bir ay beni alma hakkı vardı. Bugüne kadar ismi dışında kendisine ait hiçbir bilgim yoktu. Annem bir kereliğine mahsus hiç babamı suçlamadan bana yaşananları olduğu gibi anlatmıştı. Ve eklemişti, "o senin ne olursa olsun baban, istersen görebilir onunla da vakit geçirebilirsin oğlum." Annem anlayışlı bir kadındı, buna rağmen babam beni bir kere bile görmek istememişti. İstanbul adında hiç bilmediğim kocaman bir şehirde yaşıyordu, kimdi, neler yapmaktan hoşlanırdı, beni özlüyor muydu hiç bilmiyordum. Anneme gitmek istemediğimi söyledim, annem çok zor bir durumda kaldı. Telefonda benim gitmek istemediğimi, anlayışla karşılaması gerektiğini söyledi. Babam diretti, en sonunda bir yaz günü kapımıza polislerle dayandı. Çığlık çığlığa bağırdığımı ve kendimi yerlere attığımı hatırlıyorum. Annem ağlıyordu, bütün mahalle dışarı çıkmıştı. Polisler kolumdan tutmuş beni arabalarının içine götürüyorlardı. Çok direndim lakin başaramadım, en son arabanın camlarını yumrukladığımı ve arabanın peşinden annemin ağlayarak koştuğunu hatırlıyorum. İstanbul'da bir ay dayanamadım, hiç tanımadığım bir adam babam olduğunu söyleyip beni evine götürmüştü. Evin içinde uzun siyah bir saç teli bulmuştum. Çocuk aklım ile bu saçın anneme ait olduğunu düşünüp onu cebime koymuş ve yirmi gün boyunca onu koklayıp ağlamıştım. Yirminci günün öğle vakti babamın balkonuna çıkmaya karar verdim. Sokaktaki insanlara bağırıp, babamın beni evde zorla tuttuğunu ve balkondan atlayacağımı söyledim. Bu olaya şahit olan ve ne yapacağını şaşıran babam o akşam beni apar topar annemin yanına götürdü. Bir daha da onu görmedim. Hiç ısınamamıştım ona. Sürekli annemin çok kötü bir insan olduğunu söyleyip durmuştu. Sevgisiz, kötü bir adamdı. Eve geri döndükten sonra bir şeyler kopmuştu içimde, anlam veremediğim bir durgunluk çökmüştü üzerime. Sanki dünya artık yavaş dönmeye başlamıştı.
Aradan birkaç yıl geçmiş eski canlılığım yerine gelmişti. Liseye giriş sınavlarından önce il merkezine bir dershaneye yazdırmıştı annem beni. İlk kez başka insanlar tanıyıp kendi kendime yolculuk etmeye başlamıştım. Okulda başarılı bir öğrenciydim, öğretmenlerim benden çok memnundu. Okula severek giderdim, sürekli çalışırdım. Öğretmenlerim ek çalışmalar verirlerdi, onları da yapardım. O zamanlar çok sosyal bir çocuktum, okul tiyatro gösterilerinin hepsinde yer alırdım. Hafta sonu arkadaşlarımla birlikte kasabanın köylerine bisiklet turları yapardık. Sokaktan eve girmeyen, tüm gününü o mahalleden o mahalleye geçiren bir çocuktum. Özellikle yaz geceleri çok renkli geçerdi, sinek ilacı arabasının arkasına biner tüm kasabayı turlardık.
Liselere giriş sınavında il merkezindeki anadolu lisesini kazanmıştım. Annem çok sevinmişti, emeklerinin karşılığını aldığı için mutluydu. Benimle ve ödevlerimle yeterince ilgilenemiyordu lakin her an beni takipteydi. Sınavlarımdan önce beni muhakkak çalıştırırdı. Liseye geçtiğim zamanlarda tarif edemediğim bir şeyler oldu, bir şeyler koptu benden. Tamamen eve kapandım, ilgilendiğim alanlarla ilgilenen kimse yoktu çevremde. Mahallede çocuğunu okutan kimse yoktu, hepsi çeşitli dükkanlarda ve fabrikalarda çalışmaya başlamışlardı. Kesinlikle kendimi büyük görme gibi bir durumum yoktu, lakin diğerlerinden farklı olduğumu hissediyordum. Büyümeye başlamıştım, kendimdeki ve etrafımdaki değişimler beni tedirgin ediyordu. Sanki bir şeylerin farkına varmaya başlamıştım ama tam olarak anlam veremiyordum. Lise hayatım da epey başarılı geçti. Bu sürede annem iyice yorgun düşmeye başladı. Benim için hayat mücadelesi veriyordu, daha iyi olmak için elimden geleni yapıyordum. Üniversiteye giriş sınavları için bir dershaneden burs kazanmıştım, anneme yük olmamak için çabalıyordum. Nitekim sonunda eğitim mücadelemiz emeklerini verdi, üniversite sınavını kazanmıştım. Öğretmen olmaktan başka bir seçenek yok gibiydi benim için. Dar gelirli aileler için çocuklarının öğretmen olması bir kurtuluştur. Daha fazla hayalleri yoktur hayata dair.
Füruzan'ın Parasız Yatılı adlı öyküsünde de benzer bir durum vardır. Annesi kızının öğretmen olmasını hayal eder, belki yeni bir koltuk takımı alırız der. Senin atandığın yerlere gideriz, ocağımız tüter, hatta anasonlu galeta bile yaparım diye hayaller kurar. Tıpkı böyle bir öyküydü bizim öykümüz de. Oğlan üniversiteyi kazanmıştı, öğretmen olmaya, okumaya İstanbul'a gidiyordu. Anne çok gururluydu, emeklerinin karşılığını almıştı, şükürler olsundu.
Arkası yarın.
10 yorum:
"Liseye geçtiğim zamanlarda tarif edemediğim bir şeyler oldu, bir şeyler koptu benden." Burada ne oldu?
Dediğim gibi, tarif edemediğim bir şeyler. Bu dünyaya ait hissetmeme durumu o zamanlar başladı. İçe dönme, kendi dünyamda yaşama, çiçekler yetiştirme, bol bol okuma ve izleme, kış gecelerinin dinginliği, sarı ölgün ışıklar, boş sokaklar, tren garından gelen metal ve düdük sesleri; hepsi bir araya toplandı ve beni başka bir aleme davet ettiler.
Bende ise durum tam tersi oldu hep dünyadan ayrılma, ayrılacak olma korkusu. Bununla birlikte hastalık takıntıları. En ufak bir fiziksel belirtide (baş dönmesi...vs) ölümcül hastalık kaygıları. Sürekli bir endişe, kaygı. Ama anladığım kadarıyla sende kaygı, huzursuzluk şeklinde değil. Yani iç dünyanda huzurluydun.
Kim Bilir,
Aslında dünyadan ayrılma korkusu ya da ölüm korkusu diyebiliriz buna; ölümlü olmayı kabul etmeme ile alakalı gibi geliyor bana. Ne zaman ölümlü olduğunu kabul edip yaşamaya başlıyorsun, bu kaygılar ortadan kalkıyor. Bu dünya gerçekten ciddiye alınacak bir yer değil, ölüm de dünyadan, dünyanın içinden, yaşıyor olmanın ta kendisi. Bendeki durum ise tam tersiydi evet, hala da öyledir. İç dünyamda hep huzurluydum hala daha huzurluyumdur. Çünkü öyle bir mizacım var, dışarıda huzurlu olamıyorum. Kendi başıma olduğumda huzurlu olabiliyorum ancak.
Peki ölümden sonra? Ben en çok bununla ilgileniyorum. Ölümden sonrası varsa ancak varlığımızın bir anlamı olabilir. Aksi halde (ki bunu düşünmek bile istemiyorum) durum gerçekten vahim. Çok mu karamsar oldum gece gece :))
Kim Bilir,
Ölümden sonraki yaşama inanmıyorum. Tıpkı ölümden önce bir bilince sahip değilsek, ölümden sonra da bir bilincimiz ve yeni bir hayatımız olmayacak bence. Elbette ki bu benim fikrim ve bu bana rahatlatıcı geliyor. Karamsar olmadın, bilakis iyi geliyor bunları konuşmak :)
Güzel şeyler de oluyor tabii. Mesela 3 gün işe gitmeyeceğiz :) Ayrıca pastırma sıcakları kapıda. Veee sanırım hiķâyemizin devamı da geliyordur :))
Kim Bilir,
Ah keşke üç gün işe gitmediğim bir zaman dilimi olsa. Yarın tüm gün çalışıyorum. Pazartesi de 29 Ekim töreninde okul sunucusu olduğum için tüm gün çalışacağım. Bir dinlenebilsem, ah bir dinlenebilsem...
Hikayenin devamı da gelecek elbette :)
Ben öğrenciyken Cumartesi okul olmuyordu. Şimdi değişti mi? Bu arada ne öğretmenisin?
Ne yazık ki Cumartesi de kurs oluyor. Bir tek Pazar günleri dinlenebiliyorum. Ortaokulda çalışıyorum, ne öğretmeni olduğum da bir bilmece olarak kalsın :) Öğretmenlik hiç dışarıdan görüldüğü gibi rahat bir meslek değil maalesef.
Yorum Gönder